İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Prof. Özbudun: Üç maddeyi 5 general koydu

Prof. Özbudun: Dünkü açıklamamızdan bu yana genellikle o değiştirilemez maddeler üzerinde bir tartışmanın yaşandığını görüyorum. Biraz da garipsiyorum. Çünkü bu taslakta belki 50-60 tane iyileştirici madde var, demokratikliğinden kimsenin kuşku duymayacağı öneriler var. Nedense bunlar gölgede kalıyor, değişmez maddeler üzerindeki önerimiz ön plana çıkıyor.Cumhuriyetin ilk anayasası 1924 tarihlidir ve tamamen Atatürk ve arkadaşlarının hakimiyetinde olan bir Meclis’tir. O Meclis’in kabul ettiği anayasada değişmezlik prensibi sadece Cumhuriyet’in devlet şekli olduğu hükmüdür. 1961 anayasasında yine tek değişmez hüküm Cumhuriyet’tir.

Prof. Özbudun, TÜSİAD’ın anayasa taslağında değiştirilebileceği belirtilen üç madde için “1924 ve 1961 anayasalarında yoktu, sadece devletin yönetim şekli Cumhuriyet’tir ibaresi vardı. 1982’de 5 general diğer değiştirilemez maddeleri koydu” dedi.
 ntvmsnbc
Güncelleme: 17:59 TSİ 23 Mart. 2011 Çarşamba
İSTANBUL – TÜSİAD’ın kamuoyu ile paylaştığı anayasa raporunda imzası olan anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun, Banu Güven’le Artı programında soruları yanıtladı.
Prof. Özbudun: TÜSİAD’ın çalışması devam ediyordu ve bitince geleceğim diye söz vermiştim. Yuvarlak masa toplantıları sona erdi ve bizim işimiz bitti, raporun hazırlanmasıyla. Önümüzdeki anayasa çalışmalarını nasıl etkiler, o bizim dışımızdaki bir olay. Hep birlikte gözlemleyeceğiz.
2007’deki yaptığımız çalışmadan farkı, maddeleştirilmiş değil. Ruhu itibariyle farklı değli. O zaman da amacımız sivil, demokratik, insan hakları vurgusu güçlü, hukuk devletinin gereklerini sağlayan, evrensel standartlara uygun bir anayasa.
Banu Güven: Evrensel standartlar dediğiniz zaman, buna adapte olmak Türkiye’de yaşayanlar için pek kolay olmasa gerek. Çünkü biz hep darbe sonrası yapılan anayasalarla yaşadık. Bir anayasa problemi var Türkiye’nin ve bir takım önerileriniz bile şimdiden tartışmalara neden oldu.
Prof. Özbudun: Muhakkak ki bir anayasa problemimiz var. Özellikle 82 anayasasının yapılış anından itibaren o anayasa üzerinde tartışmalar var, bugüne kadar sürdü. Hepimiz biliyoruz ki 82 anayasası normal şartlar altında ve halkın temsilcileri tarafından yapılmadı. 82 anayasasına 5 darbeci generalin iradesi hakim olmuştur.
Dolayısıyla, onların zihniyeti, siyasete bakış tarzı da bu anayasanın ruhuna da maddelerle yansımıştır.
Banu Güven: Türkiye’nin anayasa tarihine baktığımız zaman, o değişmeyen, değişmemesi öngörülen ancak değişebileceğini düşündüğünüz maddelere gelmek istiyorum. Bir çizgi var, oraya da taşınmış oluyor aslında değil mi? Çizgi ne demek, neden kırmak gerekiyor?
Prof. Özbudun: Dünkü açıklamamızdan bu yana genellikle o değiştirilemez maddeler üzerinde bir tartışmanın yaşandığını görüyorum. Biraz da garipsiyorum. Çünkü bu taslakta belki 50-60 tane iyileştirici madde var, demokratikliğinden kimsenin kuşku duymayacağı öneriler var. Nedense bunlar gölgede kalıyor, değişmez maddeler üzerindeki önerimiz ön plana çıkıyor.
Cumhuriyetin ilk anayasası 1924 tarihlidir ve tamamen Atatürk ve arkadaşlarının hakimiyetinde olan bir Meclis’tir. O Meclis’in kabul ettiği anayasada değişmezlik prensibi sadece Cumhuriyet’in devlet şekli olduğu hükmüdür. 1961 anayasasında yine tek değişmez hüküm Cumhuriyet’tir.
Peki bu üç madde nereden çıktı? Konsey iradesinden çıktı, darbe iradesinden çıktı. Şimdi o darbe iradesine bazı çevreler kutsallık atfediyor. Onu değiştirince ‘kutsal bir metni çiğnemek’ gibi algılanıyor. Oysa bizim burada önerdiğimiz cumhuriyetin ilk anayasasındaki sisteme dönmektir, normalleşmedir.
TÜSİAD, bundan 19 yıl önce yine bir anayasa çalışmasına önayak oldu ve çok değerli hukukçulardan oluşan komite -başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’ti- bir taslak hazırladı. Ve aynen bugün bizim dediğimiz gibi değişmezliği sadece Cumhuriyet ilkesi ile sınırladılar. O zaman bu fikrin hiç fırtına kopardığını falan sanmıyorum. Ama bugün nedense bu konuda bir endişe var. Zannediliyor ki, bu değişmezlik Cumhuriyet’e inhisar (indirgenirse) ettirilirse laiklik tehlikeye girer, böyle bir şey yok. Türkiye’nin laik kökenleri ta Tanzimat’a kadar gider ve Türk toplumunun büyük çoğunluğunun da laik devletle hiçbir sorunu yoktur. Öyle bir korku enjekte edilmiş ki beyinlere, bu madde değişmezlik vasfından çıkarılırsa yarın şeriat gelir veya ülke bölünebilir. Oysa böyle bir şey yok.
İki temel korku var. Şunu yaparsak şeriat gelir, şunu yaparsak ülke bölünür. Ne ülke bölünür, ne şeriat gelir. Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve hukuk devleti niteliğini korumaya devam eder.
Banu Güven: Sadece bir tek hükümle değil de bütün bir yapıyla ve belirli bir mutabakatı da sağlayarak, buna zemin oluşturacak bir anayasa yaratarak talepler yerine getirilebilir.
Prof. Özbudun: Elbette, tamamen doğru. Biz temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümlerde tamamen uluslararası hukuk metinlerine bağlı kaldık. Bu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesi’dir veya diğer uluslararası insan hakları metinleridir. Bunları bu kadar evrensel düzeye çıkaran bir taslağın herhalde şeriata kapı açtığını söylemek büyük insafsızlık olur.
Banu Güven: Bölünmez bütünlük meselesine geri dönelim… Metin içerisinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi diye bir bölüm var. Bununla ilgili katılımcılar tartışmışlar. Aslında bunun birlikteliği sürdürmek için bir araç olabileceği söyleniyor.
Prof. Özbudun: Türkiye’de Kürt sorunu hiçbir şekilde mevcut olmasaydı dahi, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması iyi yönetim icabı olarak yapılması gereken bir şeydi.
Türkiye bugün Avrupa’nın en merkeziyetçi idare sistemine sahiptir. En basit kararlar bile, yerel yönetimlerin pekala daha iyi alabileceği kararlar bile, merkezden Ankara’dan alınmaktadır. Bu konuda zaten oldukça yaygın bir fikir birliği mevcut. Anavatan Partisi döneminde yerel yönetimlerin yetkilerini artıran, özellikle belediyelerin, düzenlemeler yapıldı.
AK Parti döneminde buna teşebbüs edildi fakat sayın Sezer’in vetosuyla karşılaştı ve devam edemedi. Bu her şeyden önce iyi yönetim için zorunlu bir ihtiyaçtır.
İşin bir kimlik tarafı da var. Kürt siyasi hareketinin taleplerinden biri de -tabi ki onlar daha maksimalist bir terminolojiyle ifade ediliyorlar, demokratik özerklik gibi- yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması bu talepleri en azından kısmen karşılayacaktır. Kürt topluluğununun çoğunu mutlu edecek bir reformdur ve o taraf için de faydalıdır.
Banu Güven: Dünkü toplantıda Cem Boyner dramatik bir çıkış yaptı. Özellikle üzerinde konuştuğumuz konunun üzerine giderek ‘Eğer bu bölünme korkusunun üstesinden gelemeyeceğinizi düşünüyorsanız, o zaman hiç kalkışmayın’ dedi. Tartışmaları öngörerek kendisi mi başlatmak istedi?
Prof. Özbudun: Sayın Boyner’in cesurane bir çıkışıydı. Şunu ifade etmek istedi benim yorumuma göre: Önümüzde ciddi engeller var. Ciddi engeller nelerdir? Toplumun bir kesimindeki zihinsel yapı ya da bir takım abartılmış korkulardır. Bölünürüz korkusu, şeriat gelir korkusu, İslami devlet gelir korkusu, din elden gider korkusu.
Laik bir devletin vatandaşlarının dini inançlarını bilmeye hakkı yoktur. İnanç benimdir ve tamamen özel alana girer. Bu bugün de olmaması gereken bir şeydi, bugünkü anayasaya da aykırıdır. Ama maalesef Anayasa Mahkemesi o kanunu anayasaya uygun buldu. Anayasamızda bugün de bulunuyor, ‘Kimse dini inançlarını açıklamaya zorlanamaz’ hükmü var.
Şu anda konuştuğumuz konular, son derece masumane ve normal öneriler ‘Acaba bölünür müyüz?’, ‘Acaba şeriat gelir mi?’ korkusuyla bir anda ideolojik bir tartışma halini alıyor.
Banu Güven: Kimlik konusundan devam edersek… Orada Atatürk’ün şahsiyetiyle ilgili, Cumhuriyet ve anayasayla arasında kurulan bağla ilgili olarak da farklı bir öneri söz konusu. Tartışmacılardan hiçbiri de ‘Ama yok bu böyle kalmalı aynen’ dememiş. Neyi sağlayan bir madde bu?
Prof. Özbudun: Bu da yanlış anlamalara müsait bir hassas zemin. Elbette anayasanın başlangıç bölümünde Türk milletinin Atatürk’e şükran ve minnetini ifade edecek bir ifade bulunması normaldir, herkes bunu normal karşılar. Normal olmayan nedir? Atatürk değil de Atatürkçülük denilen bir ideolojinin anayasanın ve devletin resmi ideolojisi haline gelmesidir.
Banu Güven: Aynı zamanda bununla birlikte Türk milleti, bugün anlaşıldığı gibi millet vurgusunun da yok edilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Prof. Özbudun: Evet, yani gerek başlangıç bölümünde gerek muhtelif maddeler, özellikle vatandaşlığı tanımlayan maddeler bakımından etnik çağrışımlar uyandıracak ifadeler var. Türk milleti, yüce Türk milleti, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri vs. Bunlar kabul etmek gerekir ki etnik çağrışımlar yaratıyor ve üstelik de son derece muğlak ifadeler. Türklüğün tarihi değerlerinin ne olduğunu kim nasıl saptayacak? Türkiye’de Türk etnik kökeninden gelmeyen geniş bir kesim var, özellikle Kürtler ve tabi ki diğerleri de var. Onlar böyle etnik çağrışımlara çok müsait olan tanımlardan rahatsız oluyorlar.
Banu Güven: Anadilde eğitim konusuna da bir öneri geliyor, orada da bir fikir birliği oluşmuş görünüyor.
Prof. Özbudun: Evet var ancak bunun ayrıntılarına bizim girmemiz mümkün değil, aynı zamanda pedagojik bir sorun. Bir defa devlet okullarında Türkiye’de konuşulan ana dillerin öğretiminin önündeki anayasal engeller kesinlikle kaldırılmalı. Bundan hiç kuşku yok, Kürtçe de dahil, diğerleri de…
İşin güçlük tarafı şu, o dili aslında bilmiyor. Tabi anasından babasından öğreniyor ama bu ancak konuşma dilidir, sınırlı bir dildir. O dilin gramerini, edebiyatını bilmiyor. Dolayısıyla, anadan babadan kulaktan kapma bir dil, o kültürün yaşaması, devamı ve zenginleşmesi yeterli değil. Bunun formal bir eğitimle tamamlanması gerekiyor ve şüphesiz isteğe bağlı olmalıdır. Ona göre de bir idari organizasyon yapılıp belli bir çevrede yeterli talep varsa devlet okullarında okutulmalıdır, Kürtçe veya yerine göre bir başka ana dil.
Banu Güven: Din derslerinin de zorunlu olması öngörülmüyor. Bununla birlikte gerçek anlamda laiklik tanımından yola çıkarak tamamen devletin müdahalesinin dışında bırakılması gibi bir öneri de gördüm.
Prof. Özbudun: Grup içerisinde çeşitli fikirler beyan edilmiş olabilir fakat konsensus diyebileceğimiz husus, bir defa devlet okullarında din eğitimi zorunlu olmaktan çıkarılmalıdır. Burada çok garip bir durum ve paradoks var. Atatürkçü düşünce sistemine çok bağlı olduğunu iddia eden bir yönetim, yani Milli Güvenlik Konseyi, din ve ahlak derslerini zorunlu kılmıştır. Laik bir devlette din eğitiminin ve özellikle Sünni İslam ağırlıklı bir din eğitiminin zorunlu olması kabul edilemez. Asıl bunun mevcudiyeti laikliğe aykırıdır. Bu derslerin zorunlu olmaktan çıkarılması, isteğe bağlı ve seçimli hale getirilmesi önerimiz laikliğin bünyesine son derece uygun.
Banu Güven: Seçimden sonra tartışma konusu olacak rejime dair de bir takım görüşler var. Parlamenter rejimin değil başkanlığa gitmesi daha da güçlendirilmesi yönünde bir irade çıkmış görünüyor. Neler söylersiniz?
Prof. Özbudun: Önümüzdeki seçimler ve seçimlerden sonra Meclis’te yer alacak siyasi partilerin davranışlarını hep birlikte göreceğiz. Ümitli olmakta yarar var. Türk toplumu yeni bir anayasa istiyor büyük çoğunluğuyla. Bugünkünden daha demokratik, insan haklarına daha saygılı bir anayasa istiyor.
Bizim görüşümüz, Türkiye’nin bünyesine en uygun sistemin parlamenter sistem olduğudur. Başkanlık sistemi yönetimde bir takım tıkanmalara yol açması kuvvetle muhtemel bir sistemdir. Özellikle başkanla parlamento çoğunluğu ayrı eğilimlerden olduğu takdirde sistemde tıkanma ihtimali fevkalade güçlüdür. Dolayısıyla başkanlık sistemini Türkiye açısından tercih edilmesi gereken bir sistem olarak görmüyoruz. Aslına bakarsanız 2007’de hazırladığımız taslakta da tamamen aynı görüşten hareket etmiştik.
Banu Güven: Baraj meselesi ne olacak?
Prof. Özbudun: Farklı görüşler ifade edildi, dünyada çok çeşitli seçim sistemleri var. Hepsi de demokratik olarak kabul ediliyor, nisbi temsil var, barajlısı barajsızı, nisbi temsilin çeşitli formülleri, çoğunluk sistemleri, tek üyeli çevrelerden yapılan çoğunluk sistemleri ve diğerleri… Bunların hepsi demokratik kabul ediliyor. Baraj da özünde anti demokratik bir şey değildir. Türkiye’deki yüzde 10 yüksektir. Almanya’da, Macaristan’da, Polonya’da yüzde 5’lik bir baraj var ve kimse de barajın anti demokratik olduğunu ifade etmiyor. Barajda iyileştirmeler yapılabilir, baraj düşürülebilir makul bir seviyeye, yüzde 5 mesela.
İlle baraj muhafaza edilecekse -çünkü iktidar partisi bunda kararlı görünüyor- en azından bunu yumuşatacak bazı tedbirler alınabilir. 1995’te seçim kanunuyla yürürlüğe konulan fakat maalesef Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 100 Türkiye milletvekilliği, bu da bir çözüm olabilir.
Banu Güven: Seçimden sonra anayasayı yapacak iradenin toplumsal mutabakat için nelere dikkat etmesi gerekiyor sizce?
Prof. Özbudun: Mümkün mertebe geniş bir konsensus ve oydaşma aranmasında yarar var. AK Parti tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde etse dahi, bu bir ihtimaldir, gene de bizim tercihimiz ve önerimiz mümkün olduğu kadar geniş bir mutabakat aramasıdır. Partiler arası uyum komisyonu yönteminin tekrar yürürlüğe konmasını temenni ediyoruz.
Burada bir takım karşılıklı yanlış anlaşılmalar giderilebilir, insanlar birbirinin niyetini daha iyi anlayabilir. Bazı orta yol formüller bulunabilir. Dayatma biçiminde algılanmamalıdır ve sunulmamalıdır.
İnsanların sadece anayasa değil her konuda daha özgür tartışabilmesi için Türk Ceza Kanunu’nda, Terörle Mücadele Kanunu’nda ve başka mevzuatta mevcut, fikir ve tartışma hürriyetini aşırı derecede sınırlayan hükümlerin muhtemelen artık yeni Meclis tarafından bir an evvel tasfiye edilmesinde büyük yarar var. Bu tartışma serbest, özgür ve katılımcı gerçekleşmeli. Neticede ortaya çıkacak ürünün kalitesine de katkı sağlayacaktır.
http://www.ntvmsnbc.com/id/25195649/

Yorumlar kapatıldı.