İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915 Ermeni hafızasının varoluş imgesi 

1915 Ermeni hafızasının varoluş imgesi 

27 Aralık 2010 Pazartesi, 00:35 
Süha BÖLÜKBAŞI 

AÇIK GÖRÜŞ
Bugün Ermeni diasporası ve uluslararası toplum tarafından soykırım olarak kabul ettirilmeye çalışılan ‘Ermeni tehciri’nin hatıraları daha çok tazeyken 1920’lerde kurulan Ankara ve Erivan hükümetleri geriye bakmaktansa gelecekte erişilecek “nurlu ufukları” hedeflemişlerdi.

Prof. Dr. SÜHA BÖLÜKBAŞI / ODTÜ Öğretim Üyesi

Bir zamanlar Türkiyeli aydınların ve kamuoyunun pek ilgilenmediği 1915 olayların son yıllarda giderek artan bir şekilde gündemde kaldığı bir gerçek. Anadolu Ermeni halkının önemli bir bölümünün bu dönemde hayatını kaybetmesi aydınların bir bölümünce artık ‘büyük felaket’ olarak nitelenmekte. (2008 internet imza kampanyası). Bu terim Ermeniler tarafından kullanılan Mets Yegern’in tercümesi, ama Ermeniler bunu soykırım anlamında kullanıyorlar. Bu farka rağmen iki taraftaki ılımlı kesim bir süredir ortak bir paydada uzlaşılabileceğine inanmaya başladı. İki tarafın uzlaşmayı reddeden ya da bunu karşı tarafın azami tavizlerine bağlayan grupları (Ermeni tarafında diaspora ve ultra-milliyetçi ARF partisi ve diğerleri) ise bu süreci baltalamaya ya da en azından geciktirmeye çalışmakta.

Diasporanın dayanışma ruhu

Türkiye’de 1915 olayların gündeme gelmesi yine de toplumun büyük kısmında aşırı endişelere yol açıyor. 1948 BM Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’ni esas alan Ermeni aktivistleri uzun süredir lobi faaliyetleriyle Batılı devletleri, yayınlarla da onların kamuoylarını etkileme uğraşında. Türk kamuoyu bu faaliyetlerin ülkenin saygınlığına gölge düşüreceğini düşünse de, bunların daha çok Ermenilerin tazminat ve toprak talebinde bulunmasını meşrulaştırmasından endişeli. Oysa hemen hemen bütün uluslararası hukuk kurumları soykırım olgusu kabul edilse bile 1948 sözleşmesi geriye dönük uygulanamayacağı için Türkiye’nin ne tazminat ne de toprak verme yükümlülüğü olduğunu kesin olarak belirtmekte. Buna rağmen Ermeni lobileri, siyasi partileri ve diaspora soykırım iddiasını gündemde tutmakta ısrarlı. Ermeniler açısından bu ısrar belki de dünyanın birçok ülkesine dağılmış olma olgusu nedeniyle zaruri görünmekte. Soykırıma dayalı dayanışma ve ulus olma çabası bu halkın birarada olmasını sağlayan en önemli faktör. Oysa 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyıl başlarına kadar Balkanlar, kuzey ve güney Kafkasya’da milyonlarca Türk ve Türk olmayan Müslüman kitleler çok vahşi kırımlara tabi tutulmuşlardı. Daha önceki onyıllarda da yine bu bölgelerde ve Kırım, Yunanistan, Bosna ve Bulgaristan’da ve diğer bölgelerde geniş kapsamlı katliamlar yapılmış ve milyonlarca insan hayatını kaybetmiş veya canını kurtarmak için daha güvenli olan (doğu Trakya ve Anadolu’daki) Osmanlı topraklarına kaçmışlardır. Sadece 1877-78 Bulgar ve Rus katliamlarında sonradan Bulgaristan adını alacak topraklarda 300 bine yakın Müslüman hayatını kaybederken 500 binden fazlası da Trakya’ya kaçarak hayatlarını kurtarabilmişti. Osmanlı için ‘Büyük Felaket’ denebilecek olan olaylarda birkaç onyıl süresince 5 milyona yakın insan hayatını kaybederken, bir o kadarı da hayatlarını kurtarmak için herşeylerini geride bırakarak Osmanlı’nın güvenli bölgelerine sığınmışlardı. Mültecilerin önemli bir kısmı da tehcir sırasında salgınlar ve açlık nedeniyle yaşamını yitirmiştir. 1860’larda başlayan Kafkasya zorunlu göçleri sırasında mültecilerin yarısı yolculuk sırasında (bir kısmı üst üste bindirildikleri gemilerde açlık ve salgın nedeniyle) yok olmuşlardır. Karadeniz limanlarına ulaşan gemilerde insan zaiyatı en az yolcuların yüzde ellisiydi.

Osmanlı ve halefi Türkiye’nin bu felaketleri ulusal kimlik inşasında temel almaması, Türk ve diğer Müslümanlara yönelik soykırımdan bahsetmemesi buna ihtiyacı olmamasındandı. Balkanlar ve Kafkasya’daki yeni devletlerin aksine Osmanlı-Türkiye yüzyıllar boyunca devlet olma geleneği ve yönetilen değil yöneten konumunda olduğu için soykırım veya diğer felaket söylemlerine ihtiyaç duymamıştır. Osmanlı bakış açısına göre savaşta verilen kayıplar hayatın doğaldı. Bunların sivil veya askeri olması sadece bir teferruattı. Ayrıca dönemin ‘savaş hukuku’ (ya da olmayan savaş hukuku) sivillerin katledilmesini olağan görmekteydi. Zikredilmesi gereken bir nokta da 1915’in Balkanlar’da ve Kafkasya’da Osmanlı ve Çarlık Müslümanlarına yapılan katliam ve etnik temizlik eylemlerinin hemen akabinde meydana gelmesidir. 1915 olayları bu coğrafyada dönemin devlet veya paramiliter kuvvetlerinin başvurduğu yöntemlerden pek farklı değildir. Balkanlarda ve Kafkasya’daki olaylara bakıldığında can kaybı, hem toplam nüfusa oranı hem de sayı olarak çok daha fazladır. Bunları söylerken Osmanlı devletini temize çıkarma niyetim yok. Ama o dönemde başvurulan yöntemlerin marjinal veya sıradışı olmadığını belirtmek gerekir. Meydana gelen felaketin özrü veya bahanesi olamaz, ama olayların “düşman unsurların” vahşi etnik temizlikleri sonucunda köşeye sıkışmış ve 1915 Sarıkamış yenilgisi ve Çanakkale’de işgale ramak kalma ortamında bulunan İttihad ve Terakki’nin aşırı tepkisini doğurdu dikkate alınmalı.

Erivan’da Sovyet etkisi

Son yıllarda iki devlet arasında gelişen dialog bazı nedenlerle diplomatik ilişkilerin kurulmasına yetmedi. Bu nedenlerin başında Azerbaycan hükümeti ve muhalefetinin Dağlık Karabağ’ın işgali konusundaki vetoları gelmektedir. Ankara ne kadar arzu etse de Erivan’la normalleşme Azeri vetosuna takılmış durumdadır. Diyalog bu nedenle Ankara’nın bazı jestleriyle sınırlı kaldı. Artık resmi ağızlardan ‘sözde soykırım’ tabirini pek duymuyoruz. Kaçak çalışan Ermenistan yurttaşları tolere ediliyor ve 2009’da başlatılan Ermenice radyo yayınları Ermenistan’a olmasa da Türkiyeli Ermenilere jest olma niteliğini muhafaza ediyor. (TV yayınları da sanırım kısa vadede başlayacak.) 1915’in insani bir trajedi olduğunu şimdilerde toplumun ve aydınların önemli kesimi dile getiriyorlar. Ancak her iki tarafta da diyaloga temel oluşturabilecek aydınlar-arası fikir teatisi ne yazık ki gerçekleşmiyor. Buna iki ülkedeki ve diasporanın kontrolündeki arşivlerin bir kısmının kullanıma kapalı olması da bir etken. Elde tartışılacak metinler yoksa aydınlar neyi tartışsın? Bu bir ölçüde sadece ülkemizin değil, Ermenistan’ın da kolaycılığından kaynaklanıyor. Resmi ve gayrı-resmi Ermenistan ‘normalleşmeyi’ sadece sınırların açılması olarak görmekte. Onlar için de tabu olan ve tartışılması mümkün olmayan konular var.

Aslında 1920’lerde yeni kurulan Ankara ve Erivan hükümetleri geriye bakmaktansa gelecekte erişilecek ‘nurlu ufukları’ hedeflemişlerdi. Ankara için motivasyon Osmanlı geçmişini reddetmekse, Erivan için neden, henüz birkaç yıl önce meydana gelen 1915 olaylarının o dönemde devletlerin savaşta başvurdukları siyasi ve askeri yöntemlere pek de aykırı olmamasıydı. Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya’da 1915’e kadar ve daha sonra etnik temizlik ve soykırım siyasi hedeflere ulaşmada meşru araç olarak genel kabul görmüştü. Sovyet rejimi de uzun süre soykırım söylemini “milliyetçilik” olarak algılamış ve Ermeni aktivistleri ya idam etmiş ya da Gulag’lara yollamıştı. Ancak 1960’lı yıllarda Kruşçev’le başlayan “Sovyet Cumhuriyetlerine daha fazla özerklik” siyaseti Ermenistan’ı da etkilemiş, geçmişle hesaplaşma ve ‘milli’ ülkülerin tanımlanmaya başlamasına yol açmıştı. Kruşçev’in 1964’te parti darbesiyle devrilmesi ve daha toleranslı olan Brezhnev’in liderliği ele geçirmesi ‘ulusal’ konuların daha özgürce tartışılmasını sağlamıştı. Bu atmosferde Moskova 1915’in 50. yıldönümü olan 1965’te Erivan’da ilk defa yapılan kitlesel mitingi ‘tolere’ etmişti.

Önyargıyla kurulan ulus-devlet

Takip eden yıllarda tolerans daha da yükselecek ve Sovyet Ermeni aydınları ‘geçmişin mirasını’ daha özgürce irdeleyeceklerdi. Aydınları hem Sovyet sistemini eleştiren, hem de 1915’i “varoluş simgesine” indirgeyen dissidentler ve yeraltı faaliyetleri yürüten aşırılar takip edeceklerdi. Genelde apolitik olan halk kitlelerinin bu konuda katılımının diğer konulardan çok daha hızlı ve geniş çaplı olması çok normaldi. Brezhnev’in nisbi özgürlük ortamında ve Sovyet kimliğinin sırıttığı bir dönemde ulusal (Ermeni) kimliğinin ortaya çıkması yadırganmamıştı. Bu gelişmeler diğer Cumhuriyetler’de de (Azerbaycan ve diğer Türki cumhuriyetler de dahil olmak üzere) benzer şekilde yaşandı. Ulusal kimliklerin pekişmesinde ‘diğer’ (düşman) unsurun sıkça kullanılması Türkiye (Karabağ bağlamında Azerbaycan) faktörlerini Ermenistan için olmazsa olmaz kimlik yapı taşlarına dönüştürecekti.

Dikkate alınması gereken bir diğer faktör de İngilizce adıyla “hindsight bias” unsurudur. Geriye dönük önyargı diye tanımlanabilecek bu olgu olayların üzerinden bir müddet geçtikten sonra bu olayların çeşitli nedenlerle farklı algılanmaya başlaması eğilimidir. Böylece geçmiş, gündemde olan ihtiyaçlar ve önyargılar süzgecinde geriye doğru yargılanır duruma gelmekte ve aradan geçen onca onyıllar nedeniyle önyargılar yoluyla irdelenir hale gelmektedir. Ermenistan Ermenileri ve diasporanın da geçmişi gündemdeki ihtiyaçlar nedeniyle (mesela uluslaşma süreci gereksinimleri) önyargılı değerlendirmeleri olasılığı gözden ırak tutulmamalıdır. Bu tür “hindsight bias” tabii ki Türk resmi tarih tezleri ve diğer ülkelerin geçmişi ihtiyaca göre kurgulamalarıyla oluşturdukları mitler için de geçerlidir. Kısaca, geçmişin önyargılı irdelenmesi bütün devletler için (özellikle ulus-devletin inşası aşamasında) normal, hatta zaruri görülmektedir.

Yukarıda savunduğum tez sosyal/siyasal olgu ve olayların zamandan (zeitgeist) ve mekândan bağımsız irdelenemeyeceğidir. Yüzyıl ya da 50 yıl önce meydana gelen olaylar ya da izlenen siyasetler bugünün değer yargılarıyla tabii ki değerlendirilebilir. Ancak bu tarz yaklaşım tarihi algıyı son derece muğlâk ve zaman ve mekân perspektifinden bağımsız tanımlamaktan farklı değildir. Bu tarz yaklaşımlar Erivan’ın veya diasporanın farklı dönemlerde niye farklı davrandığını veya Türkiye’nin tepkilerinin evrimini, hatta 180 derece olmasa da 90 derece değişimini açıklayamaz. Sonuç olarak: Genellemeler bazen iyidir, ama her zaman değil.

suhab@metu.edu.tr

Yorumlar kapatıldı.