İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Onun adı neden Garbis, ben neden Türk değilim?

Cafer Solgan
Garbis adındaki oğulları benden birkaç yaş küçüktü. Evlerimize çok yakın bir okulda okuyorduk. Mahallenin karmaşık yapısını okulun öğrenci bileşiminden anlamak mümkündü. Bazı öğretmenler ve öğrenciler “Ermeni” diye Garbis’e iyi davranmıyor, yerli yersiz dövüyorlardı. Garbis’i savunmak için çok kişiyle kavga etmiş, bazı öğretmenlerden de dayak yemişimdir… 12 Eylül’ün gaddar savcılarından biri, hazırladığı iddianamede, neredeyse her paragrafın başında, “bu Ermeni oğlu Ermeni” diyordu, “bu Ermeni oğlu Ermeni bu memleketin havasını solumuş, okullarında okumuş, ekmeğini yiyip suyunu içmiş ama devlete düşmanlık yapmıştır”… Ben içerideyken okuma yazması olmayan annemin bana gönderdiği mektupları yazardı Suna. Annemin ağzından mektubu bitirdikten sonra, kendi adına da bir şeyler yazar, halimi hatırımı sorardı. Bir keresinde, “Cafer abi” diye yazmıştı bana, “Biz neden Ermeniyiz? Allah bizi neden Ermeni yaratmış? Biz neden Türk değiliz?”

**********************
Ben içerideyken okuma yazması olmayan annemin bana gönderdiği mektupları yazardı Suna. Annemin ağzından mektubu bitirdikten sonra, kendi adına da bir şeyler yazar, halimi hatırımı sorardı. Bir keresinde, “Cafer abi” diye yazmıştı bana, “Biz neden Ermeniyiz? Allah bizi neden Ermeni yaratmış? Biz neden Türk değiliz?”
CAFER SOLGUN
Yazar
İsimlerin ve kökenlerin, inançların öneminin ayrımına vardığımda ilköğretim çağındaydım. Dersim sürgünü bir aile olarak Elazığ’ın “Seko” mahallesinde oturuyorduk. Mahallemizin resmiyetteki adı “Mustafa Paşa” idi, ama günlük kullanımda, mesela “Seko mahallesinde oturuyoruz” derdik. Annemden öğrenmiştim, “Seko”, bir zamanlar burada yaşayan bir Ermeni’nin adıymış. Herkese bir şekilde iyiliği dokunmuş biriymiş. O nedenle de onun oturduğu mahallenin adına “Seko mahallesi” denmiş.
Oturduğumuz mahallede Dersim sürgünü insanların yanı sıra, Palulu Zaza aileler ve Ermeni aileler de yaşardı. Kapı komşularımız idiler. Varto abla ve Mardiros abe, Anton amca, Marsa abla, Ayda ve diğerleri… Bütün komşularımızla ilişkilerimiz iyiydi; ama özellikle Ermeni komşularımızla. Varto ablalarla, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi desem, yeridir. Halen de öyledir. Garbis adındaki oğulları benden birkaç yaş küçüktü. Evlerimize çok yakın bir okulda okuyorduk. Mahallenin karmaşık yapısını okulun öğrenci bileşiminden anlamak mümkündü. Bazı öğretmenler ve öğrenciler “Ermeni” diye Garbis’e iyi davranmıyor, yerli yersiz dövüyorlardı. Garbis’i savunmak için çok kişiyle kavga etmiş, bazı öğretmenlerden de dayak yemişimdir.
Ermeni doğmanın günahı!
Ama olacak gibi değildi ve ailesi onu okuldan aldı tez zamanda. Sonraki yıllarda ben okumaya devam ederken, Garbis de amcası, aslında mahalledeki bütün çocukların amcası Anton amcaya bahçelerinde yardımcı oluyordu. Sarışın, zayıf, yeşil gözlü, kendi halinde, sessiz, sakin bir çocuktu Garbis. (Anton amca gittikten sonra çocukluğumuzun o verimli, güzel asma, erik, elma ve akasya ağaçlarıyla dolu bahçesinden eser kalmadı. Çocukluk işte, bazen çalılıkların çevrelediği bahçeden üzüm ve elma aşırdığımız olurdu. Anton amcanın bize en sert lafı, “ula oğlum niye çalisiz, isteyin verem” olmuştur.) Sonrası Garbis için maalesef çok hazin oldu. Halen aklıma geldiğinde tüylerim diken diken olur, gözlerim dolar… Ben 80’li yıllarda, yani 12 Eylül yıllarında İstanbul’da hapis iken, zavallı Garbis, mahalledeki bazı serseri ve sapık kişilerin saldırısına uğramış. Söylerken, yazarken bile utanç duyuyorum, tecavüz edilmiş ve bıçaklanarak öldürülmüş… Bu alçakça olaydan sonra Anton amca terk edip gitmişti memleketi. Oysa neler görmüş ve hiçbir zaman terk etmemişti memleketini. Paris’teki akrabalarının yanına gitmiş ve orada, memleket hasretiyle vermiş son nefesini. Memleketi terk eden sadece Anton amca da değildi. 12 Eylül yıllarında, ASALA saldırıları bahane edilerek işinde gücünde kendi halinde yaşayan Ermenilere karşı düşmanlık had safhaya çıkmış ve başkaları da çareyi memleketlerini terk etmekte bulmuşlardı. Marsa abla ve benim ilkokul çağımda uzaktan uzağa platonik bir sevgi duyduğum Ayda da…
Garbis’in iki de kız kardeşi vardı, Silva ve Suna. Silva hiç okula gitmedi. Küçük olanı, Suna, lise okudu. Ben içerideyken okuma yazması olmayan annemin mektuplarını yazardı bana. Annemin ağzından mektubu bitirdikten sonra, kağıdın sonuna kendi adına da bir şeyler yazar, halimi hatırımı sorardı. Bir keresinde, “Cafer abi” diye yazmıştı bana, “Biz neden Ermeniyiz? Allah bizi neden Ermeni yaratmış? Biz neden Türk değiliz? Bizim günahımız neydi?” Suna’nın bu satırlarını gözyaşları içinde okumuştum. Dilim döndüğünce bunun bir “suç” olmadığını, herkesin farklı etnik kimliği, dili olabileceğini, kimsenin kimseden üstün veya aşağı olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Ama Elazığ’a her gittiğimde gördüğüm Suna, hala, “Bizim günahımız neydi?” diyor…
Palulu Zazalarla dilimiz hemen hemen aynı idi, ama onlarla ilişkilerimiz iyi değildi pek. Büyüklerimiz onların çocuklarıyla fazla samimi olmamızı istemezdi. Bunun nedeni onların Sünni, bizim ise Alevi olmamızdı. Bu farklılık siyasi tercihlerimize de yansımıştı. Bizler kafadan “solcu” iken, onlar genellikle sağ partileri desteklerlerdi. Yılın belirli zamanlarında evimize “çıralığ” (hakullah) toplamaya gelen bağlı olduğumuz pir de bize bu konuda uyarılarda bulunurdu. Kendi çevremize karşı sürekli “tetikte” olmamız gerekiyordu. Nasıl olmayalım ki, 70’li yılların Türkiye’sinde, Elazığ’da yaşıyorduk. Bugün “sağ-sol kavgası” olarak hatırladığımız kaos ortamının en kanlı boyutlarda yaşandığı yerlerden birinde yani… Ortalık her karıştığında, şehir merkezinde nefes alabildiğimiz yegane yer olan Hozat garajı ve yaşadığımız mahallelere yönelik saldırılar olurdu. Bu tip saldırıların “gözde” hedeflerinden biri de viraneye dönmüş bir Ermeni kilisesi idi. Sonradan kapandı.
“Onun adı niye Garbis, niye Mardiros?” diye sora sora onların Ermeni ve Hıristiyan olduklarını öğrenmiştim. Aynı zamanda bizim de Alevi olduğumuzu. Yusuf Hallaçoğlu duyarsa ne der bilemem, ama Ermenilerle ilişkilerimiz gayet iyi iken, o zamanın şartları içinde her birini “faşist” sandığım Türklere karşı korku içindeydik. Okuduğum ilk ve orta okulda subay çocukları da vardı mesela. Ama onlarla hiç arkadaş olamadık. Bize bakışları “tepeden” idi. Onlar “en akıllı”, “en çalışkan” ve üstüne üstlük Türk idiler. Adları Türkay, Osman veya Alpaslan idi. Bizler ise adları Fadime, Ali, Cafer, Hasan veya Hüseyin olan çocuklardık, yoksul ve Kürt idik… Gerçi “akıllı” ve “çalışkan” olmak konusunda onlardan aşağı kalır yanımız yoktu. Okuduğum okulların “en çalışkan” ve o zamanlar çok da kolay olmayan “teşekkür” ve “takdir” alan öğrencilerindendim. Büyüklerimiz iyice kafamıza kazımışlardı, okuyup adam olmaktan gayri bir şansımız yoktu bizim hayatta. Benden sonra aynı sınıf sıralarında okuyan kardeşlerime, bazılarından çok sıkı dayaklar yediğim öğretmenlerim “çok akıllı bir çocuktu, bir de solcu olmayaydı…” derlermiş. Çok geçmeden öğrendim, ne yaparsak yapalım, ne edersek edelim, adları Alparslan, dilleri Türkçe olanlar gibi olmamız mümkün değildi. Ve “Kürt” ve “Alevi” olarak yenik başladığımız bir zor yaşamın üstesinden gelmemizin yolu okumak da değildi… Biz de “devrimci” olduk. Lenin’in, Stalin’in kitaplarından öğrendiğimiz kadardı “demokrasi”den anladığımız ve o da “burjuvazinin diktatörlük biçimlerinden biri” idi…
Ama özellikle belirtmek isterim, ailemiz, büyüklerimiz bizlere hiçbir zaman, hiç kimseye karşı “düşmanlık” duyguları öğretmediler. Herkesin aynı Allah’ın kulu olduğunu ve kimseye kötülük yapmamamız gerektiğini, herkese karşı iyi olmamız gerektiğini öğrettiler. Benim resmi ideoloji zihniyetinin bizleri ne hale getirdiğini anladığım ilk deneyimim, Elazığ’daki bu ortamda ve komşularımızın Ermeni, bizim ise Dersimli ve Kürt olduğumuzu öğrenmemle birlikte olmuştur. Öğrendiğim şeyin kilit sözcüğü ise, “korku” idi…
Bir gün mahallemizdeki, dönemin Süleyman Demirel’in Adalet Partisi taraftarı olduğunu bildiğimiz Hacı bakkal ile Mardiros abe arasında geçen şöyle bir diyaloga tanık olmuştum:
Mardiros abe, yerel şivesiyle, “Atatürk yaman adamdı ha” diyordu Hacı bakkala, “o olmasa düşmanlar talan etmişti memleketi”. Hacı bakkal da onaylıyordu onu, ama dolaylı yoldan kayıt düşmeyi de ihmal etmiyordu. “Tabii” diyordu Mardiros abeye, “Atatürk olmasa cumhuriyet olur muydu? Kim bilir ne halde olurduk? Ama hilafeti-milafeti kaldırmasaydı daha iyi olurdu, din-iman önemli, rahmetli pek dindar değilmiş.” Mardiros abe onun bu sözlerine şöyle karşılık vermişti; “Ne yapsın adam? Mecbur kaldığı için kaldırmış. Bence ona kalsa kaldırmazdı, yanındakilerin yüzünden biraz da…”
Ben mahpustayken vefat eden Mardiros abenin Atatürk hakkındaki gerçek düşünceleri bu değildi oysa. Ne benim ailemin, ne de onun… Uzun kış akşamlarında büyüklerimizin yaptıkları sohbetlerden biliyorum. Ermeniler nasıl kesilmiş, Kürtler nasıl kırılmış, süngülerin, kurşunların önünden nasıl kurtulmuşlar… Ama hiçbir zaman “kendileri” olmaya cesaretleri yoktu, Hacı bakkal kadar bile…
Ermeni olmanın ne demek olduğu gerçeğinin bir kez daha kafama dank ettiği bir başka olay da cezaevinde başıma geldi.
1982 yılında, dönemin işkenceleriyle ünlü askeri cezaevlerinden Metris Sıkıyönetim Cezaevi’nde idik. Dayatılan askeri kurallara (Bütün askerlere “komutanım” diyeceksiniz! İstiklal Marşı okuyacaksınız! Atatürk eğitimine katılacaksınız! vb.) direndiğimiz için her gün dayak yediğimiz, işkence gördüğümüz bir dönem idi. Sabah ve akşam sayımlarında koğuşlara dalan bizlere karşı dolduruşa getirilmiş askerler bizi öldüresiye dövüyor, seçtikleri bazılarımızı koridora çıkararak orada özel olarak işkence ediyordu. Sanırım ASALA militanları bir Türk diplomatını öldürmüşlerdi. “Misillemesi” de hepimizi “Ermeni dölü” saydıkları için bizlere karşı yapılacaktı… O gün, sayım vaktinden önce nöbetçi asker mazgalı açıp sordu; “bu koğuşta Ermeni var mı?” Yoktu. Diğer koğuşlara da aynı şekilde sormuşlardı. Bu arada arkadaşlarımızdan birinin renginin sarardığını fark ettik. Çok korkmuştu. Çok gizli bir sır söyler gibi fısıltıyla söyledi nedenini; “ben Ermeniyim”… Sünnet kontrolü yapacak olsalar anlayacaklardı yani durumu. Neyse ki öyle bir iğrenç kontrol yapmadılar ve sayımda “olağan” dayağımızı yedik. Ama o arkadaşımın hali ve yüzünün sararmışlığı, gözlerindeki korku, beynime çakıldı kaldı. Mesele işkenceden, dayaktan korkmak da değildi. Anlatılması kolay olmayan bir “korku” idi bu…
Geçmişin tutsağı olmak
Çocukluk arkadaşım Garbis ile aynı adı taşıyan bir başka mahpus arkadaşım hakkında hazırlanan iddianameyi hatırlıyorum. 12 Eylül’ün gaddar savcılarından biri, hazırladığı iddianamede, neredeyse her paragrafın başında, “bu Ermeni oğlu Ermeni” diyordu, “bu Ermeni oğlu Ermeni bu memleketin havasını solumuş, okullarında okumuş, ekmeğini yiyip suyunu içmiş ama devlete düşmanlık yapmıştır”…
Ermeni olmaklığımız, Kürt olmaklığımız, Alevi olmaklığımız, dahası dindar olmaklığımız, solcu olmaklığımız, demokrat olmaklığımız, hasılı, resmi ideolojinin tarif ettiği türden bir “kitle” olmamaklığımız, bu memlekette hep bir “dert” ve beraberinde “korku” nedeni oldu. Her şey olduk da bir türlü “kendimiz” olmamız “uygun” görülmedi…
Bugün içerisinden geçtiğimiz sürecin sancıları, böylesi bir evveliyatın içerisinden geliyor olmamızdan sebeptir. Üzerine yürüdüğümüz gelecek, mutlaka herkesin kendi gibi olmaktan yana korku duymadığı bir gelecek olmak zorundadır. Çünkü ülke ve toplum olarak bunun bedelini çok ağır ödedik. Günlük siyasetteki krizlerin, gerginliklerin üzerine çıkıp geleceğimiz üzerine biraz soğukkanlı düşünebildiğimiz zaman bilincine varacağımız gerçek, eminim ki bu olacaktır…
Geçmişimiz geleceğimizi daha fazla tutsak etmesin ve o geçmişin acıları geleceğimize güvenle bakmanın gerekçesi olsun diye…

Yorumlar kapatıldı.