İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hastalık

Etyen Mahçupyan

Türkiye toplumunun, bu durumun hastalıklılığını görmesi gerekiyor. Konuşmaya, dinlemeye, duymaya hazır olmayan, kendi görüntüsü ve ideal sunumu ile fazlasıyla meşgul, tevazuyu sahip olmakla övündüğümüz bir yüzeyselliğe dönüştürmüş, kibri doğallaştırmış bir toplumuz. O kadar ki kendi içimizdeki farklılıkları ve çeşitlilikleri bile ancak kuramsal bir ‘zenginlik’ olarak adlandırabiliyor ama o farklılık ve çeşitliliklerin somut sıkıntılarını, ihtiyaçlarını ve özlemlerini duymak bile istemiyoruz. Bu davranışın doğru olmadığını söyleyen vicdanımızı ise duyarsızlığımızı meşru kılan söylemlerle rahatlatmaya çalışıyoruz. Kürtlerin ‘zaten’ ayrılıkçı olduğu, Ermenilerin de ‘zaten’ geçmişte ayrılıkçı oldukları gibi… Ama bu önermeler, gayet basit bir dille söylersek, düpedüz yalan…

******************
Sağlık alanının siyasete ilham vermesinin ardında insani bir algılama yatar. Kurduğumuz organizasyonların ve sistemlerin de insanlar gibi doğup, gelişip, yaşlanarak öldüklerini tasavvur ederiz. Medeniyetleri bu şablona oturtarak konuşuruz.
Dolayısıyla toplum ve devletleri de, çoğu zaman sağlıklı ve hastalıklı olarak adlandırmaya eğilimliyiz. Ancak bunu salt bir kendini kandırma olarak görmek de pek doğru değil. Çünkü sosyopsikoloji bilimi, sosyal toplulukların ve kurumların sağlıklı iletişim sistemlerine sahip olabildikleri gibi, hastalıklı nitelikleri yapısallaştırabildiklerini de ortaya koymakta. Burada sağlıklılık, herkes için doğru olanın yapılabilmesini mümkün kılan bir iletişim zeminini ifade ediyor. Herkesin aynı doğruda buluşmasının ancak kuramsal bir beklenti olmasından hareketle de, açık, şeffaf, samimi bir etkileşim ve eleştiri mekanizmasının toplumda veya kurumda yerleşik bir kültüre dönüşmesi kastediliyor. Kısacası sağlıklılık, birlikte olma iradesine sahip bir grubun, birlikteliği nasıl sürdüreceklerini birlikte araştırma ve kendileri için ortak bir doğruda anlaşma becerisini ifade etmekte. Açıktır ki ‘hastalıklılık’ da bu becerinin olmaması hali. İkisi arasındaki farklılığı ise ancak zihniyetle açıklamak mümkün.
Öte yandan kritik nokta söz konusu becerinin olmadığı, hastalıklı toplum ve kurumlarda ‘çözümün’ nasıl arandığı… Çünkü ortak doğrularda anlaşamama halinin yapısallaşması bir ‘sorun’ olarak ortaya çıkacak ve haliyle uygun bir çözüm aranacaktır. Ne var ki ortak doğrularda anlaşamayan tarafların, birbirlerinin tavrını ve giderek bizzat birbirlerini ‘sorun’ olarak gördüğü bir dünyada, uygun çözümde anlaşmaları da bir hayaldir. Böylece olay karşılıklı zorlamaya dönüşecek, her iki taraf da kendi gücünü konsolide etmeye çalışacak ve çatışmanın sonu bir kopuşla neticelenecektir. Bu ise aslında her iki tarafın da yenilgisi demektir, çünkü ‘birlikte olma iradesinin’ lafta kaldığı, başarısızlığa mahkum bir proje olarak yaşandığının ispatıdır.
Bu bağlamda, Kürt meselesinin varlığı aslında bizatihi bir toplumsal başarısızlıktır ve arkasında da hastalıklı bir toplum olduğumuz gerçeği yatar. Esas sorun, Kürtlerin bir bölümünün isyan etmiş olması, silaha sarılması, şiddeti siyasallaştırması değil. Hatta devletin onyıllara yayılan zulmü, boşaltılan köyler, yakılan ormanlar ve hayvanlar, yerinden edilen insanlar, Diyarbakır Cezaevi’nde oluşturulan kasıtlı ve sadist eziyet ortamı da değil… Esas sorun başka bir yol akıl edememektir. Esas sorun ‘birlikte olma iradesini’ başkalarının bize benzeyeceği varsayımına dayandırmak, bunu doğal bir gelişme olarak adlandırmak ve onlara bu fırsatı verdiğimiz için kendimizden hoşlanmaktır. Türkiye devleti ve çoğunluk toplumu Kürtlere bakışında bu tutuma tıkanıp kaldı ve bunun hastalıklı olduğunu bir türlü kavramadığı gibi, hastalıklılığını gördüğü noktalarda da görmezden gelmeyi, reddetmeyi ve karşı tarafı suçlamayı tercih etti. Karşı tarafın direnci bir suçlama retoriği üretmekle kalmadı, Kürtleri aşağılamaya kadar giden gizli bir ırkçılık ‘Türk’ bakışı haline geldi. Ortak doğrulara ulaşma yolunda ‘konuşmanın’ becerilememesi, bir süre sonra ‘teröristle konuşulmaz’ ilkesinin ardına sığınılmasına neden oldu ve konuşmama neredeyse olumlu bir duruş gibi sunuldu. Böylece ‘Türk’ tarafı kendi beceriksizliğini karşı tarafa yıkarken, başarısızlığını gizlemek üzere, birlikte olma iradesinden vazgeçenin de Kürtler olduğuna inandı. O nedenle Kürt siyaseti ‘bölücü’ olarak adlandırıldı, çünkü ancak o zaman ‘birlikte yaşamanın’ gerektirdiği sorumluluğu üzerinizden atabiliyordunuz.
Türkiye toplumunun, bu durumun hastalıklılığını görmesi gerekiyor. Konuşmaya, dinlemeye, duymaya hazır olmayan, kendi görüntüsü ve ideal sunumu ile fazlasıyla meşgul, tevazuyu sahip olmakla övündüğümüz bir yüzeyselliğe dönüştürmüş, kibri doğallaştırmış bir toplumuz. O kadar ki kendi içimizdeki farklılıkları ve çeşitlilikleri bile ancak kuramsal bir ‘zenginlik’ olarak adlandırabiliyor, ama o farklılık ve çeşitliliklerin somut sıkıntılarını, ihtiyaçlarını ve özlemlerini duymak bile istemiyoruz. Bu davranışın doğru olmadığını söyleyen vicdanımızı ise duyarsızlığımızı meşru kılan söylemlerle rahatlatmaya çalışıyoruz. Kürtlerin ‘zaten’ ayrılıkçı olduğu, Ermenilerin de ‘zaten’ geçmişte ayrılıkçı oldukları gibi…
Ama bu önermeler, gayet basit bir dille söylersek, düpedüz yalan… Bunlar, hastalığımızla yüzleşmemek için uydurulmuş resmi görüntüler. Türkiye’nin artık bu hastalıkla yüzleşmesi gerekiyor. Esas sorunun bizzat toplumsal zihniyette olduğunu kavraması ve geleceğin ancak sağlıklı bir zihniyete doğru dönüşerek kurulabileceğini görmesi gerekiyor. Toplumların ‘birlikteliği’ ve bütünlüğü hiçbir zaman veri değildir. Üretilmesi, korunması ve sahiplenilmesi gereken bir sonuçtur. Bunu beceremeyen ve reddeden toplumlar ise bizzat ‘sorun’ olmaya doğru giderler ve gerçekle yüzleşmedikleri sürece daha da hastalanırlar…
e.mahcupyan@zaman.com.tr 
28 Temmuz 2011, Perşembe
http://www.zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=1A7DA16DAAB080C5E6B6C4FE2C7013F7?yazino=1162747

Yorumlar kapatıldı.