İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘38’de Dersim’iz, 6-7 Eylül’de gayrımüslimiz’

Alper Görmüş
Bugün size Gaziantepli gençlerin kurduğu bir siteden söz etmek, daha doğrusu sözü onlara bırakmak istiyorum…Biz kimiz? İhtiras ve hırslarla kurulmuş bir cumhuriyetin gözü yaşlı çocuklarıyız biz. Kurtuluşu için cansiperane savunulan fakat kurtulduktan sonra halkına, verilen mücadelenin boşunalığını sorgulatabilecek kadar kendine yabancılaşmış bir ülkenin insanıyız biz. Çağdaşlık adına yeni kıyafetler giymeye, farklı inanışlarla çoğulculaşmış bir memlekette aynı dinden olmaya, zengin dillerin hüküm sürdüğü coğrafyada aynı ve tek dili konuşmaya, ırkçılığın kasıp kavurduğu Avrupa ile çağdaş olmaya zorlanmışız ve tek potada eritilip benzer kalıplarda “eşitlenmişiz” biz.  

Bugün size Gaziantepli gençlerin kurduğu bir siteden söz etmek, daha doğrusu sözü onlara bırakmak istiyorum. Onlarla ilk kez birkaç gün önce karşılaştım…
Görev gereği zaman zaman ırkçı internet sitelerinde de dolaşıyorum. O siteleri her ziyaretimden sonra kendimi toparlamam için epeyce bir süre geçmesi gerekiyor; fakat bu defa öyle olmadı, çünkü hemen ardından o gençlerin kurduğu “Düşünce Yolu” (www.dusunceyolu.com) sitesine girdim. “Biz Kimiz” başlıklı metni okuduktan sonra, onlara da yazdığım gibi, “çöldeymişim de birileri karşıma çıkıp bir testi soğuk su vermiş gibi” hissettim kendimi…
Bana kendimi bu kadar iyi hissettiren bu metni siz de okuyun istedim. Bugün köşemi, o Gaziantepli gençlere bırakıyorum.
***
Biz kimiz?
İhtiras ve hırslarla kurulmuş bir cumhuriyetin gözü yaşlı çocuklarıyız biz.
Kurtuluşu için cansiperane savunulan fakat kurtulduktan sonra halkına, verilen mücadelenin boşunalığını sorgulatabilecek kadar kendine yabancılaşmış bir ülkenin insanıyız biz.
Çağdaşlık adına yeni kıyafetler giymeye, farklı inanışlarla çoğulculaşmış bir memlekette aynı dinden olmaya, zengin dillerin hüküm sürdüğü coğrafyada aynı ve tek dili konuşmaya, ırkçılığın kasıp kavurduğu Avrupa ile çağdaş olmaya zorlanmışız ve tek potada eritilip benzer kalıplarda “eşitlenmişiz” biz.
Dine ya da dindışı olana karşı renkkörü olması beklenirken, ülkemizde herşey gibi tersine işleyen, ağzından köpükler saçarak etrafında dinî herhangi bir iz var mı diye koşturan kızgın boğa metaforu ile özdeşleştirilebilecek “saldırgan bir laikliğin” boynuz darbeleriyle kanamışız.
Bize ilköğretim okullarında “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak lanse edilen laikliğin aslında kızların başı ile örtülerini ve Aleviler ile ibadethanelerini birbirinden ayırma işine yaradığına şahit olmuşuz.
Laik bir ülkede yaşadığımızı iddia etmişiz fakat cemevini yasaklamışız, Diyanet’i kurmuşuz, din dersini zorunlu kılmışız.
Zorla şapka takmışlar kafamıza, çıkardığımız için asılmışız.
Farklı inançtan insanlar olarak çoğulcu bir kültürde varlığımızı sürdürürken, kendisine laik diyen fakat çoğunluğun dininin kendi istediği doğrultuda yaşanması için çizdiği sınırların içerisine hapseden ve farklı din ve kültürlere karşı acımasız ve homojenleştirici pratiklerle varlığını sürdüren ceberut bir sistemde nefessiz bırakılmışız.
Ülkemizin yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu ile övünmüşüz, inancı gereği başörtüsü takan kızlarımıza “kamusal alanı” yasak kılmışız.
Evvelce çeşitli ve zengin dillerin hüküm sürdüğü coğrafyada, George Orwell’ın “Yenikonuş”una rakip olabilecek tek ve kısır bir dille baş başa bırakılmışız.
Türkçeyi tek dil yapmışız, “Her dilin bir ayet” olduğunu unutmuşuz, öteki dilleri yok saymışız.
Hepimiz aynı üretim merkezlerinde benzer fabrikasyon mamulleri olarak üretilegelmişiz.
Farklılıkların teklikte “eşitlenmesi” ve homojenleşme adına katliamlar cehennemine dönüştürülmüş olan coğrafyamızda zencileştirilmişiz.
Devamı yeni devleti kuracak olan zihniyetin, 1915’teki kurbanlarıyız biz.
Dinini ve kültürünü yok etmek isteyen sisteme, ölümü göze alma pahasına boyun eğmemiş olan Şeyh Sait’in ve “Evlad-ı Kerbelayız, Ayıptır, Zulümdür, Cinayettir” diyen ve ölümünü bile düşmanından önce kendisi gerçekleştiren onurlu insan Seyit Rıza’nın torunlarıyız biz.
38’de Dersim’iz,
6-7 Eylül’de gayrimüslimiz,
Çorum’uz, Maraş’ız, Sivas’ız ve adı pek anılmayan Başbağlar’ız.
10 yılda bir askerî darbelerle tepesine binilmiş halkız.
Kısacası aynı sistemin zulümleriyle bitap düşmüş insanlarız biz.
Bıktık artık kendi ringimizde sistem tarafından yediğimiz dayaklardan.
Alevi olduğumuz için asimile ediliyoruz, başörtülü olduğumuz için “kamu”ya giremiyoruz, Kürt olduğumuz için yok sayılıyoruz, solcu olduğumuz ya da farklı düşündüğümüz için işkencelerden geçiriliyoruz.
Fakat, her biri sistemin ötekisi olan bu mağdurların, yeri geldiğinde sistemin yanında, sistem mağdurlarının karşısında yer alabildiğine şahit oluyoruz.
Muhatabımız;
Alevi’ye karşı Sünni,
Gayrimüslime karşı Müslüman,
Müslüman’a karşı laik,
Solcuya karşı antikomünist maske takabilen çok yüzlü bir sistem.
Sistemin bizim hoşumuza giden sevimli yüzüne gülüp, canavar olan öteki yüzünü görmezden gelerek hiçbir sorun yokmuş gibi davranıyoruz.
Bir nevi “Stockholm Sendromu” yaşıyoruz.
Her gün aynı üvey baba tarafından dayak yiyen kardeşler gibiyiz.
Hepimiz diğer kardeşe karşı aslında mağduru olduğumuz üvey babanın yanında yer alabiliyoruz ve bir gün yanında olduğumuz üvey babanın diğer gün karşısında ezildiğimizin farkında olmuyoruz.
Hülasa bir gün “zenci” bir gün “beyaz”ız.
Ama artık yeter!
Bu böyle gitmez diyoruz!
“Öteki” olmanın dayanılmaz ağırlığını taşıyabilecek durumda değiliz artık.
Bu sebeple bu yükü hep birlikte omuzlamalı, kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de istemeliyiz.
Mazlumu olduğumuz sisteme karşı her biri “öteki” olan kardeşimizle birlikte mücadele edebildiğimiz ölçüde dönüşüm için umutlanabiliriz.
Bir Türk olarak kendimiz ile eşit hale gelmesi için Kürtlerin sorununu sahiplenebiliyorsak,
Bir Sünni olarak “zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır” Hadis-i Şerif’i gereğince “Alevi ya da gayrimüslimin sorunu benim de sorunumdur” diyebiliyorsak,
Bir Kürt olarak “Tüm Türkiyelilerin sorunu benim sorunumdur” diyerek Türklerin de sorunlarına duyarlı olabiliyorsak,
Bir Alevi olarak başörtüsü sorununa duyarlılık gösterebiliyorsak,
Hülasa kim olursa olsun zalime karşı mazlumdan yana tavır sergileyebiliyorsak işte o zaman zulmün dayanılmaz ağırlığının altından kalkabiliriz diyoruz.
Diyarbakır’da bir Kürt, Dersim’de bir Alevi, Mardin’de bir Süryani, Batman’da bir Yezidi, kamuda bir başörtülü, Anadolu’da bir Ermeni, gözaltında bir solcu, asgari ücretli bir işçi, Milli Eğitim’de bir öğrenci kısacası Türkiye’deki herhangi bir “öteki”yiz biz.
“Bir koyun veya keçi Fırat Nehri kenarında gezerken kurtlara yem olsa kıyamet gününde onu benden sorarlar diye korkarım” diyen Hz. Ömer hassaslığında olalım diyoruz.
Lübnanlı Şii lider Fadlallah’ın:
“Biz Hizbullah olarak tüm dünyadaki mazlumların yanındayız. Dünyanın neresinde bir mazlum varsa biz onunla birlikteyiz, ister Müslüman olsun isterse gayrımüslim bu hiç önemli değil” tavrıyla zalim nerdeyse karşısında, mazlum nerdeyse yanında olalım istiyoruz.
“Sizin için eşcinsel diyorlar doğru mu” sorusunu soran gazeteciyi;
“Evet, San Francisco sokaklarında bir eşcinsel, Güney Afrika’da bir siyah, Avrupa’da bir Asyalı, gece yarısı metroda yalnız bir kadın, İsrail’de bir Filistinli, Hindistan’da bir Maya, Bosna’da bir pasifist, İspanya’da bir anarşist, Almanya’da bir Yahudi, topraksız bir köylü, mutsuz bir öğrenci, iş bulamayan bir adam, Türkiye de bir Kürt, ama her şeyden önce Chiapas dağlarında bir Zapatista’yım. Yani ben ÖTEKİ’yim” cevabıyla sarsan Subcommandante Marcos’un duyarlılığına sahip olalım istiyoruz.
Başkasının mağduriyetine sahip çıktığımız ölçüde “öteki” olmaktan kurtulabileceğimizi biliyoruz.
Bu sebeple kolektif bir haykırışla;
“Tüm ötekiler birleşin!” diyoruz.
Ve sizleri depreşen en Zapatist duygularımızla selamlıyoruz!
***  
Bilgi sahibi değilim fakat fikir sahibiyim!
Bazı gösterişli cümlelerimiz var, bunları hiç sorgulamadan onaylayıp kullanıyoruz, her durumda geçerli olduğunu varsayıyoruz. Uğur Mumcu’nun “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar”a dair cümlesinin de bu fasıldan olduğunu düşünüyorum.
Biliyorsunuz, Mumcu bu cümleyi, bir konu hakkında birinci elden bilgi sahibi olmadan, onu yeterince araştırmadan o konu hakkında yorumda bulunanlarla ilgili olarak söylemişti.
Oysa bazen “bilgi”ye hiç ihtiyaç duymadan da “yorum” yapabiliriz.
Şu “Muhteşem Yüzyıl” meselemiz mesela… RTÜK’ün diziye verdiği uyarı cezasının gerekçesini okudum (“tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mahremiyeti konusunda gerekli hassasiyeti göstermemek”) ve diziden tek bir kare görmemiş olsam da bunun feci bir karar olduğu kanaatine vardım.
Diyorum ki, bu kararın yanlış olduğuna dair bir yorum yapmak için ne diziyi izlemek ne de onunla ilgili tartışmalar hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmak gerekir.
İşte buyurun: Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldum.
Var mı bir itirazınız?
alpergormus@gmail.com

Yorumlar kapatıldı.