İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dersim: Ulaşması zor anlaması daha da zor


1. Gün: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1029194&Date=21.11.2010&CategoryID=133
2. Gün: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1029284&Date=21.11.2010&CategoryID=133
3. Gün: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1029375&Date=21.11.2010&CategoryID=133
4. Gün: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1029535&Date=21.11.2010&CategoryID=133
5. Gün: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1029585&Date=21.11.2010&CategoryID=133

Dersim: Ulaşması zor anlaması daha da zor
Bu dizi, Tunceli Üniversitesi’nin düzenlediği ‘Dersim Sempozyumu’ vesilesiyle kaleme alındı. Tunceli çok kimlikli bir yer, anlaması kolay değil ama bir o kadar da renkli bir yer.

BASKIN ORAN (Arşivi)
Havaalanı olmayan Tunceli’ye gitmek uzun iş. Bodrum’dan İstanbul’a, oradan Elazığ’a, oradan, eğer 19.00’da son seferini yapan feribota yetişemezseniz, 1,5 saatlik taksi. Evden çıkışımızdan tam 12 saat sonra Tunceli’ye, izninizle artık buradaki herkes gibi Dersim diyeyim, Grand Şaroğlu Otel’in resepsiyonuna vasıl olduk; bir avuçluk şehrin tek uygun oteli.
Bavulları odaya bırakıp, tepedeki restorana. Dersim’e ilk gelişim; kimseyi tanımıyorum. Daha önce haberleştiydik; yaşayan en önemli Kürdolog olan yıllanmış dostum Martin van Bruinessen’i arıyorum salonu tarayarak. Masalar bize bakıyor, kıpırdanıyor. Bir an önce oturmak lazım ki hepimiz rahat edelim. Beyaz saçlı bir bey buyur ediyor, Sanayi ve Ticaret Odası başkanı Yusuf Cengiz imiş, oturuyoruz. Anlatıyor: “Hayır. Burada pek sanayi yok. Eskiden yem, süt, iplik fabrikaları vardı. Tuğla ve un ‘nispeten’ çalışıyor. Tek sanayi, Munzur su fabrikası. 240 ortağı var, 45 işçisi.”
Zaman zaman, “Yusuf Abi, hocayı esir aldın, bırakmıyorsun!” laf atmaları arasında konu farkına bile varmadan ve daha bismillah demeden Dersim’in en ciddi meselesine dalmış: “Organik gıdaya müsait ama barajlar yapılırsa hepsini gömecek. Zaten 25 yıllık çatışma ortamı yüzünden boşaldı. 1980’de 156.000 idi. 1990-96 arasında, T. Çiller döneminde yaktılar yıktılar, 85.000’e düştü.”

Dersimli nece konuşur?
Martin odasına çıkmışmış, şimdi haber yollamışlar, adam tâ Hollanda’dan geldi, uyutmuyoruz. Bir ara dil meselesine de giriyoruz, Yusuf Bey anlatıyor, not tutuyorum: “Burada Pülümür, Nazımiye, Ovacık, Hozat, merkez, kısmen Mazgirt, Zazaca konuşur. Biz buna Kırmanç/Kırmançki deriz. Kürtçeye Kurmanç/Kurmançi tabir ederiz. Kırmanç’ı Dersim dışında Erzurum Aşkale ve Hınıs, Muş Varto, Erzincan, Sivas Zara ve Divriği de konuşur.”
Peki, benim bildiğim Dımıli? “O da Kırmanç’ın bir adıdır; Dımılki de deriz. Ayrıca Bingöl’ün % 90’ı, Elazığ’ın Palu, Diyarbakır’ın Ergani, Dicle, Çüngüş, Çermik, Hani ilçeleri ağırlıklı olarak Zazacadır. Yalnız, bunlar ile Dersim Zazacası arasında ağız farkı var; % 90’ını anlarız. Ama Kurmanç’ı [Kürtçeyi] yüzde 80 anlamıyoruz.”
İzleyen günlerde dinleyeceğim çoğu insan, mesela 1968-77 arası belediye başkanlığı yapan, İnadına Dersim’de Yaşamak anı kitabının yazarı, 34 doğumlu Süleyman Kırmızıtaş “Benim ana dilim Dımıli/Dersimce” diyecek. Süleyman Bey şöyle devam edecek: “Ben tapudayken yanımda çalışanlar Zazaca konuşuyorlardı. Palulular, Bingöllüler. % 1’ini anlamıyordum. Oysa Babakürdi’yi anlıyorum; ama Diyarbakırlı işçiler Zazaca konuşuyor, anlamıyordum.”
Bu yazdıklarım bir yazı dizisi için hiç “okutucu” bir giriş sayılmaz. Ama bu mübarek dil işi karşımıza durmadan çıkacağına, bir kerede bitirmeyi öneririm. O zaman, Babakürdi? “Kürtçe, yani.” Peki Zazaca? “Zazaların konuştuğu dildir; Diyarbakır, Elazığ, Bingöl’de.” Kafanız biraz daha karışsın isterseniz, ileride adı çok geçecek Kazım Arık, bildirisinde, “Dilimize Sobe de denir.” diyecek.

Temel kimlk: Alevilik
Bu üç gün içinde öğreneceğim ki, çok sayıda Dersimli kendine “Zaza”, diline de “Zazaca” demiyor. Denmesinden de hoşlanmıyor. Çünkü Zaza’yı Palu’yla özdeş tutuyor. Palulular Sünnileşmiş. Birçok Dersimli için Zaza = Sünni ve Sünni’nin tarih boyunca ne anlama geldiği de malum. Alevi Koçgiri 1921’de ayaklandığında Sünni aşiretler katılmadı. Sünni Şeyh Said, ki yakınlardaki Palu’dan idi, 1925’te ayaklandığı zaman Dersimliler katılmadı, hatta karşı dikildi.
Dersimli için temel kimlik: Alevilik. Rektör Prof. Durmuş Boztuğ’un dediği: “Dersimliler Şafi Kürtlerle olmaktansa Sünni [Hanefi] Türklerle olmayı tercih ederler, batıya göç ederler.” Sünnilerin Alevilere yaptıklarını düşününce hiç de yanlış olmasa gerek. 1204’teki IV. Haçlı Seferi’nin korkunç yağmasını yemiş Bizans’taki Vezir Lukas Notaras ne diyordu: “Kentte kardinal kavuğu görmektense Müslüman sarığını tercih ederim!” Tabii, bir de şu var: Kimlik, en kolay, benzer bir kimlik tarafından asimile edilir; Ortodoks Ermeniler Ortodoks Bizans’tan niye uzak durdular da Türklere sevindiler? Bu dil ve kimlik işleri epey karışık. Üstelik hem Dersimliyle ilk defa tanışıyorum, bilgim yetersiz, hem de insanlar birbirinden epey farklı konuşacaklar. Nitekim, soru üstüne soru sorarak sıkıştırdığım S. Kırmızıtaş açıkça diyecek: “Eğer ben net bir şey söyleyemiyorsam…”
Sebebi açık: Dil, ancak devlet işin içine girerse standartlaşır. Kaldı ki, bunlar değil Dersim’de, Türkiye’de bile ilk defa ciddiye biniyor. Şimdi bu dizinin ardından herkes bir şey söyleyecek. Çok iyidir. Terbiyeyi bozmadan tartışmanın yararı sonsuzdur.

Zazalık ve Kürtlük
Diğer bir önemli husus: Özellikle Avrupa’daki Türkiyeli diaspora arasında (ve burada da) Zazaların Kürtlerden ayrı bir halk olup olmadığı tartışması var. Yine Yusuf Cengiz anlatıyor: “Bu yıl Tunceli Üniversitesi’nde talep üzerine birer saatlik Zazaca ve Kürtçe seçimlik ders kondu. Bazı Kürt öğrenciler, ‘Zazaca, Kürtçenin bir lehçesi; bizi bölemezsiniz’ diye basın açıklaması yaptı.” Aynı şeyi Boztuğ da söyleyecek: “Bazı öğrenciler ‘Zazaca diye dil yoktur!’ diye protesto ettiler.”
Daha düne kadar kimileri “Kürtçe dil değildir” diyorlardı, hâlâ da diyen var. Diğer yandan, 12 Mayıs 2010 tarihli Gündem gazetesinde Demokratik Yurtsever Gençlik’in açıklaması: “Kürtçe bir dildir ve onun Kurmanca, Soranca, Goranca, ve Zazaca olmak üzere ana 4 lehçesi bulunmaktadır…Birer bilim yuvası olması gereken üniversitelerde bilimin bu şekilde ret edilmesi kabul edilemez…’.”
Kürdistan bir gün bağımsız devlet olsa, bugün Kürtler Türkiye’nin nesi oluyorlarsa acaba Dersimliler de oranın osu mu olurlar? Unutmayalım ki Türkiyeli Kürtler bu işleri biz Türklerden öğrendiler; Kemalist olmamaları zor. Üstelik, Kemalizm bir zihniyet yapısı; sadece Kemalistlere özgü değil.
Martin indi. Kucaklaşıyoruz. Bu işlerin en önemli uzmanı şaşkın: “Bir yıl öncesine kadar bu günü düşünemezdim; Onur Öymen sayesinde oldu!” diyor. Herkes aynı kanıda; hey gidi Baba Diyalektik! Meğer ortam hazırmış; Öymen tetikçi oldu.
Biralar geliyor. Sesler yükseliyor. Sohbet koyulaşıyor.

Dersimlinin dili ve kimliği
Dişinizi azıcık daha sıkın, bitiriyoruz bu karmaşık dil işini. Martin yarınki konuşmasında diyecek: “Gramerleri benziyor ama, Zazaca Kürtçeden farklı. Ermenice, Zazaca, Kürtçe burada beraber gelişti. Dersimliler bu üç dili konuşanların yaşadığı yerdi; birbirlerini etkilediler. Zazaca konuşan çok arkadaşım var Kürt hareketinin içinde. Kimlik işine Türk olarak başlayan, sonra Kürt’üm diyen, sonra Zaza olan arkadaşlarım var.”
Diğer yandan, Martin şunu çok net biçimde söyledi her zaman: Kürtçenin Kurmançi [Türkiye] ve Sorani [K. Irak’ın güneyi] lehçeleri arasında tedrici bir geçiş ve aralarda birtakım ağızlar vardır. Ama Zazaca ve Kurmançi arasında böyle yumuşak sınır yoktur; bir insan ya birini konuşur, ya ötekini.” Sempozyumda da şöyle ilave edecek: “[Doktora tezim olan Ağa, Şeyh, Devlet’te] ‘Zazaların çoğu kendini Kürt sayar’ diye yazdım, iki taraf da kızdı bana. Dersim için Türk, Kürt, Alevi üst kimlikleri söz konusu. Dersimliler kendine bir üst kimlik arıyor. Kendileri seçecek.”

‘Türkiyeli’ kimliği
Dersimliler, bu üç kimliğin yanı sıra, kendi Dersimli kimliğiyle hiç çatışmayan, aksine onu güçlendiren üst kimliğin ‘Türkiyeli’ olduğunu sanırım ancak bundan sonra düşünmeye başlayabilecek. Hiç, açık tartışma başlamadan düşünme başlar mı?
Artık yatmalı. Daha odada bavulları açacağız. Daha doğrusu ben erkek aslan olarak maillere bakacağım da Feyhan açacak. Yarın Türkiye tarihinin ilk ‘Uluslararası Tunceli (Dersim) Sempozyumu’ başlıyor. Bir düşünün; daha düne kadar ‘Sözde Ermeni Soykırımının olmadığı’ ve ‘Kürtlerin Türk olduğu’ üzerine ‘araştırma’ yapılsın diye YÖK’ten üniversitelere zırt-pırt genelge gönderilmiş bir ülkede bunu bir üniversite yapıyor, bir devlet üniversitesi, Tunceli’de bir devlet üniversitesi yapıyor ve adına da ‘Dersim Sempozyumu’ diyor. Başımıza taş yağacak.

Açılış konuşmaları alışılmadık
Bilimsel toplantının açılış ritüeli başladı. Atatürk ve şehitlerimiz için yapılan bir dakikalık saygı duruşu boyunca tiz bir borazan solosu. Ekranda Türk bayrağı ve Atatürk. Ardından, İstiklal Marşı. İlk Dersim Sempozyumu bu; omuzda iyice görünür bir ulusal nazar boncuğu şart. Kente girerken dağdaki devasa yazı gözümün önüne geliyor:
‘Güçlüyüz, Cesuruz, Hazırız – Komando’ 

Dün gece anlatıyorlardı: Sivas’tan gelip 2008’de üniversiteyi kuran Rektör Boztuğ Adanalı imiş, ana-babasından biri Arap Alevi imiş (çok iyi referans Dersimliler için), Fethullahçılara yakın imiş (hiç iyi referans değil Dersimliler için), yukarısıyla iyi bağlantıları varmış, sempozyum onun içindir ki ‘Cumhurbaşkanımızın Himayelerinde’ yapılıyormuş.
Bu sonuncu nitelik sağa karşı iyi bir kalkan ama, başkaları açısından çok ters olduğu kesin. Açılış saatinde, otelin karşısındaki meydanda, 1937’de yaşı bir Pazar günü küçültülerek hemen asılan Seyit Rıza’nın heykeli önünde Eğitim-Sen ve KESK adına 15 kişi protesto açıklaması yapacak: “Sempozyumu Fethullah Gülen ve Zazacı kesim gerçekleştirmektedir. Üniversite rektörlüğü toplum mühendisliğine soyunmaktadır. Üniversite bu misyonu terk etmelidir.” Eğitim-Sen temsilcisi de, programda yer aldığı halde saat 20.00’deki oturuma gelmeyecek.
Konyalı bir sendikacının okuduğu metni destekleyenler, Zazaca dersi protesto etmiş ekip. Galiba ‘kendi standartları dışındakilere itirazı olan’ demek daha kestirme bir tanımlama. 

Bu arada unutmadan söyleyeyim, Belediye Başkanı Edibe Şahin (BDP) ve programın açılış konuşmalarında adı bulunan Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis (BDP) sempozyuma gelmeyecekler. Oysa, sempozyumun düzenleyicisi Dr. Şükrü Aslan Ş. Halis’e telefon edecek; onun toplantıyı desteklediğini, protestocuları tasvip etmediğini, ama işleri yüzünden gelemeyeceğini, protestocuları vazgeçirmek için de epey uğraştığını öğrenecek. Diğer yandan, E. Şahin benim kendisini ziyaretim sırasında, başka bir yerde bildirisi olduğu için gelemediğini söyleyecek; oysa sempozyum o sırada devam etmekte. 

Avuç kadar kentte sempozyum duyurusuna rastlanmaması gibi bir tuhaflığın sebebi de anlaşılmakta: Rektör bu ‘himaye’ işini pankartlara da yazdırıyor. Bunun doğru olmadığını, ayrıca büyük alerji yaratacağını düşünen Şükrü Aslan şiddetle itiraz ediyor: “Politik bir kurum himayesinde bilimsel etkinlik düzenlenemez.”
Bunun üzerine pankartlar asılmıyor. Unutmadan ekleyeyim, sempozyumun adının ‘Dersim’ konması başta olmak üzere, rektörün hiçbir şeyi empoze etmediği de herkesçe kabul edilmekte.

Rektörün ‘acayip’ konuşması
Açılışta ilk sözü Rektör Boztuğ alıyor. Üniversitenin kuruluşunu anlatıyor. Alevilik Araştırma ve Uygulama Merkezi. TOKİ’ye ihale edilen üniversite kampusu. Askerin boşalttığı binaya konacak ranzalarla ihtiyacın üstünde yurt yeri sağlanacağı. İsteğe bağlı İngilizce hazırlık sınıfı. Kürtçe ve Zazaca seçimlik ders. 

Hemen ardından, Dersim’in en önemli konusuna giriyor: “Barajlar hakkında devlet iki şey söylüyor: 1) Bize enerji lazım; 2) Güvenlik mülahazalarıyla bazı yerleri gölle kaplamak lazım. Dersimliler de iki şey yapıyor: 1) Munzur ile Pülümür çayının birleştiği yere kutsallık atfediyorlar. Gerçekten, bazı vatandaşlar taşı öpüp alınlarına koyuyorlar; 2) Entelektüel Dersimliler diyor ki, bu otorite beni ben olarak kabul etmedi hiçbir zaman, şimdi de toprağımla dağımla uğraşıyor.” Yani rektör şunu demekte: Dersimliler devletin aklını yine malum “güvenlik” faktörüne taktığının, kendilerini sadece bu açıdan gördüğünün bilincinde ve bundan son derece rahatsız. 

Dedikleri gibi, rektörün işi zor. “Sevgili Peygamberimiz”den bahsediyor, “Kendiniz gibi olmayanı Allah rızası için sevin. İnanç motifi olmayanlar doğa için sevsin” diyor, “Güç, hak ve adaletin emrinde olmalıdır” diyor, devam ediyor: “Zazalığınızı, Kırmançinizi, solculuğunuzu koruyun. Herkes Dersim’in elini tutsun, bağrına bassın, farklılıklarını zenginlik kabul etsin. Devletimize sesleniyor ve tarihî görevimi yapmak istiyorum: Lütfen Dersimlileri Alevi olarak, Zazaki ve Kurmanci ana dilleriyle, sol düşünceye sahip olarak kabul edin, bağrınıza basın.” 

İsterseniz samimiyet derecesini tartışın, fakat kesinlikle yepyeni, demokrat bir rektör tipi bu; şimdiye kadar yoktu. Dikkatle izlenmeli.

Değil isyan, asayiş sorunu bile yoktu
Dersim kırımı gündeme geldiğinde, yörenin içinde ve dışında üç şey tartışıldı: 1) Dersim’i Bayar yaptı, Atatürk’ün haberi yoktu; 2) İsyan çıkınca devlet bastırır; 3) Eşkıyalık önlenemiyordu.

BASKIN ORAN (Arşivi)

Sempozyumda konuşan Tunceli Eğitim ve Sağlık Vakfı Başkanı Kazım Arık dil meselesine giriyor hemen: “Dersimliler ana dillerini konuşmuyorlar, konuşamıyorlar. Destek olmazsa kaybolup gidecektir.” Dersimlinin psikolojisini anlatıyor: “Dersimli yaşlı teyze sancılanmış. Doktor diyor ki: ‘Najini to nia so pê na perda, uza sedya sero rameridiye, ez to miyane keri’ (Teyzecim, geç perdenin ardına, uzan, muayene edeyim). Teyze doktoru azarlıyor: ‘Riê to be şia bo, tı hawa zonê ma qeseykena, koti ra tı toxtora?’ [Yüzün kara olsun ki, sen bizim dili konuşuyorsun; nerede doktor olasın ki?] Bu dil şimdi üniversitede!” (Bilgi notu: Dersimce sözleri Kazım Bey’e sonradan yazdırdım; üç lanetli harfin üçü de mevcut, buradan 6 ay yersem sağlık olsun. Ama o zaman ben de Genelkurmay’ın internet sitesi hakkında suç duyurusu yaparım: www.tsk.tr)

Valinin sözleri de ‘acayip’
Kaçınılmaz olarak, bundan yaklaşık 25 yıl önce İzmir’de Dr. Alpaslan Berktay’dan dinlediğim geliyor aklıma: “Yedek subaylığımı Tunceli Hozat’ta yapıyorum, 50’lerin başında. İnsanlar o kadar yıldırılmışlar ki, kırda rastladığım köylü hemen eşeğinden iniyor, hazırola geçiyor, başı önünde, ben kaybolana kadar yerinden kıpırdamıyor, mırıldanıyor: ‘Allahömürlerversinbegüm, Allahömürlerversinbegüm, Allahömürlerversinbegüm’…”
Desteğini göstermek için Cumhurbaşkanı Gül’ün gönderdiği Başdanışman M.B. Cebeci’nin: “Büyük devlet olabilmenin şartı, farklılıkları kucaklayabilmektir. Türkiye büyük devlet olmaya layıktır” demesinin ardından kürsüye son olarak Mülkiye mezunu Tunceli Valisi Mustafa Taşkesen çıkıyor. İl hakkında bilgi verdikten, mesela işsizlik oranının Türkiye ortalamasının çok üstünde olduğunu belirttikten sonra, “Bayburt’tan sonra en az nüfusa sahip il. Aslında, asker ve polisi çıkartırsanız, en küçüğü” dedikten sonra, rektörden de tuhaf şeyler söylemeye başlıyor: “Geçmişimizle yüzleşmek zorundayız. Salt güvenlik kaygısı, güvenliği tehlikeye düşürüyor. ‘Özgürlük, Güvenliğin Ön Şartıdır’ ilkesiyle hareket ediyoruz.”

‘Dersim’e sefer olur, zafer olmaz’
Ve şöyle bağlıyor: “Her şeyi götürüp ekonomik kalkınmaya bağlayan görüşlerin yetersizliğini de kabul etmek zorundayız. Bir devletin milletiyle bütünleşmesinin öncelikli şartı, insanlarına onurlu bir varoluş sunmasıdır.” Tercüme lazımsa: Kürt sorunu sadece ekmek değil, kimlik sorunudur diyor, devletin valisi.
İsterseniz samimiyet derecesini tartışın, fakat kesinlikle yepyeni, demokrat bir vali kuşağı bu. Bir örneğini Van Ahtamar dizimde zikretmiştim. Dikkatle izlenmeli. 

Protokol konuşmalarından sonra, ilk konuşma olarak, sempozyumun ‘mana ve ehemmiyetini’ benim anlatmamı tertip komitesi uygun görmüş. Çok kısaca şöyle aktarabilirim. (Tamamı için bkz. www.baskinoran.com sitesindeki PP sunumu ve Radikal İki’deki 29.11.09 tarihli yazım) : 

Dersim kırımı, 70 küsur yıl sonra gündeme geldiğinde, yörenin içinde ve dışında üç şey tartışıldı: 1) Dersim’i Bayar yaptı, hasta Atatürk’ün haberi yoktu; 2) İsyan çıkınca devlet tabii ki bastırır; 3) Dersim eşkıyalığı bir türlü önlenemiyordu.
Üçü de külliyen yanlış olan bunların birincisi, tuhaftır ki Dersimlilerin. Kendilerini kırmış olan Tek Parti’ye hâlâ laf söylemiyorlar; bunun sebeplerini araştırmak lazım. Çünkü 4 aşamalı Dersim’i ‘fetih’ planı 1926, hatta 25’te yapılmaya başlandı: 1) Asker taşıyacak demir yollarıyla Dersim’i kuşatmak (“Demir Ağlarla Ördük Ana Yurdu Dört Baştan”; sadece Dersim örüldü aslında); 2) 1927 ve 34 iskan yasalarıyla etrafını boşaltmak; 3) 1935 Tunceli Kanunu’yla apayrı bir “askerî hukuk” tesis etmek; 4) 1937 Sadabat Paktı’yla tecridin uluslararası ayağını tamamlamak. 

İkinci cümle yanlıştı, çünkü Dersim katiyen isyan falan etmedi. 4 aşamalı planın 37’de tamamlanmasıyla ‘fetih’ başlayınca, asırlar boyu zulüm görmüş Dersim kendini savunma refleksine girişti ve kırıma uğradı. Hepsi bu. Üçüncünün yanlışlığı, yeni çıkan Umumi Müfettişler Toplantı Tutanakları-1936’da belgeli. Umumi müfettişler Tunceli’de asayiş sorunu diye bir şey kalmadığını yemin billah ederek defalarca söylüyorlar (s. 29, 71, 180).
“Dersim isyan etti” demenin amacı şu: Ulus-devlet kuruluyor, farklılığa hiç tahammülü yok, orayı fethedecek, düşman lazım. 

Dersimliler ise asırlardır içe kapanmışlığın sonucu, Ulus-devlet diye yepyeni bir olgu geldiğinin farkında bile değiller. “Dersim’e sefer olur, zafer olmaz. İlkbaharda gelirler, sonbaharda giderler. ‘Sel seferleri’dir bunlar” diyorlar. Sonuçta dönemin en modern silahlarıyla (tayyare bombaları ve zehirli gaz) 13.160 kişi öldürülecek, öldürülenlerin kimi kız çocukları subayların yanına evlatlık verilecek (Ermenilere 1915’te ve Aborijinlere Avustralya’da yapıldığı gibi). 11.818 kişi sürülecek (“Resmî Raporlarda Dersim Katliamı”, Radikal, 19.11.09; İ. S. Çağlayangil, http://desmalasure.de/09/1227066689/index_html#Bild1)

Alınganlık çok ilgi çekici
Konuşmam şöyle bitti: Kırımı yapan Tek Parti’ye her seçimde Dersim’den çıkan oy, ülke genelinde çıkanın hep çok üstünde oldu. Hatta, Nazımiye doğumlu Kılıçdaroğlu; aşireti Kureyşan’ın Türkmen, kendisinin de Seyyid olduğunu TRT Avrasya TV’de söyledikten ve bu Hürriyet’te Soner Yalçın’ın köşesinde çıktıktan 3.5 ay sonra yapılan referandumda Dersim % 81 ‘hayır’ verdi. 

Bence izahı: 1) Dersim’de din’in (Aleviliğin) soy’dan önemli oluşu. Hilafet Tek Parti tarafından kaldırılınca Sünni katliamlarından kurtulduk diye sevindilerdi, ardından gelen çok daha ağır ve sistematik ulus-devlet zulmünü hâlâ görmek istemiyorlar; 2) Sonuç olarak bir tür ‘Stockholm Sendromu’ olabilir mi? İçgüdüsel olarak, daha fazla yapmasını önler diye işkencecisine âşık olma durumu? Ama haksızlık da yapmamalı: Başka tutunacak dal mı çıktı? Kimisi “Zazaca bölücülüktür” diyor, kimisi Alevi köyüne zorla cami yapıyor. CHP de bu sayede gayet rahat: Dersim’in aşkı tek taraflı.
Daha o akşam şehirden yansıyan haberleri vereyim: “Dersimliler sana alınmış hocam.” Niye? “Kureyşanlılar Türkmendir, dediğin için…” 

Ne dersin? Nasıl yorumlarsın? Sempozyumu protesto eden 15 kişilik grubun şehirdeki etkisinin büyüklüğü desen, bu kadar büyük çarpıtmayı ne kadar uğraşsan ortam olmasa tutturmak mümkün değil. Yani ortam var: “Azınlık hassasiyeti.” Her azınlık, yani başat olmayan ve ezilen grup, sürekli baskıdan o kadar bunalmıştır ki, olmayan nemi buluttan kapmaya her an hazırdır. Mazlum o kadar hassastır ki, kendine en yakın duranı bile, yarasına parmak basarsa, ittirmekte üstat olabilir.
Güleceksiniz ama İşaya (Prof. Üşür) bildirisini sundu, Ermeni olduğunu bildiğim bir Dersimli bana şöyle diyor: “Doğrusu alındık. İşaya Hoca iki kere ‘gavur’ kelimesi telaffuz etti.” Yahu, İşaya’nın kendisi Süryani yahu!

Özel bir özel okul ziyareti
Öğle vakti. Rektör Boztuğ’un söylediğine göre, buradaki bir özel okuldan bir öğrenci ‘Hangi Tuğladan Vazgeçebiliriz ki?’ konulu bir afiş yapmış. Türkiye’yi oluşturan çeşitli etnik ve dinsel grupları birbiri üstüne konmuş tuğlalar biçiminde tasvir etmiş, bir yarışmada afiş dalında birincilik almış. Afişi görmek ve yemek için okula davet edilmişiz.
Özel Munzur Koleji. Yemek. Müdür anlatıyor: 75 öğrenciyle açıldığı. Açılışı Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in yaptığı. Bugün 710 öğrencisinin olduğu. Karateden bedmingtona kadar faaliyetler. 300 kişilik konferans salonu.
Okulun sahibini soruyoruz, müdür “Özel Erkam Öğretim Şirketi” diyor. Vali bey açık sözlü: “Türkçesini söyle, Türkçesini” diyor ve söylüyor: “Hocaefendinin okullarından.” Yanımda, Mülkiye’den hocam ve Ankara Merkez Cezaevi’nden yatak arkadaşım (aynı yatak vallahi!) Prof. Mete Tunçay var, Mülkiye’nin ünlü ‘Ayı Mete’si. Şeytanın avukatı olur; soruyor: “Yemek dahil yıllık 2.700 lira kurtarıyor mu?” Müdür, aynı şirketin Elazığ’daki okulunun 7.500 olduğunu, Tunceli’nin imkânlarına göre fiyat tespit ettiklerini, şirketin toplam 8-9.000 öğrencisi olduğu için bunu yapabildiklerini anlatıyor.

Keçe kalemli tahtadan akıllı tahtaya

Mete Tunçay’ın da (sol başta) bulunduğu bir grupla öğle yemeği arasında koleji ziyaret ettik.
Çaylar geldi, Mete Abi yine assolist: “50’lerin ortasından önce Türkiye’de kahve içilirdi. Hatta, ‘çay geliyor’ dendiğinde köylerde çocuklar ayaklarını kaldırırlarmış, ıslanmayalım diye. Karadeniz’de ekilmeye başlanınca yaygınlaştırıldı.” Makine ısınmışken devam ediyor, benim bildiride geçen “Rum leşkeri” (Osmanlı/Türk askeri) terimine gönderme yaparak: “Bizans’taki Laskarides hanedanının adı leşker’den bozmadır” diyor. Az şey öğrenmemişimdir bu adamdan, özellikle cezaevinde. 

Sıra Kolej’i gezmeye geldi. Konferans salonunda kısa tanıtma filmi. Faaliyetler. Fırfırlı kısa etekli küçük kızların gösterileri. Ödül kazanmış afiş hediye ediliyor. Mete Abi yine soruyor: “Bu tuğlalar arasında Kürt var ama Zaza yok?”

Beyaz tahta da devrimdi
Esas olay, sınıfları gezerken: Her sınıfta bir ‘akıllı tahta.’ Bildiğimiz yazı tahtası ama dokunmatik. Yazdığını-çizdiğini siliyorsun veya hafızaya alıyorsun, şekiller ve fotoğraflar ekleyebiliyorsun, istersen şekilleri otomatik düzeltiyor, öğrencilerin bilgisayarlarına gönderebiliyorsun, sınavı tahtadan yapabiliyorsun, filan. 

Mülkiye’de değişmez dekan Celal (Prof. Göle) keçe kalemle yazılan şu andaki beyaz tahtaları yaptırmıştı, devrim olmuştu…
Sonuç? Şikâyetçi değilim çünkü ‘Fethullah’ın okullarından birini görmeyi epeydir istiyordum. Bir zamanlar eşkıyaya takmıştık, sonra komünistlere, sonra teröristlere, şimdi de Fethullahçılara takmak bana biraz fazla ezber geliyor. Fakat öğle yemeğine sıkıştırılan bu ‘özel’ kolej ziyareti de Aleviliğe bu kadar bağlı bir ortamda biraz fazla ilginç kaçtı, açıkçası. Burada kiminle konuşsan, Fethullahçıların Dersim’e sızdığından şikâyetçi. Algı, olgudan önemlidir.

Dersimliler, inançları ve Fethullahçılar
Dersimlilerin Gülen okulu konusunda düşündüğü özetle şu: Açılan özel eğitim kurumları bizim inancımızı asimile etmeye kalkarsa olmaz. Sempozyumun düzenleyicisi Dr. Şükrü Aslan şöyle diyor:
“Kentte 2000’den bu yana bir Fethullahçılaşma eğilimi var. Üniversitenin buna aracılık ettiği kanısı yaygın. Doğrusu çok da temelsiz değil. Ben, Gülenci ortamda da söyledim. Bu topraklarda insanlar doğal mekânları kutsal sayıyor, nehir kenarında niyaz dağıtıyor, su kaynağında kurban kesiyor, dağın doruklarında dua ediyor. Böyle bir inanç kültürü var. İleride bu kültürün yerine sarıklı, çarşaflı, beş vakit namazlı bir toplum olursa bundan memnun mu olursunuz yoksa bir kültürü ortadan kaldırdık, insanlık suçu işledik diye üzüntü mü duyarsınız? Mesele bu soruya nasıl yanıt verdiğinizdedir.” 

Vali Mustafa Taşkesen’den herkes memnun. “Kesin Alevidir!” diyorlarmış. Geçmişteki valileri soruyorum: “80’den sonra gelen vali ‘Siz iyi insanlarsınız ama namaz kılmıyorsunuz. Fakat sizin suçunuz değil çünkü cami yok’ dedi ve camiler başladı. Jandarmalar dükkândan geçerken ‘Duymuyor musunuz ezan okunuyor!’ deyince esnaf mecburen gitti.”
Şu andaki validen önceki, beyaz eşya dağıtan. Ondan önceki tam bir MHP’lilik sergiliyor. Anlatıyorlar: “Bir saat dinlerdi, sonra: ‘Devlet şöyle istiyor, şöyle olacak!’ der, kalkardı.” 28 Şubat’tan sonra durum biraz değişiyor. Bir komutan Cuma’ya sadece 2 kişinin gittiğini öğrenince, ezan okunmasın diyor ve bir süre okunmuyor.

YARIN: Sözlü tarİh, tertele…

19/11/2010 2:00

Dersimlilerin talepleri: Devlet özür dilesin. Seyitlerin mezar yerleri, evlatlık verilenlerin listesi, arşivler açıklansın. ‘Dersim’ dahil eski isimler geri verilsin.Tazminat ödensin. Barajlar olmasın.

BASKIN ORAN (Arşivi)

Tunceli Üniversitesi’ndeki Dersim Sempozyumu’nda öğleden sonra oturumlar başladı. Bunları ve konuşmacıları saymaya imkân yok. Şöyle diyeyim: 3 gün boyunca, saat 9’dan gece 22’ye kadar, 2 ayrı salonda, toplam 21 oturum yapıldı. Bildiriler bilimseldi ve konu olarak yok yoktu: Sözlü tarih, Dersim diyasporası, üniversiteden beklenenler, STK’lar, Alevilik, sürgün, ekonomi, çevrecilik, kimlik, dil, belgeseller, Osmanlı dönemi, nüfus, modernleşme… Dr. Şükrü Aslan’ı tebrik etmek lazım.
Kimi bildiri sahipleri kısa girişlerini ‘Kırmançi’ yaptılar, sonra Türkçe devam ettiler. Mesela, Dersim 1938 ve Zorunlu İskân kitabının yazarı, Dersim’in devlet tarafından yağmalandığını belgeleyen Avukat Hüseyin Aygün. Olayı hatırlatayım: Bugün 83 yaşında olan Dersimli Ali Karadağ 38 kırımını 11’indeyken yaşıyor. Ailesinin öldürülmeyen kısmı Uşak’a sürülüyor. Dönünce, tarla mafiş. H. Aygün 1941 tarihli bir tapu senedine ulaşıyor: “Harekât-i askeriyede ölen ve aile efradı garbe nakledilmiş bulunan Gevrek köylü Ali oğlu Kamer Karadağ’ın tapusuz tasarruflarında bulunmasına binaen Hazine’ye intikal eylemekle…” Devlet, öldürdüklerinin ve sürdüklerinin bir de mallarına el koymuş. Zaman aşımı? Aygün cevap veriyor: “İnsanlığa karşı suçlarda işlemez”. Aygün, bir diğer Dersimli olan Ali Akgün’ün davasını da yürütüyor. Sürgüne gönderildiği Isparta’dan Tunceli’ye 55’te dönmek istediğinde Tunceli Valiliği şu ‘imha’ tutanağını vermiş: “Hüseyin Altıntaş’ın nüfus hane kayıtlarında adı yazan Hüseyin karısı Humar ve evlatları Elif, Mehmet, Hadice, Ahmedi, Suzan, Alicemal, Hetip ve Emine’nin 1938 harekâtında imha edildiği ve aile reisi Altıntaş’ın 1952 yılında öldüğü, haneden yalnız Ali Akgün’ün sağ kaldığı…” (Radikal, 30.08.10)

Çocuğunu boğan kadın
Mesela, Dersimli Ermenilerle görüşmemde yardımcı olan, sözlü tarih araştırmacısı Cemal Taş, diyor ki: “Dananın kulağına bağırırlardı: ‘Sakın ananın peşini bırakmayasın, kurtlar ayılar yer seni!’ diye”.
Dersimli Çocuk’u anlatıyor: “Okulda en çok Amerika’yı seviyordum; süttozu veriyorlardı. Yağlı ekmek veriliyordu, ama eve götürüyorduk kardeşler için. ‘Alevi olduğunu, Dersimli olduğunu söyleme’ diyorlardı evden. İstanbul’a gittik, ‘kuyruklu Kürt’ dediler. Anam-babam beni görmeye geldi, üst-başlarından utandım, hemen bir taksi çevirip abimin evine götürdüm.”
Sözlü tarih işini anlatıyor: “Dersim’e dönünce bir gelin Kırmanç konuştu, cevap verirken kekeledim. Sol’a girince dilden uzaklaşmıştık. Dersim diye bir dergi çıkarıyorduk, yazı yazamıyordum. Bari yaşlıları dinleyip yazayım dedim, öyle başladım. 38’de çocuğunu nehre atmak zorunda kalmış Nazımiyeli bir köylü kadından bahsettiler bir gün. Tam da İstanbul’a bilet almışım. Cepte 10 lira. Teyp kaseti 5 lira. Bir tane yetmez ama 5 lira da insanlara çay ısmarlamak için lazım. Kadın başladı, tam çocuğunu boğma yerine gelince bant bitti. Mecburen, başa alıp üstüne kaydettim.”

Tertele
Önce Kırmanç konuşanlardan, mesela Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu Başkanı Yaşar Kaya. Dedesi kardeşlerine demiş ki: “Hep birlikte kalmayalım, ayrı duralım. Birimizi öldürürlerse ötekimiz sürdürür zürriyetimizi.”
Bu tema fevkalade önemli. Çok kişiden duyacağım bunu. İlk defa 25 yıl kadar önce, 1925 ayaklanmasını çıkaran Azadi’nin üyesi Dr. Fuat hakkında okumuştum. Bir yolunu buluyor, idam edilmeden bir gün önce hücresine getirtiyor eşini, asıldıktan sonra oğlan çocuğu oluyor. 

Anlamak lazım: Hem feodal ortam koşulları hem de kır babam kırılan mazlumun tükenmeme umudu.
Yaşar Kaya, Dersimlilerin taleplerini şöyle sıralamakta:
1- Devlet özür dilesin;
2- Seyitlerin mezar yerleri, evlatlık verilenlerin listesi, arşivler açıklansın;
3- Başta ‘Dersim’, bütün eski isimler geri verilsin;
4- Zarar görenlere tazminat verilsin;
5- Barajlar olmasın. Bu sonuncu hususa daha geniş gireceğim. Çünkü tekrar ediyorum, burada 7’den 70’e herkesin ve her grubun ortak talebi. 

Yaşar Kaya bana ilginç bir şey diyor: “Hep dışarıdan baktınız. Keşke buraya gelip burayı içeriden öğrenseydiniz.” Temelde haklı. Ben Kürt meselesi çalışmaya en az 20 yıl önce başladım ama Dersim hakkında 7-8 kitaptan başka okumadım ve ilk defa geliyorum. Ama bu yaklaşım mazlum gruplarda sık görülen bir durum:
‘Niye sadece bizim derdimizle uğraşmıyorsunuz?’ Oysa, yörenin dilini bilmeden içeriden neyi araştıracaksın? Öğrensen, burada yaşamadan neye nüfuz edeceksin; insanlar sana nasıl güvenecek?

Yapılması gereken
Yapılması gereken şu: Bunları yaşayanlar bir biçimde aktarır, ben yöre insanının yapmakta zorlanacağı şeyi vicdanlı bir biliminsanı olarak üstlenirim: Bu bilgileri sistematize ve teorize ederek incelerim, yayınlarım; benim işlevim odur. Kimi sitelerde ‘devletin ajanı’ ilan edilme pahasına. Kaldı ki, Kaya bile bu sitelerde yerden yere vuruldu sempozyuma geldi diye.
37-38 kırımı için Yaşar Kaya da çok kişinin kullandığı ‘tertele’yi kullanıyor. 93 Rus harbi için de duyulan bu terim, ‘ter’ (tıraşlamak, telef etmek) ve “tele”den (gasp, yok etmek) geliyor. Ermenilerin ‘Sevkiyet’ veya ‘Metz Yeğern’ benzeri bir özel isim. Bir de şuna vurgu yapıyor: “Dersim Zaza değildir; Zazalar Dersim’in bir parçasıdır. Kırmanç, Zaza, Dımli; bunlar Kırmançki konuşan topluluğun çeşitli adlarıdır.”

Tayyareden atılan hançer saplanmış yılan

Süleyman Kırmızıtaş

Rica ettim, beni 37-38 kırımını yaşayanlarla ve ayrıca Dersimli Ermenilerle tanıştıracaklar. Yemekten sonra, barajla su bastırılmak istenen Munzur Vadisi’ni geçip suyun gözelerine gideceğiz. Sabah oturumlarına girmeyip bu önemli mülakatları yapmak istiyorum. Daha önce sözünü ettiğim S. Kırmızıtaş geliyor. 1968-77 arası belediye başkanı. 38 kırımını 4 yaşında yaşamış. Sağlam yapılı, dimdik, yaşını göstermeyen, saygın görünümlü:
“37’de davarla geçiniyoruz. Yayladayız. Dediler, asker Munzur mıntıkasına saldırıyor, gidelim köyümüze, beraber ölelim veya kalalım. Ama asker o yıl suyun bu tarafına geçmedi. ’38 oldu, Haziran. Otlar biçiliyor. Sağma mevsimi. Bir ateş başladı. Davardan kötü sesler geliyor. Vurulan düşüyor, vurulan düşüyor, davarlar. Elimize ne geçerse aldık, güneye kaçtık. Beni geri gönderdiler çünkü abim sıtmadan yatıyor, onun yanında kal dediler. Sabah uyandık, üstümüzde tayyareler uçuyor kartal gibi.” 

4 yaşındaki çocuk devam ediyor: “Tayyare tepeye kâğıt parçaları atıyor. Topladım. Üzerine bir hançer saplanmış yılan resmi. Resimdir; çok hoşuma gitti, cebime koydum. Ertesi gün büyüklerimiz gelip bizi aldılar. ”Kimleri öldürdüler? “37’de devlete direnenleri, özellikle Demenanlılar ile Abasanlıları taradılar. 38’de geldiklerinde, Alan aşireti devlete en muti [itaat eden] aşiret, onların ağalarını öldürdüler, köylüye dokunmadılar. Ağaları, 3 kardeş 32 nüfus, Mazgirt’te çukur bir yerde birkaç gün tutup sonunda kırdılar. Onlardan zürriyet kurtulmadı. 2 çocukları vardı Elazığ’da lise okuyan, onları da neslini kesmek isteyen köylüler öldürdü.”
Neden? Süleyman Bey geçiştiriyor ama ben başkalarını deşip öğreneceğim: Köylüler çocukları öldürdükten sonra ağanın iki katlı konağını merdiven dayayıp boşaltıyorlar. İnsan insanın kurdudur.

‘Dışarıdan adam gelmesin’
Dersim sokakları, kol kola dolaşan şık gençlerle dolu.

Gece yapılan “STK’ların üniversiteden beklentileri” oturumunda Türkiye genelindeki tablo tekrarlandı: Esnafın derdi: Alışveriş artsın. Ev sahibinin derdi: Kiracı çoğalsın. İşsizin derdi: İdari kadrolara girip çalışayım. Kentte işsizlik büyük boyutlarda. Kahveler ve meydanlar işsiz gençlerle dolup taşıyor
“Dışarıdan gelenler hassasiyetlerimize saygı göstersinler” talebi var, ama şu da var: “İdari kadrolara adam alırken bize danışsınlar, ilimizden alsınlar, ihaleleri yerel esnafa versinler”. Hatta: “İhtiyacı olanlar arasından kura çekilsin.”
Bu durumda rektör kalkıp şunu söylüyor: “Yarın Karadeniz’den bir il çıkar da ben farklıyım, ülkücüyüm, dindarım derse ne olacak? Tuncelili oraya giremeyecek mi? Dersimli 1938’de ulus-devletin farkında değildi dendi, korkarım şimdi de küreselleşmenin farkında değil.” 

Tartışmaya öğrenciler katılıyor. Arka sıralardan bir kız: “Ben şuna şuna itiraz ettim diye soruşturma yedim. Dersim AKP’lileştiriliyor!”
Sonunda, oturum başkanı Murat (Prof. Belge) üniversitenin geçim kapısı olarak düşünülmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirecek. Tamamen haklı ama, gel de önle artık. Ben Kasım 82’de Cumhuriyet’te “Taşrada üniversite olmaz. Olursa, taşra çağdaşlaşmaz, üniversite köylüleşir. Üniversite kurmanın ölçütü, ortalıkta kızlı-erkekli bira içebilmektir” dedim de bütün sol başıma çökmüştü. Buyurun şimdi.
Ama Dersim yine de üniversite kurulabilecek bir yer çünkü sokaklar rahatça kol kola dolaşan askılı bluzlu, jöleli, şık gençler dolu. Birahaneler mebzul miktarda. Başörtülüler inanın ki Bodrum’un Barlar Sokağı’ndakinden az. Her konuda olduğu gibi, bu hususta da Dersim kocaman bir istisna. Gazetelerde Munzur plaj resimleri çıkmıştı ya, Fransız bir turist oradan yürüyüp çarşıya gelmiş bikinisiyle. “Kimse yadırgamadı” diyorlar.

Zürriyeti kurtaran kumandan: Mareşal Çakmak

Atatürk ve Mareşal Çakmak TSK’nın iki sembol ismi. Dersimli, Çakmak’a olumsuz bakmıyor.

Dersimliler, asker oradayken nasıl yaşıyorlar? Süleyman Bey devam ediyor: “Asker bu tarafa geliyor ya, gören köylü uuuuuu, uuuuuu diyor, herkes mağaralara kaçıyor. Sabah bir tehlike yoksa orağına harmanına gidiyor. Harp zamanı. Yiyecek kıt. Ben ağaca çıkıp dutla doyuyorum. Bir gün asker geldi, hepimizi birbirimize bağladı, götürüyor. 38 baharı.
Türkçe bilen birini de götürüyorlar, adam bağırıyor: ‘Adağım var, önce kurbanımı keseyim!’ Komutan diyor, bırakın kessin. Adam keserken bağırıyor: ‘Heko çimeto ve korvê!’ (Hey Allahım senin gözün kör olsun. Kurbanı yiyecek kalmadı, köpekler yesin!). Türkçe devam ediyor: ‘Ben Yemen’de savaştım. Ne günahımız vardı topluyorsunuz? Allahıma isyan ediyorum ben!’ ”
Bundan sonrası ilginç: “Kafileyi yürütüyorlar. Münasip bir mahalde kıracaklar. Komutanın biri, elinde kırbaç, yüzü mosmor. O sırada tepeden yine o uzun boru çaldı. Bir süvari geliyor atı köpük gibi terli; bir tek gözleri gözüküyor. Atladı. Bir kağıt verdi komutana. Yüzüne renk geldi adamın. Allahına isyan edene döndü: ‘Duan kabul edildi ki, vur emri durdurulmuştur’. Millette bir hıçkırık başladı ki…”
İlginç, çünkü: “Bizimkiler derler ki zürriyetimiz Mareşal Çakmak sayesinde kurtuldu. Asker dört taraftan sarmışken yetişiyor, bir bakıyor ki askerin çoğu Dersimli. Diyor ki: ‘Allahtan korkun kuldan utanın. Hani bunlar vergi vermiyor askere gitmiyordu? Dur emri veriyorum!’ Süvariler her tarafa koşuyor. Ama üzerinde bol altın kokusu alınan aileler öldürüldü.”

20/11/2010 2:00

Enver Bey anlatıyor: İki dedem de Ermeni. Asıl soyadımız Dertli; 54’te Devletli olmuş. Entegre olmuşuz Alevilere. Zaten Gregoryenler ile Aleviler din dışı sayılmış hep; birbirine benziyor.

Dersim bu, işte: M. Kemal’e, Mareşal’e, İnönü’ye laf söyletmiyor. “Bayar yaptı” diyor. Olayın en azından 26’dan beri gün be gün planlandığını, o tarihte Elazığ Valisi Cemal Bardakçı’nın “Okul ve hastane götürelim, ziraatı ıslah edelim, eşkıyalık yapmazlar, Dersimliyi kazanalım” tezinin yalnız kaldığını, askerî fütuhat tezlerinin uygulandığını bilmiyor veya bilmek istemiyor. Asker 37’den beri kırım yaparken genelkurmay başkanının haberinin olmaması mümkün mü? Üstelik Mareşal, Eylül 1930’daki Dersim Raporu’nu hazırlayıp “Dersimli okşamakla kazanılmaz… Dersim evvela bir koloni gibi nazara alınmalı” diyen kişi.
Diğer yandan, Trabzon’daki Atatürk evindeki haritanın üstündeki levhada “Harekât işaretleri bizzat Atatürk tarafından çizilmiştir” yazıyor.
Bütün bunları yaşayan SHP’li Süleyman Beye, CHP’ye durmadan oy çıkması işini soruyorum: “CHP’ye oy vermeyi bilinç yokluğuyla izah ederim” diyor, “CHP’ye oy, dedeler-ağalar talimatıdır.” Devamla: “Burada ağalar iki cinstir: Toplumun yarattığı; devletin Osmanlı’dan beri mal-mülk ve yetki vererek yarattığı. Bu ikincileri söylüyorum.”

Dersim’in Ermenileriyle
Dedeler, seyitler, şeyhler? “Alevi dedesinin seyit olması lazım. Sünni’nin şıh olması lazım. Tabii, kağıt satılmadıysa.” İzah ediyor: “Selçuklu ve Osmanlı bunlara berat vermiş. Bunların zaman içinde satıldığı söyleniyor.”
Şu noktaya geliyor sonunda: “Bizim burada anamızı ağlatan yerli Sünnilerdir. Hep bizi devlete kötülerler. Çoğu Alevi’den dönmedir.” Dönmedir deyince, aklım Cemal Taş’ın bana bugün tanıştırmayı söz verdiği Dersim Ermenilerine gidiyor ve o sırada da Cemal yanındakilerle birlikte bize doğru geliyor.
Eylül’de Ahtamar’a gittiğim zaman Van Ermenileriyle de konuşmuştum ama fotoğraflarını ve kimliklerini açıklamamıştım. Yanındaki arkadaşı biraz geri durmayı tercih ediyor ama sağlam vücutlu, yağız, yakışıklı biri olan Enver’in (yanda) böyle bir derdi yok. Kimliğini açıkça yaşıyor ve söylüyor:
“İki dedem de Ermeni. Asıl soyadımız: Dertli; 54’te Devletli olmuş. Entegre olmuşuz Alevilere. Zaten Gregoryenler ile Aleviler dindışı sayılmış hep; birbirine benziyor. Yaşlı bir tanıdık amcamız vardı 95 yaşında, Salman Yeşildağ, Dersim’in bazı köylerinde 6-7 kilise olduğunu söylediğimde dedi ki, ‘Bizim atalar da Müslüman olmadan önce oralara gidiyordu’ dedi.” 

Çok düzgün bir ifadeyle, çok net konuşuyor: “1895’te Nazımiye köyünden gelmişiz, Hamidiye Alayları yüzünden. [Ermenileri Kürtlere kırdırmak için 1890’dan itibaren büyük ve Sünni aşiretlerden oluşturulmuş kıtalar]. 1915’te kardeşlerin bir kısmı Pakh’ta, bir kısmı Ağdat’ta. 37’de Seyit Rıza’yla birlikte idam edilen Fındık Ağa kurtarıyor hepsini. İhtida ediyorlar. Babam Fındık Ağa’nın evinde, onun oğluyla birlikte Türkçe öğrenmiş. 38’de sürgüne yollanıyorlar. 48’de tekrar Dersim’e. Babamın adı, dedesininki gibi Sarkis. 37’de değiştiriliyor. Büyük amcamınki Manuk, ama nüfustaki ismi Baki. Zaten hep nüfuslar 37’den sonra yazılmış.”

Haaaa! ve Hâşâaaaaa!
Aleviler Ermenileri nasıl kurtarıyor? “İhbar etmeyerek, askere yer göstermeyerek, akrabamdır diyerek. Zaten o dönem devlet Dersim’e egemen değil.” Olay basit: İki benzeşen, iki mazlum birbirini korumuş.
Masadakilerden biri söze giriyor: “Ama Hozat’ta pek koruyamamışlar. Ermeniler Kayışoğlu yarmasından bağlanıp atılmış. Fosilleri çıkmış. Hozat’ta –yan’la biten çok köy var halen.” Bir diğeri söylüyor: “Aleviler gelip Ermenilerin topraklarına yerleştiler. Hatta, öküz yerine koştukları bir Ermeni demiş ki, ‘İnşallah Türkler de bir gün size böyle yaparlar’ demiş.” Zaten Enver de söylemişti, Osmanlı’dan kaçarak Dersim’e sığınanlar Kürtler dermiş ki: Buraya geldiğimizde biz Ermenilerin yarıcısı idik, sonra onlar bizim yarıcımız oldu. Burada halkın kendisine muamelesi nasıl? “Sorduklarında, aşiretimi söylüyordum. Peki orada kimlerdensin diye soruyorlar, söylüyorum, daha incesi geliyor. Sonunda ‘Amcam Baki Devletli’ deyince, değişmeyen tepki: ‘Haaaa!’. Bunun üzerine bıktım, doğrudan ‘Ermeniyim’ demeye başladım. Bu sefer de cevap: ‘Hâşâaa!’. Ama gençler böyle değil. Bu dediklerim 50-60 yaş arası.” ‘M. Kemal yapmadı, C. Bayar yaptı’ meselesi? “1950’ye kadar halk Türkçe bile bilmiyor. 50’den sonra öğreniyor. Devletin propagandası bu. Osmanlı Dersim’le barışık değildi ama Dersimliler Türkiye Cumhuriyeti’yle barışmak istedi.”
Dil? “Biraz biliyorum Ermeniceyi. Annemler 6 kardeş. Biri Ermeni, üçü Alevi, ikisi de Sünni ve beş vakit namaz kılarlar. Ben Ermeni olana, İstanbul’a gittim 66’da. Beni Kapalıçarşı’da bir Ermeni’nin yanına kuyumcu çırağı yaptılar. Ben haçımı çıkarıyorum. Haymer’imi [dua] okuyamıyorum ama.”

KUTSAL MUNZUR VADİSİ’NE YOLCULUK
Çok daha şey konuşabilirdik Enver’le ve büyük zevkle. Fakat geldiler, Munzur Vadisi için araç hazır. Ben hayatımda hiç bu kadar iki ayağı bir pabuçta iş yapmadım.
Virajlı, daracık bir yol. İki yanından dağ yükselen Munzur Suyu’nu izliyor. Yer yer taşlar yuvarlanmış. Vahşi doğa. Fevkalade etkileyici. Gözelere kadar 65 km ama 1,5 saat. Yol boyunca büyük çengeller: Adak kesmek için.
Üç kere durup minibüslerden iniyoruz. Sırasıyla: 1) Ana Fatma ziyaret yeri. Niye kutsal olduğu Kırmançi ve Kurmançi olarak iki levhada yazılı; 2) Havori Kayası: 38’de insanların yukarıdan atıldığı uçurum; 3) Laç Deresi: 37’de esas direnen aşiret Demenanlıların toplu katledildiği dere ve kanyon; Munzur’a kavuşuyor. Sadece buralar değil, bu Munzur Kanyonu’nun tamamı Aleviler için kutsal. Barajlara 7’den 70’e her ideolojiden Dersimlinin topluca direnmesinin bir nedeni bu kutsallık olayı. Diğer nedeni: Devletin barajlar yoluyla Dersim’i su bastırarak insansızlaştırma politikası.

‘İKİNCİ 38’İ Mİ YAPTINIZ LAN?’
İki gündür oturumlara girip çıkmaktan, insanlarla konuşmaktan, gözelere filan gitmekten, şu ana kadar Dersim’in sokaklarını göremedim. Duyuyorum, mesela bir Palavra Meydanı varmış. 80’den önce örgütlere mensup gençler orada volta atarlar, tartışırlarmış. Sonra her biri diğerleri için “Palavra atıyor, esas biziz!” derlermiş, halk da hepsine palavra dermiş. 

Feyhan ve koruma polisi arkadaşım Hüseyin’le biraz çıktık. Biraz halk arasında dolanacağız, sonra da vali ve belediye başkanına kısa birer nezaket ziyareti. Hüseyin, anlaşılan öyle talimat almış, sağolsun, ama biraz fazla koruyucu. Sürekli bilgi veriyor: “Alo Merkez, şimdi şu sokaktan şu sokağa intikal etmekteyiz.” Palavra Meydanı meğer otele yüz metreymiş, Seyit Rıza heykeli seksen metre. Zaten şehir bir avuç. 

Bir de baktım, çok ilginç bir heykel daha. Sanki berduş veya deli. Öyküsünü anlattılar: Kılıçdaroğlu gibi Kureyşan aşiretinden, “dede kabul edilen” Seyit Hüseyin imiş (Dersimce: Şey Uşen). (yanda) Evlenmiş, askere gitmiş, dönünce eşiyle ilgili bir meseleden deliriyor. 12 Eylül olmuş, sokağa çıkma yasağı, zaten sokakta yatıyor, gidip karakolu taşlıyor: “Lan siz ikinci 38’i mi yaptınız? Bu halk nereye gitti?” 

Toplumsal belleğin tekrarlarına dikkat çekerim: Bir buçuk 38, yarım 38, ikinci 38… Halkını kırınca bir devlet, seksen yıl sonra bile böyle oluyor demek. 

Deli heykelini belediye mi yaptırdı, diye sordum. Kamer Genç yaptırmış. Uyar.
İki kare daha çekmek istiyoruz: 1) Kadın kundura boyacısı Gülşer Temur. O iklimde, sokağın ortasında, abisinin dört yetimine bakmak için boyuyormuş; 2) Gözelerde yediğimiz baklavanın kutusunda “Kadın Patisserie” yazıyordu, enfesti. Ağızlarına hijyenik maskeler geçiren kadınlarca imal edilip satılıyormuş; bir de onu.
İkisini de çekemedim. Hem bildiri dinlemek hem gazetecilik oynamak olmuyor: Boyacı hastalanıp evine gitmişti, fırında da temizlik var dediler, sadece tabelasını çektim. Allahtan, daha önce bahsettiğim Hüseyin Aygün, meğer avukatıymış, Gülşer Hanımı yolladı arkamdan.

GİZLİ VE ZATA MAHSUS: İCAP EDEN YERLERDE BLOK HAVUZLAR!
Açılışta Rektör Boztuğ’un da söylemiş olduğunu aktarmıştım ama, eğer bu son cümle size masal geldiyse, gelmesin. Köklü bir politika bu. Osmanlı’ya dayanıyor. Vaktiyle Mehmet Bayrak’tan alıp okuduğum 1932 tarihli bir gizli belge var: Dersim–Jandarma Umum Kumandanlığı Raporu. Altında: “Gizli ve zata mahsustur. Kayıt altında 100 tane basılmıştır” yazıyor. 108. sayfada aynen şöyle demekte:
“…Dersim’in itaatsiz ve azğın halkına hakim olmak için Samih Paşa Dersim dahilinde mühim noktalara blok havuzlar inşası ve bunları yekdiğerine telgraf hatları ile rabt suretile Dersim asayişi üzerinde müessir olmak ve binnetice Dersimde sükunu temin ederek bu halkı kazanmağı düşünmüş ise de bu arzularını tatbika muvaffak olamamıştır.”
Saray’ın Samih Paşa’ya bu görevi verdiği tarih: 1863. Mareşal Çakmak 1932’de yayınlanan “Dersim”in 183. sayfasında (y. 75 yıl sonra) aynen tekrarlıyor: “B – İcap eden yerlerde Blok havuzlar yapılması”. Bugün, yani ondan da yaklaşık 75 yıl sonra “blok havuz”un adı “baraj”a çevrilerek aynen devam. Munzur Doğa Aktivistleri’nden Haydar Çetinkaya, 4’ü Munzur Vadisi’nde olmak üzere Dersim’e inşa edilecek toplam 20 barajın bu hedefinin yanı sıra, yapacak olduğu doğa ve inanç tahribatlarını sayıp döküyor. 

Fatma Kadın’ın ‘mum’ları
Gözelere varıyoruz. Ekim ayında, ilkbahardaki suyun ancak sekizde biri gelirmiş. Yine de yer-gök su içinde. Biz inerken, yeni doğmuş bebesiyle bir baba dönüyor; bir tür vaftize getirmiş sanki.
İlk karşılaştığımız, ziyaret yerlerinde gördüğümüz “mum”ları yapıp satan Fatma Kadın. Mum derken: Amerikan bezini kesiyor, tenceredeki balmumuna batırıyor, büküyor. Bir tür mini meşale. İnsanlar bu ziyaret yerlerinde bunu yakıyor. Bir de, düğün davetlerinde davetiye olarak yollanıyormuş. Yanındaki Ali Baba, mani okuyor bize: “Annesi sultanmış / Babası Ali / Ezelden demişiz biz ona veli / Adını duyup da gelmeyen deli.” 

Orada tanıştığım CHP’li Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün (adı aynen bu) şu sözü baraj meselesini galiba en iyi anlatıyor: “Baraj işi, bir buçuk 38’dir!” Ekliyor: “Biz 94’te de yarım 38 yaşadık.” Çiller zamanında köylerin yakılması. Bildirisinde Doç. Yücel Demirer anlatacak, 38’in sözlü tarihini yapmaya gidenlere hep 94’ü anlatmak istemişler.
Gözeleri Kazım Arık’la (yanda) geziyoruz. 38’de ailesinden 54 kişi katledilmiş. İsyandan? Hayır, aksine. Dedesi ordunun hayvan yemi müteahhidi imiş; Dersimliler açısından bir tür hain yani. Sürüp yolda öldürmüşler. Tümünün ölüm tutanağında aynı tarih ve aynı ölüm sebebi: ‘Salgın hastalık.’ 

Kazım Bey, Türkiye demokrasisini Dersimlinin nasıl algıladığını anlatıyor: Vali çift süren köylüye gelmiş: “Bu beyler senin mebusların. Seçimde reyini nereye vereceksin?” Köylü ısrar üzerine şunu demiş: “Vali Paşam, geçen yıl bir düğün davetiyesi geldi, hanım ve baldızla yola çıktık, aradan dere geçiyor, önce hanımı geçirdim sonra baldızı sırtladım. Bana naz ediyor: ‘Ben mi ağırıııım, ablam mı ağır?’ Sırtıma bindikten sonra kime oy versem ne yazar?”
Kazım Bey kendininkileri eleştirebilecek kadar esprili bir adam: “1970-80 arası devletin eli buraya ulaşmıyor. Her şey örgütçe [hangi örgüt ise] tartışılıp kararlaştırılıyor. Tabii, teorik sorunlardan baş alamadıkları için, bazen günlerce. Meselelerden biri de, tulum peyniri kaça satılacak. Soğuk hava deposuzluktan peyniri bozulmaya başlayan köylü homurdanmakta. Örgüt diyor ki: “Yoldaşlar [bura terimiyle: “kirva”], az daha direnin!” Köylülerden biri patlıyor: “Tamam, direnek de, g..veren tulum peyniri direnmiyor!”

YARIN: SEMPOZYUMA PROTESTOLAR

Twitter

21/11/2010 2:00

Dersimli, diliyle, diniyle çok çok özel. Türkler de Kürtler de onu kendine benzetmeye çalışıyor. Dersim de direniyor. Bütün ‘ulusal’ kurumlar gibi üniversite de çok korkutuyor Dersimliyi: ‘Gelecek öğrenciler bizim dokuyu bozacak.’

BASKIN ORAN (Arşivi)

Artık bitirelim. Çok, ama çok başarılı bir sempozyumdu. Yapılması bile büyük olaydı; başında söyledim. Burada kimi örgütler ve dergi çevreleri karşı çıktılar. Bu çevrelerle görüşmeyi özel olarak istedim. Haber yolladım. Geri dönüş olmayınca, Eğitim-Sen’e gidip kart bıraktım. Yine gelmediler. Gelmeyişleri için “Boşver, olmuş bitmiş şeyler” diyorlarmış. Argümanlarını mecburen dolaylı vereceğim:

Sempozyuma iki amaç atfediyorlarmış: 1) Devletin Dersim meselesini saptırma ve Fethullah hareketine teslim etme çabasıdır; 2) Kürt ulusal hareketini [PKK] tasfiye etmek için Zazacılığı geliştirme çabasıdır.

Öğreniyorum ki, belediye başkanının davet edilmediği yayılmış. Oysa belediye başkanı bana bizzat söyledi başka yerde bildirisi olduğu için gelemediğini, yoksa gelmeyi istediğini. Yine öğreniyorum, halk arasında “Biz davetli değiliz, halk giremez”in yayıldığını. Katılmak isteyenler olmuş ama kapıdan döndürülürüz diye çekinmişler. Bunda biraz da ‘sempozyuma kayıt’ kavramının iyi anlatılmamasının rolü var. Ama bu coğrafyada ilk defa böyle bir şey yapılıyor; normaldir.
Anlatıyorlar ki, Dersim hareketi Güneydoğu’dakiyle pek aynı değil. Dersim sol ile ilişkiden 1960’lardan itibaren etkilenmiş. Güneydoğu ise PKK’yla birlikte 1980’lerin ortasından itibaren politize olmuş. Üslup ve yaklaşımları farklı. Mesela PKK ateşkes ilan ediyor, Dersim itiraz ediyor. Kandil ABD’yle görüşüyor, Dersim reddediyor. Katiyen daha ‘sert’ olmak anlamında söylemiyorum; bir yandan özel olmanın, bir yandan da kendini tecrit etmenin sonucu olsa gerek.

‘Rayvere Qop’ benzetmesi
Bu olayın bir benzeri ‘Amed Sempozyumu’ olarak Diyarbakır’da yapılsaydı, BDP desteklerdi. Burada kesinlikle karşı çıktı, katılmadı, engellemeye çalıştı. Katılanlar da şu anda internet forumlarında hain ilan ediliyor. Tabii, ‘Dersim terminolojisi’ kullanılarak. Mesela Hüseyin Aygün’e bir yandan “Fethullah’ın kucağına oturdu” denirken, bir yandan da ‘Rehber’ veya ‘Rayvere Qop’ denerek. Rehber, 1930’larda Seyit Rıza’nın hain yeğeni. Görevini yaptıktan sonra askerler tarafından öldürülecek ve kendisine verilen para alınacak.
Konuştuklarımdan biri de, Emek Partisi İl Başkanı Hüseyin Tunç (bu yazıda tam 6 kişi oldu; burada herkesin adı Hüseyin!). Sempozyumu protesto bildirisine katılmak istememiş parti. Milletvekili Şerafettin Halis’i aramışlar, “Ben onları aradım, bir kısmı dinlemiyor, basın açıklaması yapacak” demiş.

Tek taraflı aşk
Herkese sordum, yerel gazeteler niye yazmadı diye. “Biz ciddiye alınmadık, enforme edilmedik” demişler. Düzenleyenler profesyonel olmadığı için halkla ilişkiler olayı zayıf, kabul. Ama “yerim dar, yenim dar, oynamayı bilmiyorum” da var. Nitekim anlatıyorlar, ben açılış konuşmamda Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türkmenlik ve seyitlik üzerine söylediklerini aktardım ya, Doğan Medya’nın CHP’li temsilcisi şöyle demiş ve bir daha gelmemiş: “Anlaşıldı. Bu CHP’ye vurma sempozyumu.” Hazret gazeteci ama “önce CHP’li.” Sinirlenip gidiyor, artık İstanbul’a haber iletmiyor. Sonuç olarak ulusal medyanın bu sempozyumdan haberi yok, kavga ve hadise de çıkmayınca. 

Bu tek taraflı aşk fevkalade enteresan. Daha önce de söyledim, hilafetin kaldırılması CHP’ye bağlanmayı sağlamış. O 37-38’de fena vurmuş ama diğer partilerden tutunacak dal çıkmamış ki. Prof. Ahmet Özer ilginç bir şey anlatıyor: “Müzisyen Metin Kemal Kahraman’a sordum, kardeşin İsmet var di mi dedim, sen nereden tanıyorsun, dedi. Böyle çoktur.”
Yine ilginç bir husus: “Yerel basından kimse bildiri vermeye çağrılmadı.” Bunların samimi beyanlar olduğuna hiç şüphe yok. Ama’sempozyum’ kavramını ilk defa duyduklarından da şüphe yok. Sempozyuma bildiri vermeye kim çağrılır yahu? Verecek olan kendisi başvurur. Hep, ‘ilk’olmanın sorunları bunlar.

‘Öğrenciler dokuyu bozacak’ Diğer yandan, bütün ‘ulusal’ kurumlar gibi üniversite de çok korkutuyor Dersimliyi. Şimdiye kadar bu kurumlardan eziyetten başka bir şey görmemişler. “Üniversite büyüyor, gelecek öğrenciler bizim dokuyu bozacak. Bir yıl içinde 2000 kişi oldular.” İlin nüfusu, köyler dahil 86.000. Bütün Türkiye’yi ürküten Fethullah olayı çok özel bir Alevi olan Dersim’i fazlasıyla ürkütüyor, o da ayrı.

İşin içinde işler var Bütün bunları anlıyorum. Ama kafamda hep sorduğum şu: Evet, Fethullahçı Sünnilikten çekinme var. Evet, PKK’nın gücünün bir biçimde azalmasından çekinme var. Ama bu korkulara rağmen, bu işin daha somut kökleri olmalı. ‘Dersim’ adını taşıyan ve başta Mehmet Bayrak ve Martin olmak üzere Dersim ve Alevilik hakkında bu kadar mürekkep akıtmış, eza-cefa çekmiş dost kişilerin katıldığı böylesine önemli bir toplantıyı inatla boykot ettirmenin başka sebepleri de olmalı. Konuştuğum insanlardan topladıklarımı birbirine eklersem, evet, var. Belediye seçimlerindeki oyları sorduğumda şunu öğreniyorum: Şu andaki BDP’li kadın başkan: 4.300, bağımsız aday: 3.800. Yakın. Bağımsız adayı Demokratik Haklar Federasyonu desteklemiş. Kimilerine bakarsan ‘Dersimleşmiş Maoculuk.’ Herkesi birleştiren fevkalade hassas bir konu olan barajlar nedeniyle yükseliyor. Dersim Dernekleri Federasyonu DEDEF’i kontrol ediyor. Bu da, PKK’da alarm zillerinin çalmasına yol açıyor: “Siz demokratik Kürt hareketini [PKK] tasfiye etmek için Zazalığı ön plana çıkarıyorsunuz.” Mesela, Seyit Rıza heykelini DEDEF yapmaya girişirken BDP elini çabuk tutup o dikiyor.

PKK’dan uyuşturucu ve fuhuş uyarısı
Gözelerden dönerken, Feyhan’a şehirdeki uyuşturucu sorunundan bahsetmişler. Hiç duymamıştım, Belediye Başkanı Edibe Şahin’e sordum: “Bally var deniyor. Söylenti çok, veri yok. Rehabilitasyon için mekân da. Yapabildiğimiz, ailelerle görüşmek. Lise mezunları arasında artış varmış, son 4-5 yılda azalmış.” Hadise? Bir düğünde kavga çıkarmışlar.
İlin yeni Emniyet Müdürü Ertan Yavaş, eski polis tipinin aksine memnuniyetle konuşan biri. Bana söyledikleri özetle şu: “2007’den beri kayıtlara geçmiş tek Bally olayı var. Ama Tunceli’de uyuşturucu kültürü yok. İstanbul’da Ballyciler SAT komandosu bile öldürdü; Bally yaygın olsa cinayet görmemiz lazım, yok. Uyuşturucu olsa, hırsızlık ve kapkaç görmemiz lazım, yok. Kovacılık diye bir şey var, o olabilir; kaynatıp buharını kokluyorlar. İçki var, ırmak kıyısında içiyorlar, etrafa zararları yok. Yalnız, gazete kâğıdı içinde içiyorlar, insanlar Bally sanıyor olabilir.”
Belediye başkanına başka bir söylentiyi sordum: Birahanelerde (9 tane) kaçak çalışan konsomatrisler: “Denetime gidince diyor ki, yanımdaki kişinin arkadaşıyım, zabıta bir şey yapamıyor. Aileler çok tepkili. Buna ve uyuşturucuya karşı, gerilla [PKK] bildiri dağıttı. İsim isim saydı, ondan sonra gözükmez oldu.”
Çok ilginç. Bildiriyi bulmaya çalıştım. İnternette var dediler. Mesela Rojaciwan sitesinde yazıyor: “HPG Dersim Saha Komutanlığı yayımladığı bir bildiri ile Dersim’de kadınların bar, gazino gibi yerlerde çalıştırılması ve bağımlı madde satımını yasakladı… uymayanlara gerekli cezai işlemlerin uygulanacağını duyurdu.”

Sonuç: Küreselleşmeye açılırken
Dersim çok güzel ve çok talihsiz bir yer, Dersimli çok onurlu ve çok talihsiz bir halk. Çünkü fazla kendine özgü. Soyuyla, diliyle, diniyle çok çok özel. Bu kimseye zarar vermese de, gerek Türkler gerek Kürtler tahammül edemiyor. Onu kendine benzetmeye çalışıyor. Dersim ve Dersimli de benzememek içgüdüsüyle direniyor ve acı duyuyor. Dersim; otoriteye itaati emreden,’yerleşik imparatorluk’ dini Sünniliğinden çok çekmişti. Cumhuriyet’le birlikte çok sevindi. Ama farkında değildi; dönem ‘ulus-devlet’ dönemiydi ve bu devlet biçimi milletin etno-dinsel açıdan tekdüze olmasını emrediyordu. Dersim , tam rahat ettim derken ulus-devlet tarafından ‘açıldı.’ Tamamen hazırlıksız. Şimdi de ulus-devlet’i ortadan kaldıran küreselleşme tarafından açılıyor. Dersim’e her türlü etki giriyor, çatışmaların bitmesine paralel olarak daha hızlı girecek. Şehrin içinde hatıra eşya dükkanı yok; kaldığımız 4 yıldızlı otelde Feyhan bakınırken yassı çakıl taşları üzerine yağlıboya resimler görmüş, çok hoşuna gitmiş. Kaç para diye sormuş, cevap: “Sizce? Siz söyleyin. Yapan bize bıraktı fiyatı. Biz de bilemiyoruz.” Dersim böyle bir durumdayken küreselleşmeye açılıyor. Yukarıda aktarmaya çalıştığım bunca karmaşık iç mücadelenin arasında…
Yiğit Dersim, güzelim Dersim, bir süre daha uğraşacak. Biz Türkiyeliler yanında olacağız.

Yorumlar kapatıldı.