İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Ağrı Dağı Efsanesi’

Halûk Sunat
İnsani meselelerin, nasıl da, büyülü bir dil olup tarihin derinliklerinden sızarak günümüzü kuşattığının resmidir.

Ağrı Dağı Efsanesi, -‘Roman’ alt başlığı ve Abidin Dino’nun çizgileriyle- Cem Yayınevi tarafından, Yelken Matbaası’nda dizdirilip bastırıldıktan sonra, Yedigün Mücellithanesi’nde ciltletilmiş: İstanbul, 1974, Üçüncü Basım. Aradan, neredeyse, bir koca kırk yıl geçmiş. Yaşar Kemal’in kitaptaki imzası ve ithafı, bugün gibi –capcanlı: “…’e içtenlikle, Yaşar Kemal, 1974”. Ve, büyük usta, üşenmemiş eklemiş –elceğiziyle: “Hüso Usta’nın da selamlarıyla, Y. K”.
Romanımız, efsanenin başkahramanı Ağrı Dağı ile başlar –Dağ’da, Küp Gölü ile: “Ağrıdağı’nın yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler”. Göl değil, neredeyse bir kuyudur –bir harman yeri büyüklüğünde ve çok derinlerde. Bahar gözünü çiçeklerle açar gölün kıyısında her yıl karlar eridiğinde. Ulu bir tazelik patlar dağda âdeta: “Ağrıdağı’nın güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar”. Gün doğumundan gün batımına dek, Ağrı Dağı’nın öfkesini üflerler kavallarına. Keskin kokulu, kısa, keskin çiçeklerin baharı patlattığı kuyu gibi derinliklerdeki gölün kıyısında –bin yılın öfkesini. Tarihin derinliklerinden sızıp günümüzü de kuşatmak üzere –büyülü bir dille.
Demek ki, Ağrı Dağı, efsanesinde, bin yıllık bir derinlikten, bağrında taşıdığı, halkın bin yıllık öfkesini dillendirecektir bize.
Bir gün, bir kır at, gümüş savatlı Çerkes eğeri, gümüş işlemeli üzengisi, sırma işlemeli dizginleri ile Ahmet’in kapasında durur –geniş soluklarıyla. Ak sakallı Sofi görür ilkin atı. Atın bir damgası vardır ama kimin: Hangi oymağın, hangi beyin, paşanın? İçeriden Ahmet’in kavalının sesi –yalnızca Ahmet’in değil, babasının, dedesinin nefesi: “Ve dağ yürüyordu kaval sesinde. Ve uçurumlar, çığlar, ayaz gece, yıldızlar patlıyordu. Ayışığı patlıyordu. Ve dağ bütün hışmıyla yürüyordu. Terlemiş, soluklanan… Bir ulu dev gibi göğüs geçiriyordu Ağrı. Sofi çok derinden Ağrı’nın soluklandığını duyuyordu”.
Halkın bin yıllık öfkesini sırtlanmış, hışımla yürüyen Dağ’ın soluklarını duyuyordu Ahmet’in kavalında, ak sakallı Sofi.
“Bu at senin kısmetindir,” dedi, Sofi. “Öyledir. Mademki gelmiş, kapıda durmuş. Ama bu at kimin atı?” diye de üsteledi Ahmet. “Ama kimin olursa olsun, bu at senin. Kapına haktan armağan geldi”. Hakkın tüm doğallığıyla haktan bir armağan olarak görünmüşür kır at Ahmet’in kapısında: “Çok düşünme, atı al, şu aşağı yola bırak gel. At bir daha kapına gelirse, al gene götür. Bunu üç kere yap. At gene gelirse bu senin atındır. Atın sahibi bey de olsa, paşa da, Osmanlı Padişahı, Acem Şahı da olsa, Köroğlu da olsa, kelleni verir de bu atı veremezsin. Ve hem de veremeyiz”. O denli açık, o denli doğal, tartışmasız bir haktır kır at. 
Demek ki, Ağrı Dağı, efsanesinde, bin yıllık bir derinlikten, bağrında taşıdığı, halkın bin yıllık en doğal, en tartışmasız öfkesini dillendirecektir bize.
Ahmet’in kapısına duran kır at, Kürt halkının gözünde de, ‘gözü kanlı Kürt beyleri’nin gözünde de, yadigârdır Ahmet’e: “Kim görmüş ki haktan yadigâr gelmiş at, bey de olsa, paşa da olsa, sahibine geri verile!” Atın sahibi, Osmanlı’nın Beyazıt paşası Mahmut Han, öyle düşünmez elbet, öfkeden kudurur: “Veremezdi ama, şu Ahmed, şu dağlı parçası da kim oluyordu!” Ahmet’in ve yöre  halkının en doğal hak kabulü bir tür meydan okumadır, Paşa’ya: “Bir dağlı, bir talancı, bir çocuk, daha bıyığı bitmemiş, benim atımı çaldı, bana  hakarette bulundu”.
Nihayetinde, tarihin derinliklerinden yürür üstümüze mesele –Paşa’nın askerleri, bir yaz ikindisi, üşüşürler Ahmet’in köyüne -Sorik’e.  Verirler köyü ateşe: “Yanan bir evden çok yaşlı, ak sakalları ise bulanmış, uzun kaşları gözlerini örtmüş” Sofi çıkar, dik dik  bakar Paşa’ya: “Bütün bunlar bir at için mi Paşa?” Sofi, boynunda bir lale yollanır zindana –Paşa ve askerleri de öteki köylere, ama, nafile: “Hangi köye vardılarsa, o köyü bomboş bul[ur]lar. Sanki hiçbir köye insan ayağı değmemişti[r]”. Köyleri boş buldukça kudurur Paşa: “İsyan bayrağı açtılar,” der, köpürür. O zaman da vardır, Paşa ile birlik, isyancı kovalayan, ol mahalden insan: “Bu dağlılar saklandıkları zaman öyle bir saklanırlar ki onları şeytan bile  bulamaz,” der, Molla Kerim. Babası gibi Erzurum’da medrese tahsil edip İstanbul’da Saray’a kapılanmış, Osmanlı’nın ününe şanına bağlı, padişahla nice savaşa katılmış gözü pek Paşa, ikna olur, isyancıların yakalanması izleyen bahara kalır, dönülür Beyazıt Sarayı’na.
“Ahmed, tekmil dağlıları toplamış, ta aşağılara, Şemdinan Kürtlerine, Hakkâri dağlarına gitmişti[r].” Paşa’yı sarayına yolculayan Kürt beyleri, aralarından, Milan Beyi’nin oğlu Musa Bey’i umucu gönderirler Ahmet’e. Güya, Paşa, atını falan unutmuş, köylüleri bağışlamış, tek muradı, dünya gözü ile görmektir o yiğit Ahmet’i. Ahmet, uyar Bey Musa’ya, giderler birlikte saraya. Lakin, hâkim irade –o gündür bugündür değişmemiş olmalı- yürür o günden bugüne: “Bilmem,” der, Paşa, yüzsüzce, “ya atım gelir ya da başını alırım. Atın şunu zindana,” diye de ünler. Ve öylelikle, “atın, Ahmed’in, Sofi’nin, Musa Bey’in hikâyeleri, Van’dan Malatya’ya, Malatya’dan Kafkas’a, oradan Anadolu içerlerine kadar” yayılır.
Sonra ne mi oldu? Ahmet, zindanda, Ağrı Dağı’nın öfkesini içine çekti, kavalına vurdu. Kavalı dinleyen Paşa kızı Gülbahar Ahmet’e vuruldu. Mutfağı ayağa kaldırdı, kendi elleriyle yemekler yaptı, zindana yolladı. Zindancıbaşı Memo’nun himmeti ile Ahmet’i uzaktan gözledi: “Gülbahar’ın içine bir kurt girmiş durmuyordu. Geceleri gözlerine uyku girmez olmuştu. Ahmed’in yüzü gözlerinin önünde bir sarı ışık gibi gelip gidiyordu”. Ne yapmalıydı? Sarayın dışında, kıvılcım yağmuru altında en zorlu demirleri kendi tavına çeken Demirci Hüso umut oldu o ara. Dahası, Ahmedi Hani’nin mezarına gitti, niyaz etti. Ve, “Artık her şeyi bilinçli, inceden ince biliyordu. Kurtuluşu kalmamıştı. Akıbetinin üstüne yürüyecekti. Ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun”.
Demek, Ağrı Dağı, efsanesinde, bin yıllık bir derinlikten, bağrında taşıdığı, halkın bin yıllık en doğal, en tartışmasız öfke dalgasının üstünde yükselecek sevda içre bir dayanışmayı  dillendirecekti bize.
Sonra, nakışlı ceviz sandığını açtı, ne bulduysa kıymetli içine atıp bir kese yaptı, Memo’ya uzattı. Memo nicedir vurgunu yemişti –Gülbahar’dan yana-, gözleri keseyi görecek gibi değildi. Şaşkın, elleri kuş gibi titrek, uçkun, bet beniz atık, anahtarları Gülbahar’a uzattı, uzaklaştı. Öylece, birkaç gece, Ahmet ve Gülbahar, elleri birbirinin içinde yanık, sabahı ettiler –gizlice: “Bu at, bu kız bana Tanrı’nın, Ağrı’nın armağanıdır. Buna layık olmak gerek,” dedi Ahmet, içinden, ‘kütür kütür sağlıklı, baş döndürücü’ Gülbahar’ın ardından.
Sonra, Gülbahar, Sofi’yi iknaya çalıştı –o at alınıp gelinse, dört cana kıyılmasa? Ama, “Bu saray yıkılacak,” dedi, Sofi, “o bir at değil, bin saray…” Ya peki, Hüso? “Bu Hüso ateşe tapandır. Bir büyücüdür. Bir de iyi insandır. Belki bu derde bir çare bulur,” diye iç geçirdi: “Hüso’nun yaşı belli değildi. Demirci dükkânında beş oğluyla birlikte çalışır, çok güzel, altın işleme, keskin, kırılmaz kılıçlar döğerdi. Kendini bildi bileli paşa sarayına, bey konağına adımını atmamıştı. Ramazanda oruç tutmaz, hiç namaz kılmaz, hiç dua etmezdi. Bazıları Hüso’nun ateşe taptığını söylüyorlardı”. İdamlıkların başı vurulmadan atı getirmenin sözünü aldı Hüso’dan, Gülbahar.
Demek, Ağrı Dağı, bin yıllık bir derinlikten, bağrında taşıdığı, halkın bin yıllık en doğal, en tartışmasız öfke dalgasının üstünde yükselecek sevda içre dayanışmanın efsanesine, elinin emeği ile mağrur Hüso Usta’yı da katacaktı.
Herkesi kabul etmeyen Kervan Şeyhi, Hüso’nun hatırına, kabul etti Gülbahar’ı. Verdi mührünü, aldı mührü Hüso. Verdi mührü dağlılara, kaptı atı dağlılardan -rızalarıyla. Haberi Mahmut Han da duydu. Duydu da, “Verseler bile, verseler bile atı getirip kapıma bağlasalar bile Cumartesi günü onların boynunu kalenin burcunda vurduracağım,” diye kudurdu. Derken efendim, “Perşembe akşamı Hüso atı aldı getirdi. Sarayın büyük kapısına bağladı. Kasabada bir bayram havası esti. Herkes en güzel giyitlerini giyindi. Kadınlar alvala bağladılar”. Kapıya bağlanan atın sevgi bulutuyla onları örten gecede, -yine, Memo’nun himmetiyle- Gülbahar ve Ahmet halvet oldular: “Kanları birbirlerinin damarlarında ak[tı]. Korkunç bir ateş çıplak bedenlerini birleştir[di]”.
Mesele at değildi elbet, aklı halkın itaatsizliğine takılı Han, sapsarılara kesilir oldu, öfkeden tir tir titredi, “O at benim değildir,” demelere durdu. Hüso çıldırdı, atı halkasından çözdü. At, bir yıldız gibi dağın yamacına süzüldü. Cellatlar, büyük, ağır palalarını bilemekte idiler. Gülbahar, Memo’nun ayaklarının dibine çöktü, yalvardı, ‘Ne istersen veririm, yeter ki sal onları,’ diye inledi. Hoş, Memo, Gülbahar’ın o geceyi, ölünceye dek kendisini unutmamasını ve saçının birkaç telini diledi sadece. Sofi’yi, Musa’yı ve Ahmet’i saldı o gece. Askerle dövüşe dövüşe bıraktı kendisini kalenin burcundan aşağı: “Hüso ağır ağır Memo’ya yaklaştı,” ve sonra, “onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memo’nun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı”. Derdine dermandır diye açıldığı kardeşi Yusuf, babasının korkusuna, dayanamadı, kalktı babasına anlattı bildiklerini, Gülbahar’ın ettiklerini: “Onu hiçbir surette sarayda tutamayız, kaçar. Ya öldürelim, gizliden. Ya da zindana atalım. O, Ali Bey’i attığımız kuyuya.” İndirdiler zindandaki kuyuya. Duydu ama herkes Gülbahar’ın indirildiğini kuyuya. Demirci Hüso da, Kervan Şeyhi de. Delikanlılar, yiğitler, sevdaya doymuş kadınlar ünledi: “O orda kuyuda kaldıkça biz burada nasıl birbirimizin yüzüne bakabileceğiz”.
Sözle kalmadı, “gece, karanlık yürümeğe başladı”. Karanlık gece idi, yüründü: “Önde atın üstünde Ahmet, yanda Ağrıdağı insanları… Evler, köyler boşaldı. Bastıkça aşağı doğru kayan taşlarla birlikte, insanlar dağdan, Beyazıd üstüne bir sel gibi aktılar. Aynı anda Van kıyısı da uyandı, ova köyleri de… Onlar da Beyazıd’a aktılar. Gökten düşer, yerden biter gibi bir kalabalık, geceyle, Ağrıdağıyla birlikte Mahmut Han’ın sarayının üstüne yürüdü”.
 
Ağrı Dağı, yükselen sevda içre dayanışması ile, bin yıllık derinlikten, bağrında taşıdığı, halkın bin yıllık en doğal, en tartışmasız öfkesi ile dalgalanıp yürürken, “Beyazıd kasabası taşıyla toprağıyla asker olsa neylerdi ki bu kalabalığa?”
Asker duramadı elbet kalabalığın önünde. Kalabalık zindana indi, Gülbahar’ı çekti aldı. Ağır, sessiz, kalabalık Gülbahar’ı arasına katıp saray kapısından çıktı. Orada, ötede, Ahmedi Hani’nin mezarının yanı başında yakılmış ateşler aydınlattı yollarını. Lakin, Kervan Şeyhi dedi ki, “Mahmut Han bir Osmanlı, bir kâfirdir. Bunlar insandan ayrı yaratıklardır. Bunu bizim yanımıza bırakmaz”. Hoşap Kalesi beyine sığınmak vacip oldu. Sığındılar. Mahmut Han, Osmanlı’dan medet umdu. Olmadı, askeri Hoşap Kalesi üstüne çekemedi. Halbuki, devran daha o günden dönüyor, “Hoşap kalesine aşağı çölden, Ağrı’dan, Muş ovasından, Umriye gölünden, Van’dan, Bitlis’ten, Diyarbakır’dan yardım teklifleri geliyor, her yerden bir dost eli uzanıyordu”. Onuru beş paralık oldu Paşa’nın: “Gün geçtikçe eriyor, bitiyordu”. Çaresizdi: “Gün geçtikçe bir lanet çemberiyle sarıldığını ta yüreğinin başında duyuyordu”.
Ve, laneti yüreğinin başında Paşa –Ahmet’ten ve isyankâr ahalinin elinden kurtulmak niyetine- uyduruyordu: “Ahmed Ağrıdağı’nın başına çıkabilirse, çıktığını da [ateşler yakıp] bize ispat edebilirse kızı ona elimizlen vereceğiz. Düğününü de biz yapacağız”.
Kalabalık indi iyiden iyiye Beyazıt’a –korku, iyiden iyiye Paşa’nın yüreğine. Ateşin ışığını herkesten önce ve herkesten çok diler oldu neredeyse. Yardımcısı, ağa, açık konuştu: “Paşam bu kaynayıp gelen kalabalık bu gece de dorukta ışığı göremezse, sabrı tükenir, gelir sarayı yerle bir eder, hepimizi öldürür. Neden birbirimizden saklıyoruz bunu? Neden kendimize bile söylemeğe korkuyoruz?” Korkunun ecele faydası yoktu, Paşa, çıktı sarayın önüne, Ahmet’i onların hatırı için bağışladığını söyleyip dağdan indirmelerini istedi.
Paşa’nın korku ile imana ve dize gelişine gönül indirmedi Hüso Usta. Ve dalgalanıp gelen Ağrı Dağı’nın coşkusunu dillendirdi: “Biz hep böyle, her şeyde birlik olsak, kimse bize diş geçiremez. Bize dağlar, şahlar dayanamaz. Hiç kimse… Yeter ki böyle birlik olalım”.
Demircinin çığlığı geceyi yırttı sonra: “Top patlar gibi uğultular geldi koyaklardan. Herkes Ağrı’nın doruğuna baktı. Dorukta ince bir ateş ipileyip duruyordu”.
Kan tere batmış atının üstünde dimdik geldi Ahmet. Geldi, sarayın kapısına durdu. Kalabalık onu çevirdi, Hüso’nun dükkânına gidildi. Gülbahar gelmiş, bir köşede durmaktaydı. Çıktı, Ahmet’e, “Gidelim,” dedi. “Saraya gitmediler, kalabalığa bakmadılar. Onlar için kurulmuş düğünü görmediler. Kervan Şeyhi’nin elini öpmediler, atlarına bindiler, yeniden dağa sürdüler.”
İnsani meselelerin, nasıl da, büyülü bir dil olup tarihin derinliklerinden sızarak günümüzü kuşattığının resmi olan  ‘dağ’a…
Meraklı okura not
Ağrı Dağı Efsanesi, estetik-poetik özellikleri ve toplumsal/siyasal gönderimleri bağlamında birçok farklı boyutuyla ele alınmayı hak eden bir metin. Sözgelimi, merkezi yetke ve temsilcilerinin yerel olana yönelik şiddete dayalı tahakkümünün, (doğrudan şiddet içermeyen, -neredeyse- ilkel düzeyli ‘sivil itaatsizlik’ tarzında) kararlı kitle gücü ve dayanışması ile geçersiz kılınması, kanımca, metnin, önemli bir toplumsal/siyasal gönderimidir. Öte yandan, merkezi olanla, mahallli olan arasındaki gerginlik/çatışmanın, yerel imkân ve teamüllerle örülmüş bir karşı direnişle hallinde, tayin edici/örgütleyici iradenin taşıyıcısı olarak emekçi Hüso Usta’nın (ki, ithafta yazarı tarafından –selamlarıyla- bilhassa onurlandırılmıştır [1]); yerel manevi değerler şebekesinin örgütleyicisi/düzenleyicisi olarak Kervan Şeyhi ve Ahmedi Hani’nin (manevi kimliğinin) konumlandırılışı da, yine, toplumsal/siyasal/kültürel gönderimler çerçevesinde anlamlıdır –kanaatimce.
Kurduğum metnin muradının, dünden bugüne uzanan insani meselelerin tarihsel derinlik içindeki örtüşümlerine işaret etmek olduğunu hatırlatmam münasebetsizlik addedilir mi,  bilemeyeceğim. Yoksa, az önce andıklarıma ilaveten, şiddete yatkın bir ‘baba’ Mahmut Han’ın (paşamızın), oğlu Yusuf’un ‘kendi olma’ sürecine düşürdüğü (kişiliksizleştirici/iradesizleştirici) izden kalkarak ‘baba-oğul/erkeklik’ hattında (‘psikanalitik duyarlıklı’) bir değerlendirimde bulunmak (kuşkusuz, aynı mütehakkim iradeye –onu hükümsüz kılıcı- karşı koyuşun örneği Gülbahar’ın tutumunu da yine aynı duyarlıkla ele almak [2]); öfkenin, direnişin, karşı-güç ve isyanın (ama aynı zamanda esirgeyiciliğin –saklayıcı annelik vasfı ile) taşıyıcısı ‘dağ’ın erkeksi, kuyu gibi derinlere uzanışı, içine alıcılığı (Gülbahar Ahmet’i Küp Gölü’nde yitirir) ve öfkenin, derdin içine akıtılışı ile ‘göl’ün kadınsı simgeleştirimlerini değerlendirmek; bir erkek olarak Memo’nun (Han’a rağmen ve ölümü göze alarak) Gülbahar’a kırılgan yatırımını ve -kaçınamadığı geri dönüşlerle- söz konusu yatırımı anlamlandırmada ‘yiğit’ Ahmet’in yaşadığı zorlanma nedeniyle cinsel/erotik nesnesi Gülbahar’la arasına kılıç sokuşunu (ve de, yazarın, böylesi bir ilişki akışına metninde özellikle yer açışını [3]) irdelemek çok yerinde ve yararlı olurdu –diye de anmak isterim. (4)
               ________________________
1. Kuşkusuz, elyazılı ithafta, Hüso Usta’dan doğru iletilmiş mahsus selam, selamı ileten yazarın söz konusu kahramanına metninde açtığı yeri doğrudan ve yeterince okumak için bir dayanak oluşturmaz –ama, herhalde, yazarın, öyle bir kahramana gönlünün yazınsal akışı içinde yer açışına da bön bön bakamayız. Öte yandan, Yaşar Kemal’in, Ahmet ve diğerlerinin atıldığı mapusaneden söz ederken, ‘yapıcıbaşı’ Süryani ustanın, orada yatacaklara bir dış dünya seyirliği ve bir tutam ışık sunmak kaygısı ile mapusane duvarında küçük bir delik bırakmasındaki insani zarafeti anmayı ihmal etmeyişi de anlamlıdır: “Ne olursa olsun bu zindana bir göz deliği bırakacağım. Ne olursa olsun, dünyada ilk olarak, benim yaptığım zindanın karanlığına pare pare ışık düşecek. Ve hiçbir zalim benim yaptığım ışık ocaklarını tıkayamayacak, söndüremeyecek” (s. 38). Ve, ‘Süryani’ Süleyman Usta, ora halkı tarafından hayır duası ile anılır. Ayrıca, ihmal etmeyelim, Hüso Usta’nın –yörenin hâkim dinsel inanışları yanında- farklı/azınlık dinsel kimliği içinde (Mecusi?) kurulması da anlamlıdır: “Arkasından, bazı kimseler, sarayın yakınları, ‘Ateşperest,’ diyorlardı. ‘Din düşmanı! Sana ne? Birlik olsak olmasak. Sen bir ateşe tapansın’” (s. 133).
2. “Yusuf’un gözlerinin önünde çok baş vurdular Beyazıd kalesinde. Zincirlerle çok insan döğdüler Beyazıd’ın çarşı alanında. Bütün bu işler olurken babası kendisinden geçiyor, heybetleniyor, yüzü geriliyor, gözleri parlıyor, boyu uzuyor, omuzları genişliyor, bambaşka bir insan oluyordu. Babası sanki bu anlarda yaratandı, yok edendi (…) Yusuf ondan çok korkuyordu. Babası onun için bir baba değil, bir korkuydu” (s. 85).
3. Sorar Ahmet: “Ne verdin, Gülbahar, ona ki, karşılığında canını aldın? Canını benim canımla değişti?” Yıkıcı bir meraktadır Ahmet. Gülbahar’ın yanıtı çok kadınca ve hayat doludur: “Ne isterse verir, senin canını alırdım. Hiçbir şey istemedi”. Ahmet, daha da kanırtır: “Sen ne isterse vereceğini söyledin ona, öyle mi?” (s. 139). Ve sonrasında da, Küp Gölü’nde yitip gidecekir.
4. Birbirimizin dağlarının ardına bakabilmek umuduyla, umudu yeşertici Dağın Ardına Bakmak çalışması için Bejan Matur’a da şükranlarımla.

Yorumlar kapatıldı.