İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İnancın evrenselliği ve Sebuh…

Ali Bayramoğlu  a.bayramoglu@aksiyon.com.tr  

Bir papazdan fazlasıydı Sebuh. Episkopostu. Malatyalı idi. Babası, o 10 yaşındayken, 1969’da Ermenistan’a götürmüş aileyi. Türkçesi mükemmel, aksansızdı Sebuh’un. İstanbul Ermeni Patriği Mesrob’un görevini yerine getiremeyecek kadar hasta olmasından sonra, planlanan seçimlerde adaylardan birisiymiş, İstanbul’a bu nedenle yakınlarda iki kez gelmiş…

Bir konferans için Ermenistan’daydım. Gitmeden önce arayan Levent Dink, telefonda, bir papazdan söz etmişti, “Deli doludur, seni dinlemeye de gelir, zaten hemen fark edersin, ilginç bir adamdır, tanış.” demişti. Adı Sebuh’tu. 
Geçen hafta bir konferans için Ermenistan’a gittim. Bu gezi sırasında, insana paylaşma arzusu veren ilginç bir deneyim yaşadım.
Ermenistan’a gitmeden arayan Levent Dink, telefonda, bir papazdan söz etmişti, “Deli doludur, seni dinlemeye de gelir, zaten hemen fark edersin, ilginç bir adamdır, tanış.” demişti.
Adı Sebuh’tu.
Sebuh’la konferanstan bir gün önce Hrant Dink anısına düzenlenen gecede tanıştık. Kuvvetli bir konuşma yaptı, Ermenice anlamam ama melodisi iyiydi, güçlüydü. Gırtlağı bol, inişli-çıkışlı, jestli, temposu yüksek melodik bir konuşmaydı.
Bir papazdan fazlasıydı Sebuh.
Episkopostu. Malatyalı idi. Babası, o 10 yaşındayken, 1969’da Ermenistan’a götürmüş aileyi. Türkçesi mükemmel, aksansızdı Sebuh’un. İstanbul Ermeni Patriği Mesrob’un görevini yerine getiremeyecek kadar hasta olmasından sonra, planlanan seçimlerde adaylardan birisiymiş, İstanbul’a bu nedenle yakınlarda iki kez gelmiş…
Ertesi gün konferans salonunda dinî elbisesiyle en önde oturuyordu. Sonuna kadar sakin bir şekilde herkesi dinledi.
Akşam çıkarken, beni, yol ve konferans arkadaşım Cengiz Aktar’ı, episkoposluğun bulunduğu bölgeye davet etti. Ermenistan’ın kuzeyinde Gümrü’ye, yani Kars’a yakın bir bölgeye…
Biraz da Cengiz’in zorlamasıyla “evet” dedik, gittik…
Ertesi gün eski bir Mercedes’le, konferansı tertipleyen Sevak’ın eşliğinde Ağrı Dağı’nı kâh karşımıza, kâh yanımıza aldık, kıvrıla kıvrıla 2 bin, 2 bin 500 metre yüksekliğe çıktık.
Ve Vanadzor’a, Sebuh’un kilisesinin olduğu yere ulaştık.
Vanadzor ve civarının öyküsünü ve tarihini, önce yol arkadaşımız Sevak’tan, hemen sonra Sebuh’tan dinledik. Zorlu ve hafızası sert bir bölgeydi. Kazım Karabekir’in, Türk ordusunun Kars Anlaşması öncesi bugünkü Ermenistan sınırları içinde geldiği en ileri noktalardan birisiymiş burası. Ve son derece kanlı çatışmaların yaşandığı bir bölgeymiş…
O tarihteki çatışmada ölen pek çok Ermeni askerinin mezarı, abidesi vardı etrafta, diasporada ölenler bile sonra getirilip buraya gömülmüş…
Velhasıl Türk fikri ve Türkler karşısında kapalı yerlerden birine ulaşmıştık.
Kiliseye şöyle bir göz attıktan sonra, Episkopos Sebuh’un makamında, onun Türkiye anıları, Türkiye ziyaretleri üzerine yaptığımız 1 saatlik bir sohbetin ardından yemeğe geçtik…
Aslında bir padişah sofrasına oturduk diyelim. Köy tavukları, haşlama, kızartma, yediğimiz en lezzetli haşlanmış içli köfteler, çiğ köfte, kavurma etler, türlü türlü pilavlar…
Asıl ilginç olan yediklerimiz değil, geldiğimiz yerdi. Bir lokantaya değil, bir eve getirmişti Sebuh bizi. Yaşlı bir Ermeni çiftin derme çatma bir köy evine…
Sovyetik bir mutfaktan geçip dar koridordan, kocaman bir televizyonun karşısına kurulmuş köy masasına yerleştik. Sebuh, din adamı olarak evlenemeyen kategoriden. Yemeklerini böyle evlerde yiyormuş, parasını ödeyerek… Bizi de böyle ağırlamaya karar vermiş…
Hikâye de aslında böyle başladı…
Masaya oturduk. Televizyonda TV 24 açıktı…
Türkiye’den haber alalım, ne oldu, ne bitti derken, evin sahibi yaşlı adam İbrahim Tatlıses’in durumunun iyi olduğunu söyledi aksanlı bir Türkçeyle…
Şaşırmadık desek yalan olur…
Az sonra karısı geldi, o da kırık bir Türkçe konuşuyordu.
Sonra sorduk ve hikâyelerini öğrendik. 1950’lerde Erzurum bölgesinden gelmişler. O tarihten bu yana muhtemelen Türklerle bu tür vesilelerle birkaç kez karşılaşmışlardı.
Sonra televizyon konusu açıldı. Bu iki insan Türk kanalları izliyorlardı. Bu anlaşılabilir bir şeydi. Diziler, renkli yayınlar, Türkçe bilen insanlara daha çok hitap ediyordu tüm komşu ülkelerde.
Ama burada durum biraz farklıydı. En çok Samanyolu TV’yi izlediklerini söyledi adam. ‘Neden?’ diye sorunca, “İşte öyle, nasihat programları filan var, onları severiz biz.” dedi…
“Dinî programlar mı?” deyince, “Evet” dedi, bu inançlı koyu Ortodoks…
Ermenistan’ın dağ köyünde Türk televizyonlarından dinî sohbet programlarını dinleyerek inanç ve his ihtiyacını karşılamaya çalışan, muhtemelen Türklere de Türk fikrine de mesafeli olan bir ihtiyar…
Etkilenmiştim…
Globalleşmenin insanı, değerleri, inançları yakınlaştıran, iç içe sokan etkileri mi dersiniz, yoksa inancın evrenselliğine yaptığı vurgu mu, her neyse…
Nasıl adlandırırsanız adlandırın, etkileyici bir hikâyeydi bu…
İnsan sevince güzel…
Malatya katliamı ve Ergenekon
Adem Yavuz’un kaleme aldığı “Bi Ermeni var…” kitabının önemine birkaç kez bu sütunlarda değindik.
Yavuz, işin kalbine neşter atan bir çalışma yapmıştı. Belgelere dayanarak anlattığı öykünün özeti şuydu:
Önce anti-misyoner bir dalga yayılmıştı. MGK ve Jandarma misyonerlikle mücadeleyi öne çıkarıyor, bu çerçevede ülkede yaşanan değişim süreci de hedefe konuyordu. Ve buradan başlayan dalga her yeri kapladı, önce milliyetçi tepkiyi üretti,  ardından ulusalcılığın organizasyonunun üzerine oturdu, bir teşkilatlanmaya dönüştü.
Bu teşkilatlanma; hükümeti, değişimi, muhalifleri hedefe koyan bir derin devlet yapısına işaret ediyordu…
Ergenekon davası bir anlamda bu “canavar”ın peşinden koşuyor.
Ve bugün son operasyonla bizce doruk noktasına erişmiş bulunuyor.
Gizli bir tanığın verdiği ifade, bir ağı iyice ortaya çıkarmış görünüyor.
Bu tanık Zirve Yayınevi’ndeki katliamın, eski Malatya Jandarma Alay Komutanı Mehmet Ülger, öğretim görevlisi Ruhi Abat ve İstihbarat Binbaşı Haydar Yeşil’in de aralarında bulunduğu bir ekip tarafından planlandığını, cinayetlerden üst düzey komutanların da haberi olduğunu iddia ediyor.
Yine iddiasına göre, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi personeli olan Ruhi Abat, olayın olduğu günün akşamında ekibini arayarak eylemin gerçekleştiğini söylüyor ve ‘Şerefsizlere vur dedik, öldürmüşler’ diyor…
Ayrıca Malatya’daki Zirve Yayınevi’nde biri Alman uyruklu 3 kişinin öldürülmesiyle ilgili davada cinayetin işlendiği dönemde Malatya Jandarma Alay Komutanı olan emekli Albay Mehmet Ülger’le ilgili çeşitli iddialar bulunuyor.
Bunlar arasında Kayseri Jandarma Bölge Komutanlığı’nın mahkemeye gönderdiği bir yazı var.
Yazıda, 25-26 Mayıs 2006’da Mehmet Ülger tarafından ‘aşırı sağ faaliyetler ve misyonerlik’ konulu bir seminer düzenlendiği bildiriliyor…
Durum ağır ve açık…
Şimdi iş, meselenin kalbine ve Hrant Dink cinayetine doğru ilerliyor…
Sayı: 850 / Tarih : 21-03-2011 
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=28970&columnistId=5

Yorumlar kapatıldı.