İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Misyonerlik: Cinayetlerin ruhu…

Ali Bayramoğlu
 Açıktır ki son yıllarda öncelikli hedef gayrimüslimler oldu. Trabzon ve İskenderun’da iki rahip öldürüldü. Malatya’da misyoner oldukları iddiasıyla 4 kişi gırtlaklandı. Hrant Dink vuruldu. Misyonerlik üzerine çalışan Necip Hablemitoğlu ortadan kaldırıldı…

 
Geçen hafta bu sayfada yer alan yazı, “Balyoz’dan Kafes ve Dink’e kadar uzanan kalın çizgi” adını taşıyordu.
Yazının bir bölümünde, özellikle son bölümünde, Gazeteci Adem Yavuz Arslan’ın “Bi Ermeni Var” çalışmasının gündeme tekrar oturttuğu misyonerlik meselesine işaret ediyorduk. Ergenekon, Balyoz ve son dönemin faili meçhul ya da tetikçisi belli cinayetlerin, bu çerçevede iç içe girdiğini söylüyorduk.
Arada iki önemli gelişme, daha doğrusu iki önemli açıklama oldu.
Biri Başbakan’dan geldi, diğeri Cumhurbaşkanı’ndan…
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Adem Yavuz’la Ukrayna yolundaki sohbetinde, Dink cinayeti için, “Biz tetikçileri yakaladık ama arkasındaki insanlara, ana kumandaya ulaşamadık.” diyordu…
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise faili meçhul cinayetlerin iktidar kavgası çerçevesinde devreye girdiğini açıkça vurguluyordu. Gül’ün sohbet ettiği gazeteciler arasında ben de vardım.
Aramızdan biri, Dink cinayeti için, “Bu, sizin cumhurbaşkanlığınıza giden yolun önüne set çekmek için de yapılan bir şeydi…” deyince, Gül, “Bu böyle olur, böyle olur…  Türkiye’de AB karşıtlığı ile beraber içe dönük politikalar ortaya çıktı… Bunlar çok eski dönemlerin işleri… Bunlar hiç Türkiye’nin karşılaşmaması gereken şeyler…” diyordu.
Sonra meselenin kalbine gelindi, misyonerlik meselesine …
“2000’li yılların ilk 5 yılında devlette, siyasette, hatta toplumsal tartışmalarda bir misyonerlik dalgası esti ve yok oldu. Bu arada pek çok insan öldürüldü, ülke gerildi, iş MGK’ya taşındı. Siz o dönemlerde hep MGK üyesiydiniz, neydi bu konu?” sorusuna, “Ben 2002 sonundan beri MGK’ya hep katılan biriyim. MGK’da böyle misyonerlik dosyaları gelmiş değildir.” yanıtı veriyordu. 
MGK Genel Sekreterliği’nin yazıları hatırlatılınca, “Tabii ki başka kademelerde farklı şeyleri bilemem…” diyordu…
Yaptığı en kritik açıklama, Necip Hablemitoğlu cinayeti konusundaydı…
Söylediklerinin teypten çözümünü aynen verelim:
“Ben onunla çok uğraştım. O kadar bire bir takip ettim ki o cinayet soruşturmasını. O dönem Emniyet, MİT hepsini Başbakanlığa çağırıp teke tek. Hanımını birkaç kez çağırdım. Baş başa, başkalarının yanında konuşmak istemedi çünkü.
-Parmak izlerini buldunuz mu?
Vardı…
-Yurtdışı kaynaklı mı?
Hayır…
– Devamı niye gelmedi
Ulaşılamadı, çıkartılamadı… Bugün de hâlâ hep şeyimdir, hâlâ da takip ederim… Muhakkak bu dosyayı da aydınlatacaksınız diye hâlâ sık sık sorarım ne durumda diye… Benim kısa Başbakanlığım dönemim var ama o dönem içinde olan bir şeydi, bundan dolayı ayrı bir sorumluluk hissederim. Her şeyi altüst etmekle ilgiliydi o iş. O cinayet olduktan sonra Türkiye’de kopartılan kıyameti düşünürseniz…”
Özeti şu:
“İzleri bulduk, izler içeriyi işaret ediyordu, ama derinliğe ulaşamadık…”
Meselemiz geliyor o derinliğe takılıyor…
Nedir o derinlik?
Geçen hafta bir yazımda şunları söyledim bu konuda, tekrarda fayda var.
Faili meçhul cinayetlerin ya da siyasi cinayetlerin dönemlere göre hep bir rengi olmuştur.
Yoğun olarak Kürtlerin imha edildiği dönem ya da esas olarak sol aydınların katledildiği dönem, din-laiklik teması etrafındaki cinayetler evresi, onları hedefleri ve niyetleri açısından birbirinden ayırır…
Açıktır ki, 2000’li yıllarda özel ve öncelikli hedef gayrimüslimler oldu.
Son 6-7 yıl içinde biri Trabzon, diğeri İskenderun’da iki rahip öldürüldü.
Biri Mersin, diğeri İzmir’de iki rahip bıçaklandı.
Malatya’da bir kitapevi basıldı, misyoner oldukları iddiasıyla 4 kişi gırtlaklandı…
Hrant Dink vuruldu…
Misyonerlik üzerine çalışan, Alman vakıfları üzerine yazdığı kitaplar iddianamelere esin kaynağı olan Hablemitoğlu öldürüldü…
Hablemitoğlu niye öldürüldü, kim öldürdü?
Bu soruların yanıtı bulununca, derinliğe ulaşılacağına hiç şüphe yok… Gördüğümüz ve bildiğimiz hususlar var. Darbe girişimleri, AB sürecine itirazlar ve tepkiler, sokağı hareketlendirme, milliyetçi duyguları seferber etme hamleleri, cumhuriyet mitingleri, muhtıralar, kapatma davaları bunların hepsi iç içe giriyor.
Bunlara eklenen diğer bir konu sistemin karanlık noktaları…
Örneğin JİTEM gibi tüm Türkiye sathına yayılan yapılanmalar, bu yapıların gelenekleri, kullandıkları insanlar…
Geçen hafta Adem Yavuz Arslan’ın kitabından alıntı yaptık.
Jandarma, AB yasalarının sağladığı uygun ortamdan yararlanarak, rahip Santoro’nun takip edildiğini söylüyor ve bir süre sonra aynı rahip öldürülüyordu.
Bu konuda sürdürülen parça parça davalar var…
Söz konusu emniyet, özellikle jandarma olunca soruşturmalar tıkanıyor…
Sürmekte olan soruşturmalar ya tetikçilerle sınırlı kalıyor ya da ona bile ulaşılamıyor…
Açıktır bir ihtiyaç var…
Bu davaların tümünü tekrar ele alacak bir sürecin başlamasına ve buna imkân verecek yasal düzenlemelere gerek var…
Bu, hukuk kurallarına riayet edilerek yapıldığı oranda, Türkiye’de bambaşka bir sayfa açılacak, havada kalan dava ve iddia ete kemiğe bürünecektir.
Cumhurbaşkanı ve başbakan bu konuda temel olarak aynı düşündüklerine ve kamu vicdanıyla paralel durduklarına göre, beklentimiz yüksektir…
Entelektüel ya da aydın olmak…  Ya da olmamak…
Entelektüel ve aydın meselesi bu ülkede hep tartışma konusu olmuştur. Bu kez aynı tartışmayı siyasi iktidar açtı.
Kimdir aydın?
Lafı gevelemeye gerek yok…
Aydın ya da entelektüel, kendi sınırlarının ötesine geçmeye aday insandır.
Şüphecidir, sorgular, aykırı durur, değerlere ters düşer ve tersine semboller kullanır…
Bundan dolayı tüm tarih boyunca, otoriter, geleneksel, milliyetçi düzenlerde itilip kakılmıştır…
Ama yine bundan dolayı insanlığın ilerleyişinde, hak ve adalet arayışlarında onlar öncü olmuşlardır. Kendi toplumlarının bedene temiz hava pompalayan solunum cihazları görevini yerine getirmişlerdir.
Bilgiyle haşır neşir olmak, bilgi üretme iddiası taşımak, böyle bir meslek sahibi olmak, her zaman aydın ve entelektüel olmayı beraberinde getirmez.
Çünkü “faydanın kuralı, çıkarın ilkeyi ezdiği diyarlarda, taraflar değişse de “rant ve güvenlik mantığı” değişmez.
Ve bu mantığa karşı çıkanlar, “fikrin devlet, siyaset, toplum karşısında özerk olduğunu” düşünen, söyleyen ve buna göre hareket edenler, en tehlikeliler ilan edilirler.
Tekrar soralım kimdir aydın ve yanıtı Michel Foucault’ya bırakalım…
“… Herhangi bir ölüm, bir çığlık, bir başkaldırı toplumun genel çıkarı karşısında değer taşımaz’, ‘şu ya da bu ilkenin içinde bulunduğumuz özel koşullarda anlamı olamaz’ diyen adama stratejist deniyorsa eğer, benim için bu stratejistin siyasetçi, tarihçi, devrimci, şu ya da bu haklı davanın yandaşı olmasının önemi yoktur. Benim teorik ahlakım bunun tersidir; anti-stratejiktir: Anti-stratejik olmak tek tek ve her özgürlük arayışlarına saygılı, evrensel değerleri tahrip eden her iktidara karşı tavizsiz olmak demektir. Bu, basit, ama zor tercihtir. Çünkü her şeyi aynı anda sorgulamayı gerektirir. Biraz, herhangi bir sorunu şekillendiren, yönünü etkileyen ‘tarih’in dışında kalmayı, biraz da bu soruna kaçınılmaz olarak sınırlar koyan ‘siyaset’in gerisinde durmayı gerektirir…
    Bu benim işim: Bunu yapan ne ilk ne tek insanım. Ama onu seçen benim…”
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=28568

Yorumlar kapatıldı.