İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bugünü kaybettik, geleceği kazanalım

Nuriye Akman
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Başkanı, emekli büyükelçi Özdem Sanberk, Ermeni soykırımını inkarı suç sayan yasanın gerginleştirdiği Türkiye-Fransa ilişkilerini değerlendirirken özetle bugünü kaybettiğimizi, sorunu bizden sonraki kuşaklara miras bıraktığımızı, yapılacak en akıllıca işin, ifade özgürlüğünün önündeki tüm engellerin kaldırılarak Ermeni meselesini korkmadan tartışmak olduğunu söylüyor.

-Galatasaray Lisesi mezunu biri olarak Frankofonluk olgusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Türkiye’de frankofonluk, çok eksiye gider. Ama biz bunu ikinci Abdülhamit’in açtığı okullarla başlatıyoruz. Galatasaray 1868 açılmıştı. Robert Kolej, Tarsus koleji gibi okullar daha çok Türkiye’deki gayrimüslimlerin de istifade edebileceği okullar olarak düşünülmüş. Saint Joseph, Saint Benoit, Notre Dame De Sion misyonerlerin okulları. Bir tek Galatarasay’da misyoner yok. Orası seküler bir eğitim benimsiyor. Buraya saraydan şehzadeler de gidiyor, halktan da gidiyor. Çünkü bu okul bedava. Galatasaray’dan bir kere son derece milliyetçi insanlar yetişmiştir. Misyonerlerin açtığı okullardan da hiçbir zaman dindar bir Hıristiyan çıkmamıştır.
-Yani Türk Frankofonlar Türkiye’ye Fransız kalmadılar.
-Evet böyle diyebiliriz. Bir de tabii Türkiye’nin dünyaya açılmasında rol oynamışlardır. Galatarasaray’dan mezun olanların çoğu devlet hizmetine girerler. Saint Joseph’liler işadamı, mühendis olurlar. Saint Joseph mezunu, kardeşim dediğim, çok saygı duyduğum Prof. Orhan Güvenen, Erzurumludur, Kop dağları’ndan kopmuştur. Sanıyorum Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli entelektüellerdendir.
-Anglosakson düşünme biçimiyle Frankofon düşünme biçimi apayrı medeniyetleri ifade ediyor. Türkler daha çok Fransızlara yakın. Kurumlarıyla, otoriter laiklik anlayışlarıyla, birey karşısında devleti tercih etmeleri gibi…
-Çok doğru. İkisi tamamen ayrı kültür. Fransa’da, Fransız eğitimde Kartezyen düşünce tarzı vardır.
-Kartezyen, “Ya budur, ya ötekidir. Ya siyahdır ya beyazdır, ya dost ya düşman” diye mi düşünür?
-Bu tamamen doğru değil. Fransa Descartes gibi bir düşünürü yetiştirmiştir. Descartes şüpheciliği ortaya atmıştır. Ben Kartezyenliği şöyle tasvir ediyorum. Siz eğer bir bina yapacaksanız evvela planını çiziyor, temelini kazıyorsunuz. Ondan sonra tuğlaları koyuyorsunuz. Çatısı nasıl olacak en baştan tespit edip o plandan dışarı çıkmıyorsunuz.
-Avrupa Birliği önce bu anlayışa göre kurulmak istendi sanırım.
-Evet Fransız anlayışına göre, evvela gümrük birliği yoluyla ticareti geliştirmek. Zenginleştikten sonra diğer konularda ortak politikalara gitmek. Dört serbesti var. Mallar, hizmetler, kişiler, sermayenin serbest dolaşımı. Ondan sonra ortak bir takım standartlar getirmişler. Daha sonra dış politika, savunma birliği vesaire. Ondan sonra da bir çatı düşünüyorlar. O da siyasi birlik.
-İngiliz düşünme tarzı ise tamamen tersi.
-Evet, onlar gerçek hayatta böyle bir şey olmayacağını düşünürler. Anglosakson sistemi son derece pragmatiktir. Biz bir ev yapacağız, içinde yaşayacağız, bu herkese faydalı olacak diye düşünürler. Plan fazla yok. Kabaca bir şey var. Çatısının nasıl olacağını ancak iki, üç katı çıktıktan sonraki duruma göre belirliyor. Anglosaksonların daha esnek ve gerçekçi, Frankofonların daha sistematik olduğunu söyleyebiliriz.
-Evet ama bu sistem düşkünlüğü, otoriterliği de getirmiyor mu?
-Getiriyor çünkü bir sistemin dışına çıkamıyor.
-Türkiye de İngiliz olmaktan çok Fransız düşünme sistemine yatkın.
-Doğru. Bu Fransız Kartezyen düşünce tarzı Almanlara da hakimdir. Ama Alman tabii daha çok düşünür, daha fazla teoriktir. Nordikler de anglosakson tarzında düşünür. Başta tabii Amerika. Biz kartezyen sistemde yetiştirildik. Fransızlar Avrupa Birliği’ni Fransız Kartezyen sistemine göre yontmak istediler. Yani kendilerini değiştirmek değil, Avrupa’yı kendilerine uydurmak istediler. Fransa ikinci dünya savaşı’ndan sonra Almanların zenginliğini, kendi politik emellerinin hizmetinde kullanmak istedi. Çünkü Almanya’da holokostlar ve Fransa’yı işgal etmelerinden dolayı kollektif suçluluk duygusu vardı. Fransızlar bunu çok güzel kullandılar. Almanların da bu işine geldi. Çünkü dünyadan dışlanmış bir milletti. Bu yüzden Fransa’nın bu politikasına kendilerini alet etmekte bir sakınca görmediler. Biliyorsunuz Almanya ikinci dünya savaşı’ndan bugüne kadar en demokratik, en kurallara uyan, barış için çalışan, silahlanmalara karşı bir politika izledi. Fransa’nın Almanya’dan yararlanarak Avrupa üzerinde bir nevi tahakküm kurma emellerine pek karşı çıkmadı .
-Ama Fransa bu sağlayabildi mi?
-Hayır çünkü devreye İngilizler girdi ve Fransa’nın hayalindeki Avrupa’yı değiştirdiler. Mesela kararlar Avrupa Birliği’nde en yüksek düzeyde alınmasın. Bu kararlardan yararlanacak kişilere en yakın makamlarca alınsın diye bir prensip getirdiler. Çünkü yukarıdan aşağı doğru verilen direktifler insanları gündelik hayatlarında bir nevi askeri disipline koyuyor. Mesela şu kuşu avlayacaksın, şunu avlamayacaksın! İngilizler, kim o avlanmayı yapıyorsa, çevreyi kim kullanıyorsa bu kararı onlara bırakmak lazım diyorlar.
-Yani gündelik hayatta bütün direktifler yukarıdan aşağı olmayacak.
-Bu direktiflerin aşağıdan, işin lehtarından gelmesi lazım. Bu sistem hala çarpışıyor Avrupa Birliği’nde İngilizlerin amacı pragmatik bir Avrupa ve siyasi birliği hedef almayan fakat ticareti ve ekonomik işbirliğinde herkesin yararlanacağı bir ortak alan yaratmak. Bir üniforma giydirmek istemiyorlar Avrupa Birliği’ne. Avrupa Birliği’nde hangi ülke ne kadar egemenlik devri yapmak istiyorsa onu kendisine bırakıyorlar. Bazı ortak politikalara bazıları katılıyor, bazıları katılmıyor. Mesela Şengen bir ortak politika. Buraya İngilizler katılmadı.
-Bu anglosakson ve kartezyen mantığa Ermeni meselesi açısından bakarsak sanırım daha açıklığa kavuşacak konu.
-İngiltere zaten soykırımı kabul etmiyor. Daha doğrusu yapılan bu katliamlar soykırım olarak tanımlanamaz diyor.
-Tabii sadece düşünce tarzlarının farklılığından değil, bir çıkarlar dengesi de var…
-İkisi de birbirini tamamlıyor. İngiliz pragmatizminde bir ortak menfaat olduğu düşünülür ve oraya doğru adım adım gidilir. Bunu en başta kendi hukuklarında görüyorsunuz. Bir anayasa yok İngiltere’de. Ne var? Mahkeme kararları var. Ama yüzyıllardan beri aynı sistem olduğu için o hakimler ne yapmışlarsa oraya bakılıp karar veriliyor. Önceden alınmış olan bazı mahkeme kararları değişebiliyor tabii. O da zamanın ruhuna uyuyor. Ama Fransa bir kural koyduğu vakit o zamanın gerisinde kalabiliyor. Yani zaman değişmiş, o hala aynı kuralı uygulamaya devam ediyor.
-Aynı Türkiye! Aslında ben bu son resme baktığım zaman Türkiye’nin kendi ayıplarını, kendi ihmallerini görüyorum. Herşey biz kendi tarihimizle yüzleşmediğimiz için başımıza gelmedi mi?
-Tabii, katılıyorum size. Rus tehdidi dolayısıyla 1779’dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu zayıflayınca Almanya, Fransa ile ittifak yaptık. İngilizlerin sömürgeciliğinden biraz çekindik. Aslında İngilizler son yıllara kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaması taraftarıydı.
-Fransızlar da sömürgeciydi ama.
-Fransızlar da öyle ama sultanların yaklaşımları farklı oldu. Mesela Fransız asıllı Nakşidil sultan vardır. 2. Mahmut’u yetiştiren. Onun çok büyük rolü oldu Fransız anlayışının gelmesinde. Tanzimatla beraber batıya açılan pencereler Fransız usülü kuruldu. Almanlar eğitimde gelmemişti Türkiye’ye. Onlarla askeri işbirliği yapıldı. Ve biz Kartezyen düşünceye kendimizi kaptırdık. Kartezyen sistem elastiki bir düşünme biçimi değil. Ancak uygarlığın gelişmesindeki etkisi büyük.
-Çatışıyormuş gibi görünen iki taraf aslında birbirlerine çok benzerler. Türkiye ile Fransa’nın yok aslında fazla farkı.
-Tabii tabii. Tanzimattan beri batı modeli olarak Fransa’yı aldık. Sonra Mustafa Kemal bunu daha radikal bir aşamaya getirdi.
-Dolayısıyla Ermeni meselesinin çözümü için önce kendimizi düzeltmek lazım diyor musunuz?
-Tabii aynen böyle diyorum. Bu konuda çok geç kaldı Türkiye. 1960’lı yılların başında Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil “Bizim Ermeni meselesi diye bir meselemiz yoktur” dedi. Böyle bir gaflet içinde Türkiye. Gaflet dedim. Bu sözümü de şöyle görecelendirmek istiyorum. Biz imparatorluk ardılı bir ülkeyiz. Çok geniş sahalara yayılmışız. Böyle bir imparatorluk dağıldığı zaman ortaya çıkan sorunlar birkaç kuşak devam eder. Tarihe baktığımız zaman böyle olmuştur. Bu konu çözümlenmeden, biz kendimize göre çözümlendiğini düşünmüşüz.
-Başımızı kuma gömmüşüz.
-Ama gerçekler bize doğru dörtnala koşmaya başlıyor. Biz eğer bu sorunu birkaç yıl içinde 2015’e kadar filan çözeceğiz diye düşünüyorsak, böyle bir umuda kapılmayalım. Biz bu sorunu önümüzdeki kuşaklara da miras bırakacağız. Ama bu arada hayat devam ettiği için bir yandan bu sorun bizi meşgul ederken bir yandan da değişmeye ve ilerlemeye devam edeceğiz. Bugünkü duruma bakacak olursak Türkiye bu soykırım iddiaları konusunda kamuoyu savaşlarını kaybetti. Çünkü medyaların doğruluk algısını yarattığı bir konunun yanlış olduğunu ispat etmek imkansızdır. O doğruluk algılaması herkesin beynine yerleşti.Yirmi ülke parlamentosunda kiminde eyalet düzeyinde, kiminde milli düzeyde bu kabul edilmiş olan bir şey. Türkiye bugün soykırımı ben kabul ettim dese Ermenilerin içindeki sert çekirdeği teşkil eden Taşnak grubunu tatmin edemeyecek. Bunların Türkiye aleyhtarlığı yine devam edecek.
-Türkiye şunu diyemez mi? “Pardon. Biz o zaman yoktuk. Bu ittihat ve Terakki’nin bir günahıdır.”
-Diyemez. Türkiye karanlık sayfaları dahil kendi tarihine saygılıdır.
-Başkasının günahına sahip çıkmak saygı mıdır?
-Değildir. Fakat sorun şuradan çıkıyor. Türkiye ye soykırım suçunu şantajla kabul ettirmek, , babalarının fiillerinden evlatlara zorla günahkarlık itirafı yaptırmak istiyorlar.
-Bu hıristiyanî bir düşünce tarzı. Hıristiyanlar Adem’in ilk günahını taşıyarak doğduklarına inanırlar ve bütün hayatları boyu o suçluluk duygusuyla yaşarlar. Ama Müslümanlar babalarının günahını taşımaz. Dolayısıyla bizim bir Hıristiyan gibi davranmaktansa Müslüman kökenimize göre davranmamız daha akılcıl olmaz mı?
-Olur tabiatıyla. Ama bizim siyasi geleneklerimizde özür dileme diye bir şey pek yoktur. Bunu bir tek istisnası rahmetli Özal’dır. O Cezayirlilerden özür diledi biliyorsunuz.
-BM’deki oylamada çekimser davrandığımız için.
-Evet. O Cezayir e gitti ve başbakan olarak orada özür diledi. 1959’da Fransızlar Cezayirli’lere her türlü zulmü yaparken biz Fransızlarla beraber oy kullanmışız. En azından çekimser oy kullanmışız.
-Babalarımızın hatasını üstlenmemiz, kendimize yabancılaştığımızı gösteriyor mu sizce?
-Özür, ferdi düzeyde oluyor da, Türkiye böyle millet düzeyinde bunu yapmıyor. Babalarının günahlarından çocuklarına zorla tövbekarlık empoze etmeyi o çocukların ezici bir kısmı kabul etmiyor. Mesela ben özür dileyen arkadaşlar arasında yokum. Bu hadiselerin, bütün o trajedinin farkındayım, ama ben özür dilemedim. Çünkü benim Türkiyem orada yoktu. Ama 30 bin kişinin özür dilediğini de gözden uzak tutamayız.
-Onları kınıyor musunuz peki?
-Hayır. O aydınlar kendi özgür iradeleriyle bunu yaptılar. Bir baskı veya şantaj dolayısıyla değil. Tabii 75 milyonluk bir toplumda 30 binlik özür, bir fincan su nehirde ama sembolik değeri var. Şunu gösteriyor. Türkiye’de çoğulculuğa doğru bir adım var. Türkiye’de bilinçlenme, tarihi olayları günahıyla sevabıyla kabul etme, yüklenme eğilimi var. Bu eğilime karşı olanlar da var .Ama “günahı babam işledi” meselesinde bir mutabakat yok. Onu zorla söyletemezsiniz herkese. Her hikayenin iki versiyonu vardır. Ermenilerin versiyonunu herkes biliyor. Çünkü onların yaptığı tartışmalarda Türkiye’nin görüşü yok. Biz kendimiz bu meselenin tartışılmasını yasaklamışız. Soykırım sözcüğünü ağzınıza alamıyorsunuz, başına sözde demeden. Siz tartışmadığınız bir konuyu bırakalım tarihçiler tartışsın diyemezsiniz. Dediğiniz zaman inandırıcı olmuyorsunuz.
-Kaldı ki sen Nobel ödüllü bir yazarını bu mesele yüzünden yargılıyorsun. Bir ifade özgürlüğünün olmadığını cümle aleme gösteriyorsun.
-Aynen öyle. Yalnız Türkiye’de ifade özgürlüğünün sorunlu olması Fransa’nın ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı yasalar çıkarmasını gerektirmez. Fransa diyemez ki bize “Sen kapa ağzını. Çünkü sende ifade özgürlüğü sorunlu. Bana bunu söylemeye hakkın yok.” Çünkü ifade özgürlüğü çok evrensel bir değer.
-Ama bizim siyasilerimiz “Fransa’da düşünce özgürlüğü bitmiştir” diyorlar. Bu kadar kestirmeci bir sonuca varabilir miyiz?
-Varamayız. Fakat Türklerin büyük bir kısmı hak etmediği bir saldırı karşısında görüyor kendini. Demokratik bir ülkede tepkisiz kalamıyorsunuz. Sizin oylarınızla seçilmiş bir hükümet var. Sizin onurunuzu, haysiyetinizi koruyacak bir tutum sergilemesini bekliyorsunuz. Dediğim gibi çözüm sonraki kuşaklara kalıyor. Biz bunu çözemiyoruz.
-Kuran’da bir ayet var:”Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”
-Çok güzel. Bu mükemmel bir ifade. Unutmayalım, Türkiye çok büyük bir değişim içinde. Bu ayet aslında bizim için yol gösterici. Biz evvela bu meseleyi kendi aramızda tartışacağız. Tartışanlara yumurta atmayacağız, yargılamayacağız. Kendi ayağımıza ateş etmeyeceğiz. Biz bunu şimdi tartışmaya başlarsak bir iki kuşak sonra sonuçlarını alırız. Fakat hala tartışamıyoruz. Çünkü bir takım hükümler var ceza kanunumuzda.
-Yani Türkiye önce kendi ifade özgürlüğünü kısıtlayan hükümleri kaldıracak.
-Kaldıracak ve hiç korkmadan ve kısıtlamalara tabii olmadan yarın takibata uğrayacağız endişesi olmadan konuşacak. Hükümetin bir takım resmi görüşler var. Bunları okuyarak kimseyi tatmin edemezsiniz. Açık bir tartışmaya girmemiz şart.
-Türkiye’nin de sarih bir Ermeni tezi yok ki.
-O da tartışamadığımız için yok zaten. Tartışma, bu meseleyi 2015’e kadar halletmez. Fakat geleceği kazanmış oluruz. Bugünü kaybedeceğimiz yüzde yüz. Bugün beklediğimiz gibi bir şey olmayacak artık.
-Fransa’da çıkan yasa velev ki iptal edildi, biz bu savaşı kazanmış olacak mıyız?
-Hayır, hayır. Ama şu olacak. Fransa gibi bir ülke ile gergin bir politikanın sürmesini bir ölçüde önlemiş olacağız. Türkiye nin başka ülkelerle diplomatik ilişkilerin seviyesinin düşürmesi Türkiye’nin çıkarına değil. Fransa’nın da değil. İsrail’den sonra ilişkileri Fransa ile de ikinci katibe indirmek, bizi dünyada yalnızlığa doğru iter. Ama bunları söylerken hükümetin elinde olan bilgiler bizim elimizde yok. Biz indirmemesi lazım geldiğini söylüyoruz ama muhakkak onu da tartıyorlar. İndirmeyi gerekli görebilirler.
-Türkiye’nin Fransa’da yapacağı lobiciliğin imkanları nedir? Amerika’daki lobicilikle Fransa’da yapılacak herhalde farklıdır.
-Amerika sistemi lobicilikle işler. Fransa’da böyle bir şey yok. Yok ama Fransa’da kamuoyunun eğilimlerine tamamen yabancı kalmaz. Kendi ülkesine yaşayan kendi vatandaşları yani Türk kökenli Fransız yurttaşları eğer orada iyi organize olurlarsa, kendi içlerindeki anlaşmazlıkları bir kenara bırakıp bir araya gelebilirlerse, oy kullanırlarsa bilinçli bir şekilde bu etkili olur. Nitekim ilk defa olarak 30 bin kişilik bir yürüyüş yapıldı Paris’te.
-Ama kararın çıkmasını engelleyemedi. Bir de tam sayfa ilanlar verildi. Bir anlamı var mı?
-Hayır. Yapılacak işler Fransa’da değil, Türkiye’de. Şimdi yirmi ülke varsa soykırımı tanıyan, 2015’e kadar belki kırkı bulur. Amerika’da olursa hele arkası gelir. Tabii Fransa’ya karşı alttan alınacak bir şey de değil bu. Bir tepki göstermemiz lazım. Eğer sembolik tepkilerle yetinecek olursak yeni saldırıları davet edebiliriz. Siyasi alanda Fransa ile çekişme içine gireceğiz. Fransa ile baş edebilecek olan alanlarımız var bizim. Bunların başında da Ortadoğu geliyor. Rusya ile münasebetler, Karadeniz ve kendi bölgemiz. Unutmayalım ki Fransa Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi. Bir de Avrupa Birliği’nde Fransa’yı takip edecek olan en az altı yedi ülke var. Bunlar bizim uluslararası alandaki menfaatlerimizi etkileyebilirler. Bunlar bizim uluslararası alandaki menfaatlerimizi etkileyebilirler. Ama buna rağmen Türkiye bu siyasi mücadeleye girmeli. Çünkü biz de Fransa’ya bu ülkenin menfaatleri olan yerlerde zarar verebiliriz.
-Fransa’yı Cezayir’le vurmak akılcı mı?
-Hayır. Hukukta bir şey vardır. Bu Roma hukukundan Mecelle’den beri mevcut bir ilke. Kimse başkasının ayıbıyla hak iddia edemez. Biz ne diyoruz? Fransa da Cezayir’e karşı soykırım yaptı. O Cezayir’de yaptıysa bu Osmanlı döneminde Ermenilere karşı yapılan şeyi maruz mu gösterir? Bunlar ikna edici şeyler değil. Ama kamuoyunu tatmin etmek için devlet adamlarının ve politikacıların bunları söylediğine şahit oluyoruz. Yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada bu bu yollara gidilir. Ama yaramıza merhem olmaz.
-Türkiye’nin Fransa’ya hukuki yaptırımı kolay mı peki?
-Hukuki yaptırım da son derece zor bir yol ama başvurulması gerekli. Türkiye’nin gideceği uluslararası hukuki kurulların sayısı çok fazla değil ama var. Mesela Fransa’da yaşayan Türk kökenli Fransız vatandaşları aynı zamanda Avrupa Birliği vatandaşlarıdır. Bu meseleyi yine ifade özgürlüğü açısından Lüksemburg’daki Avrupa Birliği Adalet divanına götürebilirler. Bu önemli bir noktadır. Tabii bir de Avrupa insan hakları mahkemesi var Strasburg’da. Avrupa insan hakları sözleşmesini uygulayan bir mahkeme. Bizim aleyhimize de bir sürü kararlar çıkardı. Şimdi orada da şöyle bir nokta var. Bir insanın bir gerçeği inkar etmesi de bir insan hakkıdır. Yani eğer soykırıma bir gerçek olarak bakıyorlarsa ve bir Türk veya Fransız o gerçeği inkar ediyorsa, bir insan olarak doğal bir hakkını kullanmış oluyor.
-Yani hukuki olarak, gerçekleri görmeme hakkım mı var benim?
-Gerçekleri görmeme ve gerçekleri inkar etme hakkınız var. Eğer buna hakkın yoktur derseniz Galileo’nın dramına dönersiniz, yani ortaçağa. Engizisyon papazları dünya dönmüyor diyordu. Onlara göre gerçekti bu. Galileo da bunu inkar ediyordu. Şimdi adeta Fransa’nın bu yaptığı aynen bu. “Bir gerçeği inkar ettin, ben seni 45 bin euro cezalandırıyorum ve hapse mahkum ediyorum!” diyor
-Zaten Türkiye de gerçekleri inkar etme hakkını kullanmıyor mu?
-Tabii. İşte siz bir hakkı ihlal ederseniz başkasına aynı şeyi yapma hakkı vermiş olmuyorsunuz. 1948 tarihli sözleşmede soykırımın ne olduğu tarif edilmektedir. Bu sözleşmeye girmeyen bir şeyi soykırımdır diye tanımladığı için Fransa’yı şikayet edebilirsiniz. Bir onu yapabilirsiniz. Bir de Ermenilerle beraber peki sen iddia ediyorsan git başvur Lahey Adalet Divanı’na, ben de geleyim orada kozumuzu beraber paylaşalım dersiniz. Ama bunu yapamıyoruz. Çünkü 48 soykırım anlaşması geriye doğru işlemiyor. Mahkeme kendisini yetkisiz görebilir. Demek ki hukuki yaptırımlar da çok sağlam değil. Onun için ben tekrar başa dönüyorum. Yapılacak iş, yurtdışında değil, Türkiye’dedir.
-Peki Fransız mallarını kullanmaktan sarfı nazar edilebilir mi?
-Edemezsiniz. Çünkü tüketici kendi açısından rasyonel hareket eder. Onu bir kişi yapar, iki kişi yapar. Ama bir milyon kişi yapmaz. İhalelere girmeyi yasaklayamıyorsunuz. Mallarına aambargo koyamıyorsunuz. Çünkü Avrupa Birliği meselesini bir tarafa bırakın, uluslararası anlaşmalar var. Dünya Ticaret Örgütü sizin ticareti hangi kurallara göre yapacağınızı belirlemiş. Yani siz ihale açtığınız zaman Fransa’yı sokmuyorum diyemezsiniz.
-İhaleye girer ama vermezsin ona.
-Olabilir. İhalelere belki öyle şartnameler, öyle şeyler koyar ki Fransa onları karşılayamayabilir. O mümkün. Ama bütün bu yaptırım eylemlerini iyice incelemeden bunlara başvurulması ters tepebilir. Bu gerçeği Hükümetin de en az bizim kadar bildiğine şüphe yok.
FRANSA’DAKİ OLAYI SESSİZCE GEÇİŞTİRMEK EN İYİ STRATEJİ
İstanbul’un köklü musevi ailelerinden birine mensup olan Nesim Fintz, 1969’da Galatasaray Lisesinden sonra Charles De Gaulle bursuyla Fransa’ya gitti, henüz 27 yaşındayken Ecole Des Hautes Etudes Commerciales’de (Yüksek Ticari İncelemeler Okulu) hem profesör hem de bölüm başkanı oldu. Daha sonra da Ecole İnternationale des Sciences du Traite-ment de l’Information (Bilgi-işlem bilimleri Uluslararası Okulu)nun kurucusu ve direktörü oldu. Halen bu görevine devam ediyor. 1990’da TC Kültür Bakanlığı tarafından Bilgi Toplumu Üstün Hizmet Ödülüne layık görülen Fintz, Türkiye-Fransa ilişkilerine şöyle yaklaşıyor:
Türklerin ve Türkiye’nin Fransa’daki konumu nedir?
Türklerin Fransa’ya gelip yerleşmelerini, diğer toplulukların, örneğin Ermenilerin yerleşmesiyle kıyaslayınca hayli yeni olduğu görülüyor. Bu nedenle de henüz çok iyi örgütlenmiş değiller. Kimlikleri çok iyi belirmemiş. Fransız yönetiminde de fazla bir mevcudiyetleri yok. Ayrıca ana toplumla bütünleşmeye çalışan her yeni grup gibi, yeterli ve sağlam bir şöhretleri, kabullenilmiş saygınlıkları daha gelişmiş değil. Başka bir deyişle, iyi yetişmiş, iyi uyum sağlamış, Fransa’nın kültürel, ekonomik ve toplumsal yaşamında daha fazla ağırlığı olan seçkinler grubunun ortaya çıkıp kendini göstermesi gerekiyor. Yani daha yaygın ve daha etkili eğitim gerekiyor. Bir de kadroların daha da fazla sorumluluk yüklenmeleri. Bu, kendi kökeninden, kendi kökünden gurur duymayı yasaklamıyor. Ama daha fazla ortaya çıkmayı, görünmeyi, Fransızlar tarafından daha iyi tanınmayı istiyor. Kökendeki toplum ve kültür ki, gelip Fransa’nın kültürel mirasına katkıda bulunacak ve onu zenginleştirecek. Şimdi Fransa’da yükselmekte olan genç Türklerin karşısındaki en ciddi sorun bu. Kendi kökenlerini silip atmadan uyum sağlayacaklar. İkili kültürlerinden gurur duyacaklar. Türkiye kökenlerine sadık kalmakla birlikte Fransa’daki geleceklerine sevgiyle bakacaklar. Öte yandan unutmamak gerekir ki, aslında Fransızlar politik niyetli küçük adamların Türkiye hakkında anlattıkları olumsuz hikâyelerle, iki ülke arasında çok uzun yıllardan beri sürüp giden ekonomik olsun, turistik olsun, kültürel olsun çeşitli bağ ve yakınlıkları birbirinden ayırmasını biliyorlar.
Bu yasa girişiminin arka planında ne var sizce?
Bu sorunun yanıtı çok açık. Arka planda yaklaşan seçimler var, seçilme hesapları var, eski ama unutulmamış anıları kullanan politik oyunlar var. Her tarafın tartışmasız kabul ettiği bu dramı adım adım, zekice tartışarak, her yönüyle inceleyip taş üstüne taş koyarak bir tarihi gerçekliğe birlikte ulaşmak varken, bu girişim böyle bir olanağı silip atıyor, sivrilikleri ve düşmanlıkları kışkırtıyor ve böylece her iki taraftaki aşırı unsurların oyununa geliyor. Politikacıların, kendi çıkarları için, tarihi böylesine mıncıklamaları hiç de övünülecek bir durum değil. Özellikle seçim döneminde. Zekâ ve bilgelik, ikinci sınıf politikacıların yerine tanınmış, ağırlığı olan, saygın tarihçilerin konuyu birlikte ele almalarını gerektirirdi aslında. Bu nedenle, böylesine acılı bir dosyayı dikkatle, özenle ve saygıyla ele almış olan Dışişleri Bakanı Alain Juppé’yi takdir etmek gerekiyor. Çünkü, parlamentoya girebilmek için bir topluluğun adından yararlanma hesaplarının içine düşecek basit bir politikacı değil, gerçek bir devlet adamı olduğunu gösterdi.
Türkiye’nin yönetim kadrolarının tepkileri hakkında ne denilebilir?
Bu tepkiler aslında haklı, ama haklı oldukları kadar da aşırı. Çünkü bir hükümet milletinin saygınlığını ve imajını elbette savunacaktır. Üstelik söz konusu olan demokratik bir ülkedir. Sağlıklı bir ekonomisi vardır ve politik olarak istikrarlıdır. Türkiye demokrasisini bu biçimde yargılayamazsınız. Ama tepki aşırıdır da. Bence, bu küçük ve tutarsız politik oyunu hayli sessizce geçiştirmek daha doğru bir strateji olurdu. Oysa böylesi, ana amacı zaten kendini göstermek olan bir milletvekiline arayıp da bulamadığı bir “reklam” fırsatı sundu. Kanun taslağını hazırlayan bu kimse Türkiye’nin de, Ermenistan’ın da, bu topraklarda yaşamış insanların da tarihi konusunda hiçbir şey bilmez. Ama işte bu sayede ve bir günde “Ermeni Davası”nın “kahramanı” oldu; “Türklerin korkunç şantajı”nın “kurbanı” oldu. Bu bir bakıma, o değerde olmayan bir kimseyi ve hiçbir şeye yaramayacak olan bir yasayı gereksiz yere yüceltmek anlamına geliyor. Bu yasanın yarattığı çalkantı, ne yazık ki, bir zamandan beri bu konunun gerçek boyutuna ağırbaşlılıkla eğilmeye başlamış olan uluslararası tarihçilerin çabalarını da, Ermeni ve Türk taraflarındaki akıllı ve iyi niyetli kimselerin el ele tutuşup diyalog kurma girişimlerini de hayli zedeledi. Oysa bu girişimlerin amacı inkâr edilemeyecek tarihi bir olgunun etrafında ortak noktalar bulmak, tutarlı açıklamalar yapmak, net aydınlatmalar getirmekti. Sanki böyle bir yönelme olmasın istenmiş. Sonuçta, çabalar politik oyunların kurbanı oldu.
n.akman@zaman.com.tr 

Yorumlar kapatıldı.