Leyla İpekçi
Naipaul, Lübnan Ermenileri, Başbakan, sanatçılar, vs…
Başbakan Beyrut’ta uçaktan indiğinde, büyük bir grup karşıladı kendisini. Türk ve Lübnan bayrakları dalgalandıran kalabalığa seslenirken Sabra ve Şatila katliamından, Hariri suikastından, Gazze ve Mavi Marmara’dan bahsetti Erdoğan.
Bir ‘insanlık suçu’ olarak nitelediği bu felaketlerin karşısında “zulme karşı diri olacağız” dedi. ‘Hakkaniyet, barış, istikrar’ vurgulu konuşmasına rağmen birileri, çok daha küçük bir grup onu protesto etmekteydi. Ondan ziyade, temsil ettiği devleti: Ermeniler. “Türkiye’nin barış tanımı: Soykırım, tehcir, katliam…” Yazılı pankart açmışlardı.
İnsanlığın bir bölümü –ki kesinlikle sadece tehcire uğramış Ermenilerle sınırlı değil- zulme uğrayanların her şeyden önce insan olduğunu hatırlıyor. Ve devletlerin zulmettiği kişileri kökenlerine, din veya ırklarına göre ayırdığı sürece katletme gerekçeleri üretmeye daima devam ettiğini biliyor. Dolayısıyla, devletin özrüne giden yolu kolaylaştırması umuduyla, Ermeni tehciri ve sonuçlarının önce bir ‘insanlık suçu’ olduğunun hatırlanmasını önemsiyor.
Kusturica’nın (eserlerinden söz etmiyorum) soykırım ve toplu tecavüz suçunu işleyenleri övmesi de –aynı sebeple- bütün dünyada kimilerinin tepkisini çekiyor. Boşnaklara veya Müslümanlara yapılmış olsa da, insanlığa karşı işlenmiş bir suçu övdüğü, zalimlerle sarmaş dolaş olduğu için…
Bizlerin, Ermenilere yapılan haksızlıkları ‘olduğu gibi’ anlayabilmemiz için, kendimizi kökenimizden, milliyetimizden, devletimizden bağımsız tutabilmemiz ve adalet duygumuz ile vicdanımız arasındaki örtüleri atabilmemiz gerektiğine inanıyorum.
Bugün Yahudi soykırımını övmek nasıl insanlık suçuysa (ve sanatçı, siyasetçi ayrımı burada geçersizse): Her türlü toplu tecavüzü, haksız yere yerinden yurdundan edilmeyi, imha edilmeyi övmenin veya ideolojik gerekçelerle inkâr etmenin de bir insanlık suçu olduğuna inanıyorum.
Kürt kadınların yaşadığı zulümleri, tecavüzleri, kayıp annelerinin çilesini… Gazze’deki, Sabra ve Şatila’daki, Bosna’daki veya Türkiye’nin güneydoğusundaki katliamları… ‘Hakkıyla’ eleştirebilmemiz için, önce bunların bir insanlık suçu olduğunu algılamamız ve susarak veya kör kalarak bu suçu çoğalttığımızı fark etmemiz gerek.
Buradan hareketle Naipaul’un insanlık suçunu meşrulaştıran –ve çoğaltan- ifadelerini Müslümanlardan bahsettiği için değil, insanlığımızı buruşturduğu için (sanki çok kırışıksızmış gibi!) eleştirebilmeliyiz. Böyle yapabilirsek, nihayet, kendi devletimize ait görmezden geldiğimiz, inkâr ettiğimiz (bu yüzden de parçası sayıldığımız) suçları tanımlamaya başlayabiliriz. Ve tanımladıkça da onlarla aramıza mesafe koymaya başlayabiliriz!
Şu da var: Naipaul’a tepkiyi sadece Müslüman duyarlılığı olanlardan beklemenin bir tür vicdan moderatörlüğü olduğunu düşünüyorum. Kimse kimseyi vicdan adına bir sıralama yapmaya davet edemez.
Çünkü: Herkesin hakkaniyet sıralamasının aynı olması beklenemez, kimse de tüm zulümlere eşit mesafede duramaz. (Devletlerin ise aksine, tutarlılık adına tüm adaletsizliklere eşit mesafede durması şarttır, bunu eleştirmek de tek tek hepimize düşer.) Bu konuyu daha derinlemesine ‘Vicdan moderatörleri’ adlı yazımda ele almıştım. (Bkz: Taraf, 12 kasım)
Bu yüzden, Hilmi Yavuz’un tepkilerini yerinde buluyorum ama başkalarından aynı duruşu bekleme konusundaki yaklaşımında ‘vicdanın ideolojisi’ni yapma riski buluyorum…
Naipaul’un söylediklerinin, yapıp ettiklerinin tartışılmasının sadece bizi değil, onu da ilgilendiren bir boyutu var. Bu anlamda ona insanlığın vicdanı adına bir ayna tutar mı bilinmez. Ama belki dönüp bu vesileyle kendimize bakmamıza yarar, bunu sahiden temenni ediyorum. Çünkü artık zamanı!
Bu topraklar tanıklık ettiği zulümleri artık bir bir kusmaya başladığı için biraz da patolojik bir tonda vicdan moderatörlüğü yapmaya başladık: Dersim katliamı, Gökçeada’daki ‘eritme planı’, İskilipli’nin infazı, Bahçelievler, 1 Mayıs katliamları, Kürt faili meçhuller, ordudan irticacı diye ihraç edilen askerler, Kürtlere uygulanan zorunlu göç ve tezahürleri, Ermeni tehciri, Başbağlar, Madımak, Maraş katliamları, ikna odaları, gazeteci cinayetleri vs. Hepsi şimdi bu moderasyonumuzun nesnesi.
Son olarak: Orhan Miroğlu’nun ‘Oryantalizm ve Edebiyat’ adlı yazısında Esat Mahmut Karakurt üzerinden dikkat çektiği ‘oryantalist’ edebiyatçı üslubunu da, özellikle Tanzimat ve ilk dönem Cumhuriyet edebiyatçıları üzerinden mutlaka daha geniş olarak eleştirmemiz gerekiyor. (Yakup Kadri’nin Yaban romanı üzerinden bu üslubu ele almaya çalışacağım.)
lipekci@yahoo.com
Yorumlar kapatıldı.