İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye’de ötekiyi anlamanın önemi

Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Başkanı ve Haber 7 yazarı Erkam Tufan Aytav’ın Yeni Ufuklar Yayınlarından neşredilen Türkiye’de Öteki Olmak adlı eserinde, Türkiye’nin ötekilerinin sorunları ünlülerle yapılan söyleşiler üzerinden göz önüne seriliyor… Kitabın sunuş yazısını yazan Ömer Laçiner, “Toplumlar, topluluklar da tıpkı bireyler gibi kendilerinden farklı olanı ne ölçüde tanıyor, bu tanıma ne denli gerçek bilgiye, samimi ilgiye dayanıyorsa, kendilerini de o ölçüde tanıyor, biliyor demektir. Bir başka deyişle; kendimizden farklı olana gösterdiğimiz ilgi, anlama çabası, kendimize dair kavrayışımızın, kimlik/kişilik bilincimizin derinliği ve gelişkinliğinin göstergesidir” dedikten sonra “Ancak” diyerek şöyle sürdürüyor yazısını:  “bilhassa belirtmek gerekir ki; toplumların -onu oluşturan toplulukların- diğer toplum ve toplulukları tanıması, tanımlaması konusu manipülasyona açık bir alan olagelmiştir. Bu, en azından içinde yer aldığımız Ön Asya ve Batı Avrupa kültür-tarih dünyasında tek tanrılı dinlerin -ve aralarındaki rekabetin- hegemonik hale gelmesinden beri böyledir. Ve modern çağda ulus devletler ile onların kurucu ideolojisi olan milliyetçilikler bu “geleneği” devralmakla kalmayıp söz konusu manipülasyonu sistematik, temel bir öğe haline getirmişlerdir”

Kürt’ünden Ermeni’sine, Süryani’sinden Başörtülüsüne, Yahudi’sinden Çingene’sine, Alevi’sinden Rum’una kadar sistemin ötekileri neler söylüyor, ne düşünüyor?
Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Başkanı ve Haber 7 yazarı Erkam Tufan Aytav’ın Yeni Ufuklar Yayınlarından neşredilen Türkiye’de Öteki Olmak adlı eserinde, Türkiye’nin ötekilerinin sorunları ünlülerle yapılan söyleşiler üzerinden göz önüne seriliyor…
Türkiye’de Yahudi Olmak konusunda Mario Levi, Türkiye’de Rum Olmak konusunda Yorgo Stefanopulos, Türkiye’de Başörtülü Olmak konusunda Hilal Kaplan, Türkiye’de Ermeni Olmak konusunda Arus Yumul, Türkiye’de Süryani Olmak konusunda Zeki Basatemir,  Türkiye’de Kürt Olmak konusunda Altan Tan, Türkiye de Alevi Olmak konusunda Reha Çamuroğlu, Türkiye’de Çingene Olmak konusunda Aydın Elbasan ile yapılan söyleşilerden oluşan eserde ünlüler yaşadıklarından örneklerle sistemin ötekilerinin sorunlarını dile getiriyorlar.
Kitabın sunuş yazısını yazan Ömer Laçiner, “Toplumlar, topluluklar da tıpkı bireyler gibi kendilerinden farklı olanı ne ölçüde tanıyor, bu tanıma ne denli gerçek bilgiye, samimi ilgiye dayanıyorsa, kendilerini de o ölçüde tanıyor, biliyor demektir. Bir başka deyişle; kendimizden farklı olana gösterdiğimiz ilgi, anlama çabası, kendimize dair kavrayışımızın, kimlik/kişilik bilincimizin derinliği ve gelişkinliğinin göstergesidir” dedikten sonra “Ancak” diyerek şöyle sürdürüyor yazısını:  “bilhassa belirtmek gerekir ki; toplumların -onu oluşturan toplulukların- diğer toplum ve toplulukları tanıması, tanımlaması konusu manipülasyona açık bir alan olagelmiştir. Bu, en azından içinde yer aldığımız Ön Asya ve Batı Avrupa kültür-tarih dünyasında tek tanrılı dinlerin -ve aralarındaki rekabetin- hegemonik hale gelmesinden beri böyledir. Ve modern çağda ulus devletler ile onların kurucu ideolojisi olan milliyetçilikler bu “geleneği” devralmakla kalmayıp söz konusu manipülasyonu sistematik, temel bir öğe haline getirmişlerdir”
Manipülasyonun en belirgin özelliği
“Bu manipülasyonların en belirgin özelliği farklılıkların bir olumsuzluk, kötülük ve sonuçta bir ötekileşme/düşmanlaştırma nedeni olarak sunulmasıdır” diyor Laçiner ve ilave ediyor: “Bunun benimsetilmesi oranında öteki/düşmandan farklılıklar, birer olumluluk, üstünlük veya erdem düzeyine yükseltilir. Böylece kendimizi iyi- üstün ve “haklı” pozisyonuna yerleştirebiliriz. Ayrıca bir de güçlü ve çoğunluk halinde isek avantajlarımızı doğal imtiyaz sayıp kurumlaştırmanın kapılarını ardına kadar açmış oluruz. Bu kapıdan girildiğinde ise “öteki”ne yükleyeceğimiz olumsuzlukların sınır çizgisi de sürekli geriletilecek ve sonunda onun varlık nedeninin bile kabul edilmediği bir noktaya varılacak demektir. İçinden geçtiğimiz Milliyetçilikler ve milli devletler çağında ordu-devletlerarası savaşların giderek milletler arası topyekun savaşlara dönüşmesinin, millet içi farklılıkların kolayca iç savaşlara yol açmasının ve bunların geçmişte görülmedik çapta katliamlara varmasının ve bu çatışma ve savaşların sınır, kural tanımaz bir kin, nefret yüküyle cereyan edebilmesinin kaynağı da burasıdır”
Dikkatli olmak zorundayız
Laçiner, “Bu bakımdan, bunca tarihsel tecrübeden sonra bugün “dini/ mezhebi veya etnik/milli kimlik ve kişilik bilincimizi korumak/ pekiştirmek” ten bahsederken fazlasıyla dikkatli olmak zorundayız. Çünkü söz konusu korunma/pekiştirme çabasının yakıtı, ötekini/farklı olanı olumsuzlamaktan, onun insani vasıflarını görmezden gelmekten temin edilir. Böylece, farklı olanın “iyi” demek zorunda olduğumuz özelliklerine, “bizim”le ortak acı, keder, dert ve sevinçlerine duyarsızlaşmamız, en azından “mesafeli” durmamız kolaylaşır. Özellikle yanı başımızda olan “farklı” ile karşılıklı olarak -ve kaçınılmaz biçimde sürtüşüp çatışarak- koruyup pekiştirdiğimiz kimlik bilinçleri böyle teşekkül eder” diyor.
Laçiner’in yazısı şöyle devam ediyor:
“O nedenle insani hayat biçimlerinin ne denli zengin, çeşitli olabileceğinin göstergesi, kanıtı olan “farklılıklarımızı” birer dışlama ötekileştirme ve hele düşmanlaştırma nedeni değil, kendi insani toplumsal varlığımızı geliştirme, yeni sentezlere varabilme imkânı olarak ele alan içten bir yaklaşıma geçmek zorundayız. Bu zorunluluğu, şu son yüzyılların milletler, etnik/dini topluluklar arası çatışmalarının tüyler ürpertici bilançosuna, korkunç tahribatlarına bakarak dahi anlayabiliriz. Kaldı ki; içine girdiğimiz 21. yüzyılın geri döndürülemez bir zorunluluk ve giderek çoğalan bir imkânlar seli olarak önümüze koyduğu ilişki; iletişim ve dolayısıyla tanıma-anlama kanallarının “çağrı”sı da bu ufka doğrudur.
Bu olgu, “farklılıklarımızın” çoğunun ne denli yüzeysel, öyle olmayanların ise pekâlâ kabul edilebilir, birlikte olunabilir olduğunu gösterdiği gibi; duygu, acı, dert ve sevinçlerimizin ne denli ortak ve paylaşılabilir, dolayısıyla birlikte çözüm aranabilir olduğunu da giderek daha iyi görebileceğimiz kapıların açılmasına tekabül ediyor.
Bu kapıları görme ve onları hepimizi aydınlatacak, yüceltecek biçimde aşabilme yeteneğimiz ve gayretimiz, “kendimizi” de “farklı olanlar ile eşit sayabildiğimiz ölçüde artacak, sonuç verebilecektir. Bu tutum, kendisini “biz”den üstün saymaya “alışmış” olanların o kendilerinden menkul imtiyazlarının fiilen ve ahlaken temelsizliğini gösterecek çabaların yanı sıra; kendimizi karşılarında” üstün ve imtiyazlı saydığımız -öncelikle yanı başımızdaki- toplulukların acı, keder ve dertlerini gerçekten anlamak ve paylaşmayı da gerektirir.
Bu paylaşma isteği, yani kendimizden farklı olana gösterdiğimiz, ilgi ve anlama çabası, ortak yönlerimizi, değer, sorun, dert, keder ve sevinçlerimizi keşfe yöneldiği ölçüde, farklılıkların önümüze diktiği engelleri aşmamızı, “yakınlaşmayı” sağlayacaktır. Burada dil ve kültürümüzün dahiyane bir sezgiyle yakınlaşmayı (ünsiyeti) “insan” kavramının jenerik vasfı addettiğini özellikle hatırlatmamız gerekiyor. Bu noktanın bilincine, anlamına vakıf olanlar, yakınlaşmaların bizi “daha fazla”, olgun, kâmil insan haline getireceğini de biliyor demektir.
Bu “bilgi”, 19. yüzyıla, modernleşme ve milliyetçiliğin zorlayıcı dalgaları üzerine gelinceye kadar, Kafkas, Balkan, Anadolu ve Ortadoğu’yu kapsayan ve pek çok dini/mezhebi ve etnik topluluğu içeren tarihi-kültür dünyasının tüm bileşenlerinde -pek yazıya dökülmemiş olmakla birlikte- fiilen vardı. Ama elbette, asırlardır bu dünyanın sosyopolitik/hukuki egemeni olan Müslüman/Sünni Türklerin üst-imtiyazlı konumunun kabullenildiği bir hiyerarşi dâhilinde geçerli bir “bilgi” idi bu. Modernleşmenin bu hiyerarşiyi eşitlik yönünde değişime zorlamasının etki ve tepki dalgalarıyla güçlenen milliyetçiliklerin çatışması altında o bilgi eridi. Böylece birlikte, iç içe, yan yana yaşamanın harcı da dökülmeye yüz tuttu.. Ve sonuçta, söz konusu kültür-tarih dünyası, her biri çevresindekileri düşman addeden milli devletlere parçalanmış, her devletin kendi içindeki azınlıklara “yabancı” hatta iç düşman muamelesini reva gördüğü, dolayısıyla da savaşların, iç savaşların sürekli gündemde olduğu bir “barut fıçısı”na dönüştü.
Türkiye Cumhuriyeti bu yıkını ve parçalanma sürecinde, sözünü ettiğimiz o birlikte yaşama kültürü, bilgisi ölümcül yaralar alırken, unutulmaya terk edilirken kuruldu. Dolayısıyla devletlerarası antlaşmalarla mecburen “azınlık” statüsü verdiği gayrimüslim toplulukları en küçük bir bahane ile “iç düşman” addeden, Müslüman çoğunluğu oluşturan mezhebi ve etnik farklılıkları yok sayan, dile getirilmesini yasaklayan bir millet tanımına oturtuldu.
Bu millet tanımında çoğunluğu oluşturan dindar veya laik Sünni Müslüman Türklerin devletçe empoze edilen bu algı ve uygulamaya karşı çıktıkları söylenemez. Tam aksine söz konusu dindar ve laik Sünni Türk kitle, örneğin devletçe dayatılan yaşam tarzı veya iktisadi politika gibi konularda kendi aralarında çatışmış, hatta cepheleşmiş olmakla birlikte; gayrimüslimlere yabancı-iç düşman muamelesinin reva görülmesine, Aleviliğin gizlenmesine, Türk’ten farklı Müslüman etnik toplulukların dillerinin yasaklanmasına, zorla asimilasyonuna yönelik politika ve uygulamalara fiilen destek vermiştir. Bu destek, o politika ve uygulamalar nedeniyle gayrimüslimlerin ve başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere Müslüman etnik mezhebi toplulukların maruz kaldığı yıkım, acı, şiddet ve aşağılamalara duyarsızlık, ilgisizlik ve örtme çabaları ile birlikte olagelmiştir.
En azından son yirmi yılın acı ve kanla yüklü olayları, o politika ve tutumun artık sürdürülemez olduğunu gösterdiği gibi; bunlarla korunmasına çalışılan “milli birliğin” ne denli tehlikeye atıldığını da gösterdi.
Dolayısıyla eğer bu tehlike önlenmek isteniyorsa sadece devlet ve “yüksek siyaset” düzeyinde gerekli düzenlemelere değil, belki de bundan çok daha önemli ve ağırlıklı olarak, Müslüman Türk çoğunluğun, Türkiye toplumunu oluşturan dini, mezhebi, etnik topluluklara yaklaşım ve tutumunda da kökten bir değişime yönelmesine ihtiyaç vardır.
Az önce özellikle hatırlattığımız üzere bu değişim, aslında asırlardır sahip olduğumuz ama son yüzyıllık “parantez” içinde unutmaya zorlandığımız bir vasfı, bir kültür mirasını keşfetmek, onu yenileyerek çağın ve geleceğin koşullarına uyarlamaktan başka bir şey değildir.
Erkanı Tufan’ın okuyacağınız kitabı bu “hatırlama”nın ışığında, doğrudan doğruya Müslüman Türk çoğunluğa seslenen -benim bildiğim- ilk kitap olarak önemli, her şeyden önce. Yazarın tam bir içtenlikle Türkiye toplumunun “azınlıklarının, kendini azınlık olarak gören etnik mezhebi toplulukların temsili kişilikleri ile yaptığı söyleşilerde dile gelen acılar ve kırgınlıkları ilk kez işitmiyoruzdur belki. Ama bu toplu ifşa ve dertleşme, onları yürekten hissetmenin kapılarını açabilir. Bunu yapabildiğimizde, onları dertleri ile ortaklaşarak tanıdığımızda, bütün bir Türkiye toplumu olarak kendimizi çok daha büyük ve yetkin bir toplum haline getirecek yetenek ve özelliklerimizi de tanımış, “kendimizi” böylece keşfetmiş de olacağız. Bu keşfe sadece Türkiye’nin değil -ilk planda ve acilen- onu çevreleyen Balkanlardan Basra körfezine bütün bir kültür- tarih dünyasının da ihtiyacı olduğunu bilerek.
(Haber 7)
http://www.haber7.com/haber/20110407/Turkiyede-otekiyi-anlamanin-onemi.php

Yorumlar kapatıldı.