İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Osmanlı mûsıkîsi ve gayrimüslimler

Ali Oktay
“Müzik insanlığın evrensel  dilidir‘’ demiş bir Batılı düşünür. Bugün dinlediğimiz bir çok şarkının, eserin bestecisinin aslında Osmanlı ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yaşamış gayrimüslim vatandaşlarımız olduğunu söylersem, bu sözün haklılık derecesi bir nebze olsun anlaşılır. Aynı şekilde Osmanlı’da yaşayan gayrimüslim teb’a arasında da elbette Türk Müziği’nin derin etkileri görülmüştür. Gayrimüslim vatandaşlarımızın kendi dinî müzikleri olmasına rağmen zaman içerisinde bu müziğin karakteri zayıflamış yerini Türk Müziği makam ve formları almıştır. Meselâ İstanbul Galata’da bulunan bir sinagogda ayin dinlemeye giden bir mûsıkîşinasımız, Dede Efendi’nin bir bestesinin İbranice okunduğunu hayretle görmüştür. Rum ve Ermeniler unutulmuş olan ayinlerin çoğunu geçen yüzyılın sonunda Tophaneli Sabri Bey’den öğrenmeye çalışmışlardır. Yine 1905‘li yıllarda Rum asıllı Pantikos ile Ermeni asıllı Vardapet, Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Rum halk müziği eserlerini topluyor ve topladıkları bu eserlere ilginçtir “türkü”  diyorlardı.

GÖNÜLDEN DİLE
“Ahirzamanda Hz. İsa’nın din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek.’’
Kastamonu Lâhikası s.77
Ali OKTAY
alioktay@alioktay. net
“Müzik insanlığın evrensel  dilidir‘’ demiş bir Batılı düşünür. Bugün dinlediğimiz bir çok şarkının, eserin bestecisinin aslında Osmanlı ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yaşamış gayrimüslim vatandaşlarımız olduğunu söylersem, bu sözün haklılık derecesi bir nebze olsun anlaşılır. Aynı şekilde Osmanlı’da yaşayan gayrimüslim teb’a arasında da elbette Türk Müziği’nin derin etkileri görülmüştür. Gayrimüslim vatandaşlarımızın kendi dinî müzikleri olmasına rağmen zaman içerisinde bu müziğin karakteri zayıflamış yerini Türk Müziği makam ve formları almıştır. Meselâ İstanbul Galata’da bulunan bir sinagogda ayin dinlemeye giden bir mûsıkîşinasımız, Dede Efendi’nin bir bestesinin İbranice okunduğunu hayretle görmüştür. Rum ve Ermeniler unutulmuş olan ayinlerin çoğunu geçen yüzyılın sonunda Tophaneli Sabri Bey’den öğrenmeye çalışmışlardır. Yine 1905‘li yıllarda Rum asıllı Pantikos ile Ermeni asıllı Vardapet, Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Rum halk müziği eserlerini topluyor ve topladıkları bu eserlere ilginçtir “türkü”  diyorlardı. Yine artık unutulmuş olan bu azınlık müziklerinin bazı eserlerini Sadeddin Arel ile İsmail Hakkı Bey notaya almışlardır.
Pek çok meşhur Türk Müziği bestekârımızın yanı sıra dinlediğimiz şarkı veya eserlerin bestekârları Zaharya, Cantemir, Tanburi İzak, Corci, Asdik Efendi, Nikoğos Ağa, Kemençeci Nikolaki, Vasilaki, Tatyos Efendi, Osmanlı’ya ilk kez notayı getiren Hamparsum Limonciyan gibi Rum, Ermeni ve Yahudi isimlerini görmek mümkündür. Daha eskilere gittiğimizde Kanunî Sultan Süleyman döneminde yaşamış Musevi bir sanatkâr olan haham Şalome Benzalto Türk Mûsıkîsi eserlerini, bestelerini, semai ve ilâhilerini İbranice ve İspanyolca güftelere tatbik ederek sinagoglarda ve Musevi cemaati arasında yaymıştır. Yine Osmanlı’da 17. ve 18. yüzyılın ünlü bir bestekârı olan Zaharya da bu sıfatının dışında aslında kilise de  muganni – müzik icracısı – olarak hizmet etmiş olan bir din adamıdır. Tarihçi Avram Galanti ‘’Türkler ve Yahudiler‘’ isimli eserinde 20. yüzyılın ilk yarısında bile Galata Şişhane Karakolu yakınlarında Haham Yakup Palancı, Balat Hahamı Markado Kohen ve David Bonfil’in 25 çocukla Türk Müziği öğrendiğini yazar.
Rauf Yekta Bey 1933 yılında Nota isimli bir müzik dergisinde yazdığı makaledeki bir anısını anlatır: ‘’… Bir Cumartesi günü hahamhane kapı kahyası Moiz Efendinin aracılığı ile Galata da Tünel civarındaki bir sinagoga gitmiş ve orada icra edilen ruhani ayinde hazır bulunmuştum. Güzel sesli okuyucular Bayati makamında bir sıra ilâhî okuyorlardı. Bunların arasında birisi bana yabancı gelmedi. Biraz dikkat edince anladım ki bu eser Dede Efendi’nin ‘Bir gonca femin yaresi vardır ciğerimde’ güfteli, Bayati makamındaki eserine İbranice bir güfte—söz—uygulamışlar ve bu nefis şarkıdan yine nefis bir ilâhî ortaya çıkarmışlar. İşte müziğin kültürlerarası etkileşimine dair küçük bir özet. 
Osmanlı ve Klâsik  Batı Müziği
Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde sadece Türk Müziği’nin dinlenip icra edildiğini söylemek tam doğru bir tesbit olmaz. Saray açısından bakılacak olursa, Osmanlı Türk Müziği kadar Batı Müziğine’de ciddî bir alâkanın olduğunu görüyoruz. Peki bu ilgi nasıl oluşmuş, nereden kaynaklanmış derseniz kısa bir tarihçesine göz atınca bu sorunun cevabını görebiliriz sanırım.
Osmanlı’nın Klâsik Batı Müziği ile ilk karşılaşması 1553‘de Fransa Kralı I. François’in Kanunî’nin yardımına teşekkür ederken, İstanbul’a bir de orkestra göndermesiyle başlar tarihçilere göre. Kânunî ise orkestranın enstrümanlarını yaktırarak ancak müzisyenleri kıymetli hediyeler vererek Fransa’ya geri gönderir. Osmanlı Padişahları sarayda halkı eğlendirmek için Avrupa’dan topluluklar dâvet ederler. İngiltere kraliçesi, Sultan III. Murad’ın eşine org hediye eder. İlk opera ise Sultan III. Selim zamanında Topkapı Sarayında sahneye konulur. 19. asrın başlarında Fransız sefiri Ferriol bir Mevlevî ayinini çok sesli seslendirmiştir. 19. yy’da Leyla Saz Hanımefendinin piyano çaldığını görürüz. O devirde hanımlardan müteşekkil bir orkestra ve koro da mevcuttur. Saray haricinde Pera’daki Naum tiyatrosunda opera ve operetler sahneye konur. Hatta Sultan Abdülmecid bu tiyatronun borçlarını dahi ödemiştir. Sanatçılar çoğunlukla Ermeni, Musevi ve Rum’du. Türkçe ilk opera 1840’da oynandı. 1869’da Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’u üzerine Mustafa Fazıl Efendi’nin bestelediği ilk Türk Operası sahnelendi. Hatta bazı meşhur opera ve operetler henüz Batıda oynanmadan önce İstanbul’da oynanırdı. Osmanlı’nın Klâsik Batı Müziği ile ilk temasları bu şekilde olmuştur.
17.03.2011

Yorumlar kapatıldı.