Başar Başaran
Namuslu insan yetersiz muhalefeti ve haklılığı ile baş başa kalırken Muhteris, haksız iktidarının keyfini sürer. Gücünü, gardı çoktan düşmüş insanların üzerinde sürgit dener. Onun için utanmak, artık kendisinin yerine başkalarına taşere edilmiş bir angaryadır. Pervasız böyle durumlarda kuş gibi hafifler. En rezilce işi yaptığı anda bile aklında hep daha beterini yapabilme düşüncesi vardır. Devir onun devridir, elinden gelen ardında kalmaz. Etrafımızı saran mutsuzluğun ve sevgisizliğin kaynağı onun kendi iç çekişmelerinden doğurduğu bu kötücül enerjidir. Hrant Dink ödülünü Ahmet Altan’a verenler böylesine bir pervasızlığın taşıyıcılarıdır. Ödül kürsüsünü fethettikleri bir kalenin burcuna çevirmiş, bayrağı dikmişlerdir. Acıların hep bir mevzi düşüncesi ile parsellendiği bu ülkede, akılları sıra rantabl bir arsayı çevirmişlerdir. Boğazımıza takılan bu iğneli lokmayı yutmamızın yolu yoktur. O halde aileye, vakfa, önümüze kim çıkarsa ona sormalıyız; ödülü Ahmet Altan’a niye verdiniz?
*************************
Utanç ve keder bu ülkenin namuslu insanlarını bir türlü terk etmezler. Onlar içlerinde ‘bu kadar da olmaz artık’ duygusu ile yaşamaya alışkındırlar. Ne var ki, olmaz dedikleri hep olur, her seferinde yeniden kedere ve öfkeye savrulurlar. Bu deneyimin sıklıkla yaşanması namuslu insanı bedbinliğe sürükler. ‘Bu kadar da olmaz artık’ sözleri giderek yerini ‘bunlardan her şey beklenir’’ e bırakır. Yeis ve melankoli eylemi teslim alır. İşte bu aşama pervasız muhterisin baharıdır. Zira bundan böyle karşısındakinin yüzündeki şaşkın ve yorgun ifadeden sadistçe bir zevk alarak istediğini yapabilir. Namuslu insan yetersiz muhalefeti ve haklılığı ile baş başa kalırken Muhteris, haksız iktidarının keyfini sürer. Gücünü, gardı çoktan düşmüş insanların üzerinde sürgit dener. Onun için utanmak, artık kendisinin yerine başkalarına taşere edilmiş bir angaryadır. Pervasız böyle durumlarda kuş gibi hafifler. En rezilce işi yaptığı anda bile aklında hep daha beterini yapabilme düşüncesi vardır. Devir onun devridir, elinden gelen ardında kalmaz. Etrafımızı saran mutsuzluğun ve sevgisizliğin kaynağı onun kendi iç çekişmelerinden doğurduğu bu kötücül enerjidir.
Hrant Dink ödülünü Ahmet Altan’a verenler böylesine bir pervasızlığın taşıyıcılarıdır. Ödül kürsüsünü fethettikleri bir kalenin burcuna çevirmiş, bayrağı dikmişlerdir. Acıların hep bir mevzi düşüncesi ile parsellendiği bu ülkede, akılları sıra rantabl bir arsayı çevirmişlerdir. Boğazımıza takılan bu iğneli lokmayı yutmamızın yolu yoktur. O halde aileye, vakfa, önümüze kim çıkarsa ona sormalıyız; ödülü Ahmet Altan’a niye verdiniz? Hrant Dink ile onu bir araya getiren sizce nedir? Hrant Dink liberal miydi, kapitalist miydi, solun bittiğini mi düşünüyordu, antiemperyalizmin modasının geçtiğine mi inanmaktaydı, Huzurun Ortadoğu’ya Amerikan tankıyla mı geleceğini savunmaktaydı, Sivilleri vuran NATO uçaklarına keyifle el mi sallamıştı, oligarşi kavgasında bir tarafın neferi mi olmuştu, yazılarında ezilenden yana tavır almadığı bir tek örnek bulabilir misiniz? Hrant Dink’i okumuş, tanımış herhangi birisi bu sorulara ‘evet’ diyemez. O halde Dink’in ömrünü vakfettiği talepler bugün Altan’ın gündelik pozisyonuna denk düştü diyerek ikisini aynı menzilin koşucusu saymamız mümkün müdür? Bizim sahicilik diye bir nazar-ı itibarımız yok mudur? Bütün bu soruların yanıtını unuttunuz diyelim, peki sizce Hrant Dink yaşasaydı dün gazeteciler ile birlikte Ahmet ve Nedim için mi yürürdü, yoksa bugün bu yürüyüşün haberini gazetesine bile koymayan Ahmet Altan’ın yanında mı olurdu? Nasıl olur da bu sorunun apaçık yanıtı rüyalarınıza girmez? Bir insanın adına konmuş ödülün mahiyeti onun hayata karşı tavrından arî olabilir mi? ,
HRANT AĞBİ- AHMET BEY
Günlerdir yanlış bir söz söylememek için yeniden Dink’in ve Altan’ın yazdıklarını okuyorum. Onların aynı kazanda kaynayabileceğini gösteren tek bir yan bile bulamıyorum. Gördüğüm yerli ve burada bir elin sıcaklığı ile dışarıdan konuşan birisinin soğukluğundan başka bir şey olmuyor. İki insanın sözlerindeki insana ve hayata inanç farkını aşıp da ideolojik kısma varamıyorum. Birisi ne kadar berimizdeyse diğeri o kadar ötemizdedir. Birinin kelimelerinden sevgi ve güven taşarken diğerinin sevgisiz gerginliği üstümüze gelmektedir. Birinin kapısını çalmak ne kadar kolaysa, diğerinden randevu almak o kadar zordur. Birinden yardım istenir, diğeri ile proje görüşülür. Biri sizi can kulağıyla dinler, diğerinin gözü saattedir. Biriyle Allah ne verdiyse yenir, diğerini ağırlamak zor iştir. Biri dağınık ve diridir, diğeri düzenli ve ölüdür. Biri doğudur, diğeri batıdır. Biri köylüdür,‘cello’dur, diğeri şehirlidir. Biri yanaklarınızdan öper, diğeri elinizi sıkarken yüzünüze bakmaz. Biri aşktır, diğeri iştir. Biri yaşar diğeri romanını bile yazamaz. Biri fukaradır, diğeri zengindir. Biri yetimdir, diğeri erguvanidir. Ezcümle biri ‘ağbi’dir, diğeri ‘bey’dir.
Bu saydığım farklar, gündelik olgulara ilişkin alınmış siyasi pozisyonların çok ötesinde bir ayrımı işaret eder. Hayatla kurduğumuz ve varoluşumuzu belirleyen temel bir ilişkiye dairdir. O yüzden burada ayrım henüz ideolojik değil psikolojiktir. Bunun adını tam olarak koymadan Hrant’ın kaybıyla aslında neyi yitirdiğimizi bir türlü çözemeyiz. Oysa böylesi ödüller gidenlerin yolunu açık tutmak için verilirler. Onları geri getirmemiz mümkün değilse de başkalarında aynı duruşu teşvik edebiliriz düşüncesinden ortaya çıkarlar. Amaç gidenin meselesinin sürdürülmesi ve cinayetin başarılı olamamasıysa, adına ödül konulanla, ödülü alan arasında hayatı okumak bağlamında bir örtüşme olması gerekir. O halde şimdi biz kimi kimle ikame etmekteyiz, yitirdiğimizin değerlerini kimde yaşadığını söylemekteyiz? Hrant Dink in düşürdüklerini Ahmet Altan’ın taşıdığını zanneden bir entelijansiyanın geleceği şüphesiz geçmişinden çok daha karanlık olacaktır. Zira zamanın aleyhimize işlediğinin daha kesin bir sağlaması olamaz.
SOLUN FASİT DAİRESİ
O halde bu sessizlik nedir? Bu ödüle gelecek tepkilerin menşeinin -bu yazı da dahil- ödüle sevinenler açısından kestirilebilir olduğu açıktır. ‘Onlar kendileri yazar, kendileri okurlar’ diye düşünmektedirler. ‘Birgün çevresi’ der, geçerler, ortak bir payda bulmak gibi bir arzuları yoktur. Dahası giderek marja itilen ve mecrasız kalan muarızlarının bu etkisizliğiyle eğlenmekte, onları provoke etmekten ayrı bir haz duymaktadırlar. Atı almanın, Üsküdar’ı geçmenin keyfindedirler. Ancak bu pervasız aymazlığı sadece bizler görüyor olamayız. O halde etrafında insanların kenetlendiği Hrant Dink ismini mülkiyetine geçirmek isteyen bir çevreye karşı neden susulmaktadır? Tarihi bozanların yarattığı illüzyona teslim olunmasının, her değeri kendi hanesine yazan bu açıkgözlülüğe karşı güçlü bir ses çıkartılmamasının sebebi nedir? Bu atalet, sol çevrenin içinde bulunduğu ve ilişkilerle örülmüş bir fasit dairenin dayatmasından başka bir şey olamaz. Hayat daima oralardan kurulmaktadır. O bakımdan artık en kaba ideolojik tartışmalar bile mahalle arkadaşlığı tadında yaşanan şakalaşmalardan ibarettir. Pazar dağıldıktan sonra herkes soluğu aynı kahvede almaktadır. Kimse kimseyle gerçekten küs değildir. Herkes herkese bir gün lazım olmaktadır. Böyle bir durumda, Altan’ın ödül almasına gördüğümüz en büyük tepki susmak olsa da aslında bu sessizce alkışlamaktan başka bir şey değildir. Tavır alamayan bir ideoloji, kanatları kesilmiş bir sinektir. Hapsolduğu kibrit kutusunu tarih sanmaktadır.
Ödül gecesinde Ahmet Altan’ı tebrik eden Sırrı Süreyya Önder’in resmi gözümün önünden gitmiyor. Müktesebatı şöyle dursun kendisi rekor bir oyla seçilmiş sosyalist milletvekillidir. Devrimciliğini her yerde söylemektedir. Oysa ödül aldığı için tebrik ettiği kişi kendisi hapisteyken ‘’Sudaki iz’ romanını yazan adamdır. Sırrı Süreyya bu romanı o günlerde çok haklı sebeplerle okuyamadıysa da Fethi Naci’nin şu sözlerini hatırlamalıdır:’’Okurun sağduyusunu böyle küçümseyen, kendi kuşağından gençleri böyle aşağılayan, egemen güçlerin kamuoyuna kabul ettirmeye çalıştıkları’ devrimci prototipleri’’ni ’devrimci gençlik’ diye böylesine pervasızlıkla betimlemeye çalışan başka bir roman okumadım. Ve ilk kez bir romanı okuyunca duyduğum duygu sadece tiksinti oldu.(…) Ahmet Altan ‘devrimci’ gençleri nasıl hor görüyor,nasıl aptal yerine koyuyor onları..Ne aptal çocuklar bunlar, Ne kötü çocuklar bunlar..(…) Ahmet Altan devrimci diye betimlediği gençlere olan öfkesini bütün roman boyunca sürdürüyor.’’ O gün öyle romanlar yazmak, bugün Hrant için konulan ödülü almak ve dahası içeriden çıkan devrimcinin de tebriklerine mazhar olmak… Ne diyordu Turgut Uyar; ‘Aldatıldığımız önemli değildi yoksa/ Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak’’
O yüzden artık bütün yazdıklarımı bu ilişkilerin ötesinde bir tepkinin umuduna yolluyorum. Bu itirazı bizcileyin hiçbir yere angaje olmamışların kalbine sipariş ediyorum. İsyanımın önceliğinin ideolojik olmadığını, sözgelimi bir sağcı adına konmuş bir ödülü benzer saiklerle bir solcuya verseler ve ona aynı ilişkilerin dayatmasıyla diğer sağcılar sessiz kalsalar, söyleyeceklerimin bundan farklı olmayacağının anlaşıldığını umuyorum. Derdim her zaman tavırların samimiyetiyledir. Kutsal olan ne varsa dünyevilileşirken senden benden ayrımı yapma lüksümüz elimizden gitmiştir. O bakımdan tuttuğumuz mevzi her zaman gerçekten yana olmak zorundadır. Ahtapot kollu ilişkilerin gözettiği pazar yerlerinden kaçırılan değerlerimizin izini sürüyoruz. Kaybettiğimizin adını koymalıyız ki neyi aradığımızı bilelim.
Halaskargazi’nin taşlarının soğuğu alnımızdadır, ısınmasın diye uğraşıyoruz.
Başar Başaran
basarbasaran@hotmail.com
twitter.com/nobasaran
Yorumlar kapatıldı.