İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Öteki Tarih – 1

Cihan Keyif
“Türklerin tarihle ilgilenmeleri genel olarak iyi, ama çoğu resmî tarih tezlerini sağlamlaştırmak için tarihle ilgileniyor.” Yazarımız Ayşe Hür’ün kitabı çıktı: Öteki Tarih – 1. Kendisiyle bu kitap ile ilgili Taraf gazetesinde Cihan Keyif bir söyleşi yaptı. Resmi tarihi tek bakış açısı olarak kabullenmiş kuşaklar için yararlı bilgiler içeren söyleşiyi sunuyoruz. … İkinci kitap I. Dünya Savaşı’nın bittiği ve İttihatçı liderlerin ülkeden kaçtığı 1918’den Mustafa Kemal’in İttihatçılarla hesaplaşma adı altında kendisine muhalefet eden tüm siyasî kadroları tasfiye ettiği 1926 İzmir Suikastı Davası’na kadarki döneme ait yazılardan oluşacak… Üçüncü kitapta ise, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, 1932 Bursa Olayı ve Nutku, 1934 İskân Kanunu, giyim-kuşam, mimari, resim, heykel, müzik, eğlence alanındaki ‘devrimler’ gibi Kemalist modernleşme projesinin çeşitli pratiklerine dair yazıları toplayacağım.  

***************
Cihan Keyif’in Ayşe Hür ile yaptığı söyleşi
78 kuşağından olması dolayısıyla hayatı sekteye uğrayanlardan biri Ayşe Hür… Verilen aralardan sonra başlayan akademik hayatını başarıyla sürdürüyor Boğaziçi Üniversitesi’nde. Kendini bir tarihçi değil bir gazeteci olarak tanımlamayı yeğleyen Ayşe Hür, Öteki Tarih I kitabı üzerinden Osmanlı’yı ve Türkiye’yi anlattı.
Öncelikle Türkiye’de tarihçi olmakla başlayalım. Nasıl bir duygu böyle bir ülkede tarihçi olmak?
Tarihçi olmak nasıl bir duygu bilemiyorum, çünkü ben kendimi tarihçi olarak nitelemiyorum. Soranlara “tarihle ilgili konularda derleme yazılar yazan bir gazeteciyim” diyorum. Tarihle ilgili yazılar yazan bir gazeteci olmak nasıl bir duygu derseniz “çok zor” derim. Hele de Taraf gibi, çeşitli nedenlerle bir kısım insanın nefret nesnesi olan bir gazetede yazıyorsanız… Ardından başka zorluklar geliyor: Bir kere tarih katı kurallara bağlı objektif bir bilim dalı değil. Elbette tarihsel gerçekliğe çok yaklaşmak mümkün ama bunun için çok okumak, çok araştırmak, çok düşünmek lazım. Devletin ürettiği belgeler, mağdurların anlattıkları, türküler, fotoğraflar, arkeolojik bulgular ve daha nice kaynağı karşılaştırmalı olarak değerlendirmek gerekir. Sonuç olarak ne haftada bir yazı çıkarması gereken birinin bu kadar derin araştırmalar yapması mümkün ne de bir sayfalık bir gazete yazısında, üzerinde bazen 100 yıldır, bazen bin yıldır uzlaşma sağlanamamış bir konuda, okur kitlesinin genelini ikna etmek mümkün. Hele de benim gibi ne akademik kriterlere ne de popüler kriterlere uygun olan yazılar yazıyorsanız. Çünkü bir kere tarih öyle bir alan ki, birkaç kitap veya makale okumak bile insanı o konuda fikir sahibi yapabiliyor. Uğur Mumcu’nun çok yerinde tespitiyle Türkiye bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanların ülkesi.
İkincisi, yeterince bilgi sahibi olmadığının bilincinde olan insanlar da haklı olarak her iddianızı ispat etmenizi istiyorlar. Her cümlenizin kaynağını soruyorlar. Burada kaynak nedir, hangi kaynaklar güvenilirdir, kaynaklar nasıl kullanılır gibi akademik konulara girmeyeceğim ve kestirmeden söyleyeceğim: Her bilginin, her alıntının kaynağını vermeye ne sayfanın boyutu ne de yazı işleri izin veriyor. Yorum cümleleri de benim okumalarımla vardığım sentezlerden oluşuyor. Zaten amacım kimseyi ikna etmek değil. Ben sadece, okurların bugüne dek devlet ve devlet destekli aktörler, organlar tarafından ‘doğru’, ‘gerçek’ diye belletilenlere karşı bir şüphe uyandırmak için yazıyorum. Eğer böyle bir şüphe uyanırsa, okurun kaynakçadaki kitaplarla başlayarak, ardından onların kaynakçalarıyla devam ederek ve yepyeni kaynakları keşfederek kendi okumasını yapmasını umuyorum. Bu süreç içinde bende esas endişe yaratan, istemeden de olsa okuyucularımı yanıltma ihtimali. Çünkü bana göre olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir. Nitekim bugün bütün kesimler aynı tarihsel olayları bambaşka bir şekilde anlatıyorlar. Sürekli “Acaba ben tarihe bakarken ne kadar objektif olabiliyorum” diye sorarım kendime. Acaba, okuyucuma, sadece geçmişten değil aynı zamanda bugünden söz ettiğimi aktarmayı başarabiliyor muyum?
Tarihçi neden sadece geçmiş değil de bugün hakkında konuşur?
Bugün ilk bakışta tarihe ilişkin görünen birçok tartışma aslında bugünkü ahlakî duruşumuza, bugünkü insan hakları algılayışımıza, bugünkü uygarlık düzeyimize ilişkin bir tartışma. Tarih burada gerçek bir turnusol kâğıdı işlevi görür. Ne demek istediğimi bir örnekle anlatayım: 1915-1917 arasında neredeyse 18-19 ay süren ve gerekçesi ne olursa olsun en az 300 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Ermeni Tehciri konusunda konuşurken, olayı ‘Osmanlı Devleti haklı mıydı, haksız mıydı?’ sorusu çerçevesinde tartışmayı kabul eden bir kişi aslında şunu demek istiyordur: “Bir devlet kendisini tehdit altında hissettiği an, kendisini tehdit eden unsurlarla mücadele etmek yerine, o unsurların dâhil olduğu tüm grubu bir gecede yalınayak yurdundan sürme hakkına sahiptir. Bunun sonunda istenmeyen(!) ölümler olursa bu olay haksızlık sayılmaz! Madem haksızlık değildir o zaman gerekirse yine yapılır!” Bu yorumu yapan bir insanın maazallah Doğu veya Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürt grupları ile bir savaş çıksa hiç tereddüt etmeden İstanbul’daki, İzmir’deki, Edirne’deki, Trabzon’daki veya Muğla’daki Kürt asıllı vatandaşlarımızı çoluk çocuk, yalın ayak Irak’a veya Suriye’ye süreceklerinden korkabiliriz. Sonuçta bu vatandaşlarımız şu veya bu nedenle ölürse, “bunda bir kasıt yoktu” diyeceklerdir. İşte bu zihniyet tüyler ürperticidir. Benim en büyük amacım, insanların tarihle bugün arasındaki bu bağı kurmalarına yardımcı olmak. Geçmiş hakkındaki her yargımızın aslında bugünkü insanlık durumumuza dair bir yargı olduğunun farkına varılmasına yardımcı olmak…
Ne zamandan beri sizce resmî olmayan tarih daha rahat konuşulmaya başladı? Buna ait bir kırılma noktası var mı?
Orta öğretimdeki tarih eğitimin şeklinden olsa gerek, pek çoğumuz ‘aman tarih mi, benden uzak dursun’ demişiz. Hatta tarihçi olmak ancak hiçbir baltaya sap olamamışların payına düşmüş. Hele kadın tarihçi iseniz ‘kız kurusu’ olduğunuza karine olur bu seçiminiz. Bu, işin şaka yanı elbette. Türklerin tarihle ilişkileri çelişkili. Uzak tarihe baktığımızda, Türkler tarihi bir menkıbeler, efsaneler yığını olarak ele almışlar. İlk yazılı eserini 7’nci yüzyılda veren ‘Türk kültürü’, sözlü geleneğe dayanıyor ve her sözlü gelenek gibi basitleştirmeye, klişeleştirmeye ve tahrifata açık. 9’uncu yüzyıldan itibaren Türk kültürüne dâhil olan İslam, geçmişi, kusurlarından tamamen arındırmanın yollarını teolojik gerekçelerle sunmuş. Cumhuriyet döneminde ise, tarih resmî ideolojinin ulusu biçimlendirmek için kullandığı başlıca araç olmuş. Ama küreselleşme ve iletişim teknolojilerinde yaşanan devrimler sayesinde, bilginin daha demokratik biçimde dağıldığı bir çağa girdik. Birilerinin size unutturmak istediği şeyleri başkaları hatırlatmaya başladı. Mağdurlar ya da mağdur olduğunu düşünenler uluslararası dayanışmanın, uluslararası hukukun desteği ile başlarına gelenleri anlatmaya başladılar. Gasp edilmiş haklarını talep ettiler, en azından özür dilenmesini istediler. Türkler tam bu noktada, yani birileri ‘millî kimliklerini sorgulamaya başlayınca, tarihe aşırı bir ilgi duymaya başladılar. Bu genel olarak iyi bir durum ama sanki bugünkü dertlerimizin çaresi tarihte imiş gibi başladık geçmişi didik didik etmeye. Ama çoğunluk, egemen güçlerin ustaca yönlendirdiği bir politika çerçevesinde, resmî tarihin tezlerini sağlamlaştırmak için ilgileniyor. Milli bir refleksle, bize dış güçler tarafından dayatıldığına inanılan hatırlama politikalarına direnmek için ilgileniyor. “Atalarımız Kürtlere, Ermenilere, Süryanilere, Alevilere yaptıklarında haklıydılar” demek için ilgileniyor.
Aslında her toplumun geçmişinde unutmak isteyeceği olaylar olabilir ama kimse bu konuda Türkler kadar inatçı değil. Üstelik bu halini ‘affedicilik’, ‘kindar olmama’ gibi hasletler olarak sunma eğilimi var. Eğer bu durum, geçmişte ne olduğunu tespit ettikten sonra yaşanan bir hâl olsaydı hakikaten haslet sayılırdı. Çünkü sağlıklı bir unutma eylemi ancak tam bir ‘hatırlama’ eyleminden sonra yapılırsa marifettir. Bunu bir ölçüye kadar anlıyorum.
İkincisi, bu topraklarda egemen olan devlet politikaları yüzünden, bu toplumun tüm katmanları uzak ya da yakın tarihte işlenen şu veya bu ‘suç’un ya faili olmuş ya da faile yardım etmiş. Devlet ne yapıp edip bütün kesimleri birbirine karşı suçlu duruma düşürmüş. Yani ‘unutma’ eylemi bizde, toplumsal olarak oydaştığımız bir konu. Bu tutumu kısa vadede değiştirebilecek şey, uluslararası baskı ve kınama, ancak bu, kalıcı ve sağlıklı olmuyor. Esas dönüşümü, bize yöneltilen eleştirilerin ‘bizi parçalamak için’ yapılmadığına inanacak kadar özgüvenimizi kazandığımız zaman yaşayacağız. Bunun için ekonomik durumumuzun düzelmesi, buna bağlı olarak da demokratik kültürün yerleşmesi gerekiyor.
Tarihî gerçekler tabuları yıkacak güce sahip mi yoksa bunun için mutlaka başka bileşenlere de gerek var mı?
Tarihsel gerçekliğe ne kadar zor ulaşıldığını söylemiştim. Ama ulaşıldığını varsayalım. ‘Tarihsel gerçeklik’ denen şeyin mutlaka siyasî bir aktör tarafından, özellikle de egemen ideolojinin temsilcisi aktörler tarafından sahiplenilmesi ve onun gereklerinin yapılması gerekir. O gerekler (bazen özür, bazen tazminat, bazen hukukî yaptırımlar, bazen ders kitaplarının değiştirilmesi, bazen anıt dikilmesi, vb.) gerektirebilir. Bunları ancak yetki sahibi siyasî aktörler yerine getirebilir. Bu gerekler yapılmadığı sürece, mağdur grupların acıları ve çatışma durumu sona ermez. Tarihçi elbette çalışmalı, zemin temizliği yapmalı, gerçeğe yaklaşmak için malzemeler sunmalı, hikâyenin yeni kuşaklara aktarılması için gereken hazırlıkları yapmalı, ama tarihsel yaraları sarmak siyasilere düşer.
Anlattığınız tarih aslında kabullenilmesi de zor bir tarihi anlatı özelliğinde. Resmî tarihe alışık olanlara nasıl bir okuma öneriyorsunuz?
Kitabın ön sözünde şöyle yazmıştım: “Tarihe aşırı önem atfetmek, deyim yerindeyse ‘tarihe saplanmak’ toplumlara ayak bağı olabilir. Çünkü bugünün sorunlarının cevabı her zaman tarihte değildir. Bazen bugünün kavramları, bugünün kazanımları, toplumların sorunlarına daha köklü çözümler sunar. Ama ‘fazla tarih’ kadar ‘az tarih’ de iyi değildir. Çünkü bazen ancak tarihe bakarak bugünü anlayabilir, içinde yaşadığımız sorunların nasıl ortaya çıktığını, nasıl şiddetlendiğini, nasıl kemikleştiğini kavrayabiliriz. Birbirinden hak talep eden grupların, ezildiğini, mağdur edildiğini ileri sürenlerin akıl yürütme biçimlerini ancak tarihsel hikâyeyi bilirsek daha iyi anlayabiliriz. Böylece günümüzün sorunlarını çözerken, ya da geleceği inşa ederken daha az yanlış yaparız.”
Yani tarihi ne aşırı önemseyelim, ne de ilgisiz kalalım. Tarihsel olaylarla bugünün ilişkisini hep hatırda tutalım ama geçmişin aktörleriyle aramızda sanki gerçek bir akrabalık varmış gibi duygusal tepkiler vermeyelim. Yani ‘biz’ ile ‘ben’ arasındaki farkı hep hatırlayalım. Bugün bütün tartışmaları ‘Kürtler’, ‘Türkler’, ‘Ermeniler’, ‘Aleviler’ gibi yaratılmış kategoriler üzerinden yapıyoruz. Halbuki tarihte eylemleri yapanlar ‘milletler’, ‘uluslar’ gibi kolektif kategoriler değil, bu imal edilmiş kimlikler adına hareket ettiğini düşünen, hükümetler, partiler, çeteler, örgütler, çevreler veya kişilerdi. Bizim sorumluluğumuz, kolektif geçmişimizi tartışmaya yanaşmadığımızda ortaya çıkıyor. Küreselleşme bu konuda da yardımımıza koşuyor. İç ve dış baskı grupları sayesinde bugüne dek kapalı olan ulusal arşivler açılıyor, başka ülkelerdeki arşivlere ulaşılabiliyor, başka halkların deneyimleri öğrenilebiliyor, böylece mağdurların hesap sorma cesareti artıyor. Her ülkede benzer sorunların olduğunu, sadece geçmişle hesaplaşmayı ve mağdurlarla barışmayı başaranlar ve başaramayanlar olduğunu gördükçe, resmî tarihin hegemonyası kırılıyor. Bu süreçte kimseye şunu oku veya bunu okuma demeye gerek yok. Zaten buna hakkımız da yok. Eğer bir ülkede ifade özgürlüğü tam olarak sağlanmışsa, gerçeğin ne olduğunu merak eden bir kişi gerçeğe er geç vakıf olacaktır. Bizdeki sorun burada. Hem ülkede hatırlamayı teşvik eden bir zihniyet ortamı yok hem de ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar, yönetmelikler, uygulamalar var. Üstelik eskilerin üstüne yenileri konuyor, konmaya çalışılıyor.
‘Öteki Tarih II, I. Dünya Savaşı sonundan İzmir Suikastı Davası’na kadar uzanacak
Kitabın adı Öteki Tarih I olduğuna göre ikinci bir kitap hazırlığı da var demektir. O kitabın tarih içerisinde uzandığı nokta nereye dek ulaşacak?
Kitapların varacağı nokta baştan belli. Bu kitaplar benim Taraf ve Agos başta olmak üzere çeşitli yerlerde yayımlanan, ya da gündem değiştiği veya o sırada eksiklerini tamamlayamadığım için yayımlamaktan vazgeçtiğim yazılardan oluşuyor. Daha doğrusu bu yazıların uzun ya da kısa hallerinden.
İkinci kitap I. Dünya Savaşı’nın bittiği ve İttihatçı liderlerin ülkeden kaçtığı 1918’den Mustafa Kemal’in İttihatçılarla hesaplaşma adı altında kendisine muhalefet eden tüm siyasî kadroları tasfiye ettiği 1926 İzmir Suikastı Davası’na kadarki döneme ait yazılardan oluşacak. Bu yazılarda, 19 Mayıs neyin tarihiydi, İzmir’de düşmana ilk kurşunu kim attı, Mustafa Kemal İttihatçı mıydı, Mustafa Kemal ve İttihatçı paşalar arasındaki ilişkiler nasıldı, Talat, Cemal ve Enver paşalar nasıl öldürüldü, Mustafa Kemal’in Ermeni Meselesi’ne ilişkin tavrı neydi, Misak-ı Milli nedir? Mustafa Suphiler nasıl öldürüldü, İzmir’i kim yaktı, Lozan bir zafer miydi yoksa bir hezimet mi? Saltanat, Hilafet nasıl kaldırıldı, Cumhuriyet nasıl ilan edildi, İstiklal Mahkemeleri ne işlev görüyordu, Şeyh Said İsyanı neden başladı, nasıl bitti, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası neden kapatıldı, Musul’u nasıl kaybettik, İzmir Suikastı Davası ne anlama geliyordu gibi sorulara cevap vermeye çalışacağım.
Üçüncü kitapta ise, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, 1932 Bursa Olayı ve Nutku, 1934 İskân Kanunu, giyim-kuşam, mimari, resim, heykel, müzik, eğlence alanındaki ‘devrimler’ gibi Kemalist modernleşme projesinin çeşitli pratiklerine dair yazıları toplayacağım. Geriye 1938 sonrasını kapsayan yazılar, Ortadoğu başta olmak üzere Japonya, ABD, Rusya, Türkistan, Dağlık Karabağ, İran, Filistin, İsrail gibi çeşitli ülkeler üzerine yazdığım yazılar; kurban, hayırseverlik, örtünme, içki, terör, özür politikaları, kendi kaderini tayin hakkı, direnme hakkı gibi genel konulara ilişkin yazılar ve Yakup Cemil, Hacı Musa Bey, Ali Kemal, Çerkez Ethem, Topal Osman, Hüseyin Avni, Nezihe Muhiddin, Cellat Ali, Berç Türker Keresteciyan, Sabiha Gökçen, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Osman Bölükbaşı, Necmettin Erbakan, Musa Anter gibi kişilere dair portre çalışmalarım var. Eğer üç kitaba ilgi olursa onları da kitaplaştırmayı düşünüyorum.
Cihan Keyif
Taraf
8 Şubat 2012

Yorumlar kapatıldı.