İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915 Bugündür

Sait Çetinoğlu’nun 6. Avrupa Sosyal Formunda Yaptığı konuşmayı diklkatinize sunuyoruz.
Hyetert

1915 Bugündür
Sait Çetinoğlu 

1915’e giden süreç
Osmanlı’da milliyetçilik bölücü etkileri nedeniyle XX. Yüzyıl başlarına kadar tehlikeli bir ideoloji olarak görülmüş ve Müslüman yönetici zümre gizliden gizliye Türk milliyetçiliğini geliştirmekle beraber, uluslaşma sürecindeki Osmanlı halklarının kimlik arayışlarını önlemeye çalışmıştır . Türk milliyetçiliği Türkçülük akımı şeklinde ancak 1911 den sonra, Araplar ve Arnavutlar arasında milli uyanışın başlamasıyla açıklık ve resmiyet kazanmıştır. Ne var ki bu dönemde geliştirilen Türk milliyetçiliği, Batı’da aynı ideolojinin XIX. Yüzyıl sonlarında aldığı şeklin etkisi altında kalarak şekillendiğinden, yayılmacı bir ulusçuluğun sloganlarına sarılmıştır. Kemalist dönem yada Atatürk milliyetçiliği yeni koşullara uydurulmuş İttihatçı milliyetçiliğin bir versiyonu olarak tanımlanabilir.
Osmanlı/Türk toplumunda kırılma olarak 1922 tarihi verilir. Ancak 1922 önemli değişikliklerin başlangıcı olmakla birlikte bir kırılma bir ideolojik kabuk değiştirmenin miladı değildir. 1922 den sonraki değişim aslında Tanzimat’tan beri süregelen ideolojik devamlılığın ürünüdür ve aynı zamanda ideolojinin berkitilmesi ve günümüze uzanmasını ifade eder.
Tanzimat ve onu izleyen Hamidi ve Jöntürk dönemlerinde devlet ve devletin önde gelenleri önce Osmanlıcılık sonra Müslümanlık söylemine karşın Türkçülük bağlamında düşünmektedirler. 1876 anayasasının 18. maddesinde resmi dilin Türkçe olduğunu kaydedilmesi boşuna değildir. Pan-İslamizmin kurucusu Abdülhamid’in dini inançlarında bağnazlık şöyle dursun samimi olup olmadığı dahi şüphelidir. Sultan Hamid’in dindarlığı bir ahret işi olmaktan ziyade bir siyaset aracıdır. Hamid kıvrak zekasıyla 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ardından kendisine karşı yönelecek tepkiyi önlemek ve Tanzimat’tan gücenik grupların liderliğine soyunarak kendisine bir meşruiyet zemini yaratmıştır. Tanzimatla başlayan devletin reorganizasyonu ya da kurtarılması Abdülhamid’in de en önemli gündemidir. Hamid Tanzimat’ı daha ileri götürür. Bave Kürdan aslında Türk milliyetçiliğinin babasıdır.
Tanzimatla birlikte kardeşçe bir arada yaşama retoriği dolaşıma sokulur. Ancak bunun mekanizmalarını kurmakta ise isteksizdir. Zaten böyle bir perspektifi de yoktur. Osmanlılık da, herkesin kendi kimliğiyle birleşebileceği kapsayıcı nitelikte tanımlanmamıştır. Birleştiriciliğin aksine diğer kimlikleri yok etmeye yönelik olarak tasarlanmış, tanımlanmış ve uygulanmıştır. Bu niteliğinden dolayı Türklerin dışında kalan unsurların bu yeni kavramı “Türkleştirme”nin uygulama aracı olarak görmelerine yol açmıştır. Osmanlıcılık diğer kimlikleri folklorik düzeye indirgemenin aracı rolü oynar. TC kimlik yaratma sürecinde Tanzimat geleneğinin en büyük mirasçısı olduğu Osmanlı uygulamasından fazlasıyla etkilenmiştir. TC, Tanzimat ve Hamid’ten daha ileri giderek her türlü ikili kimliği silme temel politikasını uygular. Üst kimlik ayrıların buluştuğu veya buluşmasını sağladığı bir zemin olarak değil ayrılığın ortadan kaldırılması işlevini yerine getirmektedir. Ancak süreç ayrılıkların altını çizici bir yönde gelişecektir.
Abdülhamid, 1878 tarihihinden itibaren imparatorluğu yeniden şekillendirir , bu yeni şekillendirmede Tanzimatın bir arada yaşama retoriği terk edilir. Birlik ve selamet kavramıyla ifade edilen bu yeni yönelim, öne çıkarılan milli motif (islam) dışında kalan unsurların kimliğini dışlama ile birlikte bu kimliklere karşı bir saldırıyı da içerir .
Abdülhamid’in yeni meşruiyet ideolojisi, toplumda yeni bir dayanışma temeli ve ilişki biçimini tarif eder. Abdülhamid, İslamı, bir savunma ideolojisi olarak tanımlayarak bu teme¬li oluşturur. Öte yandan bu refleksin yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’na özgü olmadığı, diğer meşruti monarşilerin de meşruiyetlerinin zeminini güçlendirmek için uyguladıkları benzer politika değişiklikleri ortak yönelimi ifade eder.
Abdülhamid’in, farklı etnik ve dinsel grupların oluşturduğu imparatorluk yapısı için¬de, bu yeni meşruiyet zemini, sadece Müslümanlar açısından bir dayanış¬ma fikrini güçlendireceği ve Hıristiyanları bunun dışında bırakacağı açıktır. Bu bakımdan Sultanın izlediği politikanın gerekçeleri, sonuçları ve politika değişikliği açısından 1878 yılının kritik bir dönüm noktasıdır. Abdülhamid dö-neminde (1876-1909) Osmanlı hilafetinin, Müslüman uyrukları arasında yeni bir dayanışma temeli yaratmayı amaçlayan bu önemli bir girişim, Habsburglar ve Romanovlar gibi dönemin öteki meşruiyetçi monar¬şilerinin giriştiği siyasalara çok benzer niteliktedir. ‘resmi milliyetçilik’ olarak adlandırılan siyasa, ideolojik olarak kuşatılmış mülti-etnik im¬paratorlukların yönetici hanedanları tarafından ‘millî’ motiflerin öne çıkarılarak imparatorlukların yeniden şekillendirilmesidir.
Resmi milliyetçilik politikası, boyunduruk altındaki halkların eğitim ve dünya görüşü aşılama yoluyla bütünleştirilmesi ve asimilasyonudur. Ruslaştırma, Osmanlıcılık ve Kaiserricher Nationalismus denen şey ulus devlet derisinin koskoca imparatorluk gövdesine örtülebilecek şekilde gerilmesidir.
Osmanlı imparatorluğunun aldığı yeni renk birlik ve selamet konseptinde gayrimüslimlerin dışlanması öne çıkacak, 1890 dan itibaren gayrimüslim unsurlar açısından birlik ve selamet kavramları ebedi olarak ortadan kalkacaktır. 1890 dan itibaren bu politikaya Hamidiye alaylarıyla birlikte daha yoğun bir şiddet eşlik edecektir.
Hamid’in kişiliği ve dönemin karakteristiği gereği, Türk milliyetçiliği gibi Türk kimliği de tehdit altında oluşturulmuştur. Bu niteliği gereği de bu kez Türk kimliği diğer kimlikleri kuşatıcı ve tehdit eder hale gelmiştir. Resmi kimliğin dışındaki kimliklerin üzerindeki baskının sürekliliği ve kalıcılığında otokrasinin sürekliliğinin de etken olduğunu söyleyebiliriz. Zira özgürlükçü bir projenin yokluğu nedeniyle, Avrupa’ya açılma eylemi gittikçe daha otokratik bir sistemin yerleşmesini de beraberinde getirmiştir. Bu otokratik ve baskıcı çizgi Mahmud’dan Abdülhamid’e ve M. Kemal’e kesintisiz bir çizgi izlemektedir. 1877 ve 1909 yılları arasında büyük savaşların meydana gelmemesiyle dikkatleri çeken uzun hükümdarlık dönemi Hamid’e imparatorluğa yeni bir kimlik haritası tasarlama imkanı sağlamıştır.
Hamid imparatorluğun Anadolu’ya çekilmek zorunda olduğunu anlamış gibidir.-Goltz paşanın 1890 larda çizdiği sınırlar misak-i milli sınırları ile örtüşmesi anlamlıdır.- Yeni doktrininin amacı bu nüveyi homojenleştirmektir. Hamid’in ideolojik savunma hattı mezheb-i resmiye olarak kabul gören sünni-hanefi mezhebinin tahkimatı, yayılması ve diğerlerinin dışlanması üzerine kurulurken, eski bir siyasi birim olan bir etninin tam teşekküllü bir siyasi ulusa dönüştürülmektedir.
Hamid’in ardılları Jön-Türkler (İttihat ve Terakki) ise tartışmalı ve utanç verici Balkan yenilgisinden sonra yüzünü Anadolu’ya dönerek iç düşman olarak nitelediği Gayrimüslim unsurlara doğrudan yönelir. İmparatorluk sınırlarında kalan gayrimüslimlerden Rum ve Ermeniler bağımsızlıklarını elde eden diğer uluslar gibi belli bir bölgede çoğunluk iddiasında değillerdir. İmparatorluk sınırlarında kalan Rumlar iki yönlü baskı altındadırlar, bir yanda Osmanlının diğer yanda da Yunanistan’ın baskıları üzerlerindedir. Osmanlı Rum nüfusunun coğrafi dağılımı, Rumların yerleşik olduğu bölgelerin Yunanistan’a ilhakının bir seçenek olmadığını da göstermektedir, kendilerini imparatorluk içinde yeni meşrutiyet rejiminden yararlanacak politikalar üretmek istemekteydiler . 1908’de kurulan Konstantinopolis Cemiyeti, Gayrimüslim burjuvazinin mutabakatıyla da pekişecek güçlü bir Osmanlı Devleti’ne destek verme konusunda son derece heveslidir. İzmirli bir Rum Mebus Osmanlı Rumlarının milli fikrinin, imparatorluğun medenileşmesi için kendi milletlerinin bütün maddi ve manevi sermayesini seferber etmek olduğunu, Rumlar Müslümanlarla bir arada yaşamayı ve Osmanlı anayasasının bunun için yeterli çerçeveyi teyit ettiğini ifade ediyordu ki bu düşüncede olanların etkinliğini, Yunan işgali sırasında İzmirli Rumların ilhak yerine Bağımsız İonia devletini öne çıkarmalarında bulmak mümkündür. Ermenilerin Taşnaksutyun kanadı da son ana kadar İT nin müttefikidir.
Osmanlı/Türk artık elinde kalan son toprakları içerisinde batılı kolonyal güçlerin sunduğu örneğin peşinden giderek Devlet Anadolu yarımadası ve doğu Trakya gibi çekirdek bölgelerin homojenliğini pekiştirirken periferik bölgeleri kolonyal bir düzlem içerisine yerleştirilecektir. Kemalistlerin El Cezire İstiklal Mahkemesi reisi Hacım Muhiddin’in Doğu ile ilgili raporunda kolonyal idareden söz edilmesi anlamsız değildir. Albert Hourani’nin sözleriyle İslam dünyasının Romalılarının ellerinin altında asırların birikimi fikirler, devlet idaresi, yöntem ve aygıtları önyargılar ve pratikler vardır.
Tanzimat’la başlayıp Hamid Jöntürkler ve Kemalistler çizgisinde değişmeyen devlet felsefesinin temel ve değişmeyen yapı taşlarından biri de sosyal mühendisliktir. Devletin müdahalesi eskiden olduğu gibi toplumu nizama koymak değil, genel anlamda konuşmak gerekirse sosyal mühendisliktir. Bu doğrultuda merkezin ana hedefi “doğru” ideoloji/ resmi ideoloji ile aşılanmış güvenilir bir asli nüfus yaratmaktır. Bu asli nüfus tarifinin dışında kalan kimliklerin resmi baskı ve tehdit altında kalacağı şüphesizdir. Gerilimin kaynağında Türk kimliği ve milliyetçiliğinde içkin bu tehdit yatmaktadır.
İttihat ve Terakki’nin Jöntürkleri 1907 den sonra ve Paris Kongresinin ardından her ne kadar ilk çıkış ideolojilerine sadık gibi görünseler de aslında imparatorluğu oluşturan bütün halkları ve ulusları Türkleştirme kararı aldılar. Nihai karar 1911’deki Selanik kongresinde alınır ve ilk etapta yönelip yok edilecekler listesinde, kuşkusuz ulusal bilinçleri daha gelişmiş olan Rum ve Ermeniler olacaktır.
İmparatorlukta Türkler millet-i hâkime, diğer unsurlar ise millet-i mahküme statüsündedirler. Türkler kendilerini Osmanlı Devletinin sahibi olarak görmektedirler, diğer unsurlar ise hizmetçidir. “Daha düne kadar hizmetçilerimiz olan…” Diye başlayan hamasi nutukları hatırlayalım. “Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticilerinin, bir ölçüde bile olsa, Hıristiyan vatandaşlarının, reaya’larının, daha doğrusu kullarının statüsünü değiştirmek, onlara bir kapı açmak, bir parça umut vermek gibi bir derdi hiç olmamıştı”[ r]
1789 Fransız Devriminden sonra oluşan yurttaşlık kavramının en önemli bileşenlerinden olan askerlik hizmetinde gayrimüslim nüfus ayrık tutulmuştur. Hor görülen ve genelde aşağılanan azınlıklar belli mesleklerden ve görevlerden, özellikle askerlikten ve kamu hizmetlerinden uzak tutulmuşlardır. – Sınırlı olarak 1909 öncesi donanmada angarya görevlerini askerlikten saymazsak- Bu düzenlemeler temelinde Gayrimüslimler, “başka seçenekler aramaya ve askerlikten ve hükümetten uzakta durmaya – zorlanmadıysa da – itilmiştir. Sonuç, [Gayrimüslimlerin] aralarında kayda değer insanın sahip oldukları nitelik ve doğal yeteneklerini geliştirmiş olmasıdır. Hükümet ve askeriye ve kamu hizmetinde ücretli istihdamın sınırlı gelirlerine mahkûm edilmek yerine, zanaat, ticaret ve sanayi alanlarında sınırsız zenginlik imkânları sunan yeni ufuklara açılmışlardır”. Bu zenginlik el değiştirmeliydi. Osmanlı’nın talan ve fetih yetenekleri aşındığında gözler bu zenginliğe çevrilecektir.
1914 yılındaki “Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-ı Muvakkati” ne kadar gayrimüslimler askere alınmamışlardır. Balkan savaşında Gayrimüslim gönüllülerden oluşan birliklerde kendi dindaşlarına karşı savaşmışlardır. “[Balkan savaşında] Müslüman arkadaşlarıyla birlikte mücadele edip, fedakârlık örneği sergileyen gayrimüslim Osmanlı askerleri de vardı. Yanya savunmasında görev yapan Ermeni askerler, komutanlarının takdirini kazanacak derecede başarılı olmuşlar, her şeye rağmen yerlerinde kalıp, direnme cesareti göstermişlerdi. Zayiat listelerinde çok sayıda Ermeni isminin bulunması tesadüf değildi. Aynı tarihte Osmanlı ordusunda yedek subay olan Ermeni Ohannes’de, Yanya’da Arnavud redif askerlerinin mevzilerini terk etmemeleri için büyük gayret sarfetmiş ve onları savaşa devam etmeye çağırmıştı… Anadolulu Ermeni ve Rumların mevzilerinde kaldıkları; firar eden askerler yüzünden müteessir oldukları görülüyordu… Yahudiler de Müslüman arkadaşları gibi hizmet ediyordu… Çavuş Mişon, savaşın en dehşetli anında bir takıma kumanda etmiş ve gösterdiği gayret ve cesareti sayesinde komutanlarınca takdir edilmişti”. Aynı Takdiri Sarıkamış felaketinde gösterdikleri fedakârlıklarından dolayı Enver’de Ermeni Askerleri için gösterecek, onları kutlayacak , ancak bu takdirler gayrimüslim Osmanlı Askerlerinin tüm fedakârlıklarına karşın amele taburlarında kırılmalarını önleyemeyecektir. “Türk Hükümeti, Hıristiyanlara katiyen güvenmiyor ve onlara ne silah ve ne de üniforma vermeden Amele Taburu denilen özel çalışma birliklerine yolluyordu ve bu özel birliklere, ‘ölüm taburu’ demek daha doğru düşerdi”. “Amele taburlarında bu insanlar aç ve uykusuz günlerce çalışa çalışa (yol yapmak tünel kazmak, taş kırmak suretiyle ) kan tükürerek, tifüsten titreyerek birer, birer ölüp giderler. Tam da istendiği gibi, sessizce, süngü ya da kurşun harcanmaksızın”. Balakian; “Orduda hizmet edemeyecek kadar aşağılık kimselerdik, ama bunu parayla ödemek zorundaydık” sözleriyle gayrimüslimlerin nasıl aşağılandıklarını ifade etmektedir.
Osmanlı yöneticileri hiçbir şekilde gayrimüslimleri vatandaşı olarak görmemiş, haklarını tanımamıştır. Ki ardılları da aynı tavrı günümüze kadar sürdüreceklerdir. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında her dinden üye varken, Ankara’da toplanan ilk meclise (kendilerini destekleyen gayrimüslim kişiler olmasına rağmen) hiç gayrimüslim üyenin çağrılmadığını da belirtelim. Meclis sadece Müslümanlara açıktır. Kemalistler başından itibaren gayrimüslimleri yurttaşı olarak görmemektedirler. Rıza Nur, Lozan’da mübadele fırsatı çıktığında tüm Gayrimüslimleri ülke dışına sürmek istemişse de bunları kabul edecek ülke bulamamış olduğunu esefle ifade etmektedir.
Soykırımın bir sonucu olarak Milli iktisat yada sermayenin Türkleştirilmesi
18.ve 19. yüzyıl Osmanlı toplumunun yaşadığı temel değişim, bir bürokratik burjuvazi ile ticaret burjuvazisinin doğuşudur. Bu burjuvazinin göze çarpan özelliği, kaynakları sultanın egemenliğinden ilk kez çekip almasıdır. Kaynaklar iki türlüydü: Birincisi, Batı tipi eğitimle oluşan beşeri kaynak, (Batı tipi eğitim sultana bağlılık yerine soyut bir Osmanlı devletine bağlılık fikri geliştirerek bu kurumlarda yetişen öğrenciler tahayyül ettikleri devlet ve toplumu yaşadıkları ortamda göremeyince, İmparatorluğu reforme etmeye başladılar. Osmanlı toplumu ve devletini yenilemeyi amaçlayan bürokratik burjuvazi böylece filizlenmiştir), İkincisi Batıyla ticari ilişki kurmuş olan azınlık tacirlerinin, önde gelen Batılı güçlerin yasal koruyuculuğu altına girmesiyle zenginleşen ticaret burjuvazisi, kendi ekonomik kaynakları üzerinde tek söz sahibi oldu. Bu iki grup (bürokratik burjuvazi ile gayrimüslim ticaret burjuvazisi) birlikte Osmanlı burjuvazisini oluşturabilirlerdi fakat etnik ve dinsel çizgilerin ayrıştırdığı Osmanlı toplumsal yapısı içinde farklı yerlerde konumlanmalarından ötürü bu parçalı yapı devam etti,
Burada şunu da açıklamakta fayda var, bu gayrimüslim tacirlerin Batılı tacirlerle rekabetten doğan çelişkileri de vardır. Kapitalist ilişkilerin İmparatorluğun diğer bölgelerine oranla daha fazla geliştiği ve ihracata yönelik üretimin yoğun olduğu Ege Bölgesinde yabancı tacirlerle yerli Gayrimüslim tacirlerin şiddetli rekabet ve çatışma örneklerine ilişkin belgeler de mevcuttur , Batılı konsoloslar Rum ve Ermeni tüccarların rekabetlerinden rahatsızlık duymaktadırlar ve birçok kez kendi bakanlıklarına yerli Rum ve Ermeni tacirlerden şikâyette bulunmuşlardır. Hatta pazar egemenliği mücadelesinin cinayete kadar vardığı durumlara da şahit olmaktayız
Ancak, Batı ile ilişki kuranlar sadece “azınlıklar” değildir. Müslüman tacirler de Batılı güçlerle ticari ilişki içindedirler, hatta kapitülasyonlardan faydalanmak için Batılı devletlerin uyruğuna giren Türk tacir örneklerine de rastlanmaktadır. Müslüman tüccarlar bu durumdan şikâyetçidirler, kendilerine de imkân sağlanmasını istemektedirler: “Müslüman tüccarlar Babıâli’ye müracaat ederek ticaretlerini kaybettiklerini veya Gayri Müslim ya da Avrupalı tüccarların himayesinde yapmak zorunda kaldıklarını bildirmişlerdir.”
Müslüman tüccarların ticarette gelişmesine ve çoğalmasına yönelik birçok özendirici tedbirler alınmış ancak bu tedbirler bunların gelişmesine yeterli olamamıştır. Süreç içinde azınlıkların ticarette durumu kendi lehlerine çevirmelerine engel olunamamıştır.
İkinci Mahmut döneminde Müslüman tüccarların gelişmesi için bazı önlemler alınmış, Müslümanlara da bazı imtiyazlar verilmiş ve İstanbul, İzmir, Bursa, Halep ve Şam gibi vilayetlerde kontenjanlar ayrılarak avantajlar sağlanmışsa da Müslüman tüccarlar bu avantajlardan faydalanamayarak durumu lehlerine çevirememişlerdir.
İkinci Mahmut Müslüman tüccarların şikayetlerini göz önüne alarak bunlara da “Hayriye Tüccarı adıyla aynen Avrupa tüccarı statüsüne kavuşturularak aynı hak ve imtiyazlara sahip kılınmışlardır”
Sultan 2. Mahmut, Müslüman tüccarların geliştirilmesi için ilgilileri uyaran bir fermanında Ehl-i İslam tüccarların korunma ve himayelerini buyurmuş ancak Müslüman tüccarlar bu avantajlarını da kullanmayarak rekabetten geriye düşmüşlerdir. Rekabetin riskli ortamı yerine devletin müşfik kollarında artı ürüne el koymak Müslüman Türklere daha cazip gelmiştir. “1860’lar da Ahmet Mithat Efendi ve Yeni Osmanlılar bir Müslüman -Türk ticaret burjuvazisinin yokluğunu sık, sık dile getirmiş olmaları” Müslüman –Türk tüccarın başarısızlığına işaret etmeleri aslında boşunadır.
Müslümanlar bürokratik burjuvaziyi oluştururken Gayrimüslimler de ticaret burjuvazisini oluşturması ve ayrı kutuplara düşmeleri, 1908 Jön-Türk Burjuva Devriminin tuhaflığıdır, bundan sonraki tarih bu ‘garabetin’ ortadan kaldırılmasının tarihi olacaktır. Türk bürokratik burjuvazisi devrimi yaptığında, ittifak kuracağı ‘yerli’ ticaret ve sanayi burjuvazisi yoktur, ‘milli’ler burjuva devrimini yaparken burjuvalar ‘gayri milli’dir, ‘milli’ unsurlardan oluşmamaktadır (burada meşruiyetini Batı’da ya da Batıcılıkta arayanların ne kadar ‘milli’ olabileceğini tartışmıyoruz!). Türk burjuva ,devrimi diğer burjuva devrimlerinde olduğu gibi ittifak kuracağı milli unsurlardan oluşan ‘milli’ burjuvazisi olamadığından bunu kendi eliyle yetiştirecektir. Daha doğrusu, bürokratik burjuvazi ticaret burjuvazisine evrilecektir. İktidar kendisinden ayrı bir burjuvazi yaratmamıştır. Şurası da bir gerçektir ki burjuvazi iktidarı bir başkasıyla paylaşmaz. Burjuvazi ile ilgili İbrahim Kaypakkaya’nın tezlerini hatırlamakta fayda vardır. 1915’in günümüze uzanan sonucu tam da burasıdır: Türk burjuvazisinin sermayesinin kökeni. Direniş buradan mayalanmaktadır. Bugün sermaye sahiplerinin kökenini araştırdığımızda bunu apaçık görmek mümkündür. Tapu kayıtlarında üstünkörü yapılacak bir araştırma dahi sermayenin kökenindeki kanı ve gözyaşını göz önüne serecektir. Kemalist dönemin ilk yıllarında sadece İş Bankasından kredi alan aferistlerin incelenmesi de ayrı bir ip ucudur. Emval-i metruke yanında evlad-ı metruke de 1915’in günümüze uzanan ayrı bir sorunudur. İnternet sitelerinde dolaşan dönmeler listesi Kürt hareketinde yer alanlarla muhalifler listelenerek, muhaliflerin atalarının etnik kökenleri sergilenmektedir. Devlet yardımı olmaksızın düzenlenemeyecek olan bu dönmeler listesinde doğudan batıya birçok ilde ve ilçedeki muhalif parti yöneticilerinin etnik kökenleri sergilenmiştir. Zaman zaman TTK başkanı Halaçoğlu’da bu listeleri ekrandan sallamaktadırlar.
İttihat ve Terakkinin ünlü yöneticisi (Küçük Efendi ) ve ‘milli iktisat’ın pratisyenlerinden iaşe nazırı Kara Kemal : “Avrupa’da Hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabakalarına dayanırlar. Güç anlarında güvenecekleri toplumsal desteğe sahiptirler. Biz hangi sınıfa dayanacağız… Böyle güçlü bir sınıf Türkiye’de var mı? Bulunmadığına göre biz neden yaratmayalım.” Sözleri, Gayrimüslim burjuvaziyi yok sayarak, yeni Türk Müslüman burjuvazinin yaratılması zorunluluğuna işaret ediyordu. Savaş sürecinde bunu gerçekleştirme fırsatlarına kavuşacak, istediği burjuvaziyi yaratacaktır. Kemalist dönemin sanayi ve ticaret aleminin yıldızlarının eski ittihatçı siyasetçileri ve bürokratlarının olması unutulmamalıdır.
Türkçülüğün ünlü ideologlarından Ziya Gökalp İktisadiyat Mecmuası’nda ‘milli iktisad’ın ve etnik türdeşliğin gereklerine dair yazılarında “Müslüman-Türk unsurun asker ve memur, gayr-i Müslim cemaatlerin san’atkar ve tüccar olduğu bir toplum çağdaş devlete dönüşemezdi. Türklerle ‘gayr-i Türk’ unsurlar arasında ‘müşterek bir vicdan’ yoktu. Aralarında işbölümü gerçek işbölümü değildi. ‘milli tenasüd’ün güçlenmesi için işbölümünün ancak ‘müşterek vicdan’a sahip bir toplumda oluşması şarttı. Yoksa ‘millet hali’ yapay bir nitelik taşır, gerçek anlamıyla ‘milli iktisad’a ulaşılamazdı” Müslüman-Türk unsur maddi yaşamın bütün alanlarında her türlü uğraşı kendi üstlenmeliydi, dolayısıyla diğer unsurlara maddi hayatta bir yer kalmıyordu. İş bölümünde diğer unsurlara yer yoktu. “Eğer Türkler kendi içlerinden Avrupa sermayesinden de istifade ederek* bir ‘sermayedar burjuva sınıfı’ çıkarmayacak olursa, yalnız asker, memur ve köylüden güç alan Osmanlı-Türk topluluğu çağdaş bir devlete dönüşemezdi. Osmanlı Devleti’ni ancak Türk burjuvazisinin doğuşu kurtarabilirdi”
Devletin sahibi olan bürokratik burjuvazisi, kendi geleceği açısından kendi inisiyatifi dışında servet birikimi yaratabilen bu toplumsal grubu tasfiye edip yerine kendi vesayeti altına alabileceği kendinden bir grubu yaratması daha uygun bir iklimdir.
Bu açıdan Gayrimüslim ticaret burjuvazisinin tasfiye kararında kendi inisiyatifi dışında gelişen bu toplumsal grubu yok ederek karşısında onun iktidarını tehdit edecek tehlikeli herhangi bir grubu meydanda bırakmamak düşüncesi bir savunma refleksi olarak da düşünülebilir. Ancak bu doğrudan bir iktidar mücadelesidir: “Geleneksel yönetici sınıf ile bu sınıfı tehdit eden burjuvazi arasındaki mücadele ideolojik olarak etnik ve dinsel çatışma alanına kaydırıl[arak]” tehlikeli sınıf etnik temizlikle ortadan kaldırıldı. Bürokratik burjuvazinin kendinden yaratacağı yeni Müslüman-Türk ticaret burjuvazisiyle ilişkisi, artık bir ittifak ilişkisi olmayacaktır.
Bu arada geleneksel bürokratik burjuvazinin “savaş ve fetih yeteneğinin aşınması, yayılmanın ve genişlemenin sınırına ulaşılması” sonucunda ganimete alışmış bu sınıfın, ganimeti içeride keşfederek iç haraca yönelip, gayrimüslim burjuvazisinin değerlerine el konularak yok edilmesi ve bunu da Müslüman-Türk eşraf ile paylaşarak onları suç ortağı haline getirmesi de ayrıca göz ardı edilemeyecek bir konudur. Gayrimüslimlerin tasfiye edildikleri bölgelerdeki içe kapanıklık ve tutuculuk bize bu suç ortaklığından doğan ezikliğin ipuçlarını vermektedir. Yüzyıllardır yan yana yaşadığı komşusunu bir gecede düşman kabul edip, her şeyine el koyarak ölüme göndermesinin psikolojisi başka ne şekilde açıklanabilir.
Aslında İttihat ve Terakki’nin önderleri anavatan olduğu varsayılan Anadolu hakkında çok az şey biliyorlardı. Zaten Osmanlının Anadolu’yla ilgisi de köylünün artı ürününe el konulması ile sınırlıdır. Bu yüzden Anadolu’da birkaç askeri kışla dışında Osmanlının altı yüzyıllık imparatorluğunun izine rastlanmaz. Balkan /Makedon kökenli İttihatçılar Anadolu insanı ile savaş sürecinde tanıştılar, bunda zorunlu askerliğin rolü büyüktür. Bu tanışmayla gelişen işbirliği Rum ve Ermeni mallarına ve evlatlarına el konulmasıyla pekişerek Soykırımda doruğa çıkacaktır. Bu işbirliği ve ortaklık, sessiz ve adı konulmadan süreklilik kazanacaktır. 1915-16 yıllarında bir iç pasaport olarak kabul edebileceğimiz mürür tezkerelerinin incelenmesi Osmanlı asker ve sivil bürokratlarının el koydukları ermeni kadın ve kızları hakkında fikir verecektir. Binbaşı Noel hatıralarında sadece Nusaybin’de 250 Ermeni kadın ve kızlarına el konulduğunu ve 1919 yılında bile bunlarla ilgili devletin işlem yapamadığını söylemektedir. E harfi ile birlikte dehşet içinde hep birden ayağa kalkmalarının sebebi bu suç ortaklığı olsa gerektir.
Savaş ortamı İttihat ve Terakki yönetimine bu süreçte geniş bir hareket olanağı sağlamıştır. İttihat ve Terakki yöneticileri olağan üstü savaş ortamından istifade ederek azınlıkların tamamına yakınını tasfiye edip değerlerine el koyarak homojenleştirme projelerini gerçekleştirdiler. Bu arada sermaye de el değiştirdi. Kalanların tasfiyesi ise ardıllarına gelecek yıllar içinde nasip olacaktır.
Beşikçi bu politikayı; “19.yüzyıldaki ve 20. yüzyıl başlarındaki Osmanlı top¬lumuna baktığımız zaman sanayinin çok büyük bir kesimi¬nin Rumlar ve Ermeniler tarafından kontrol edildiğini görü¬yoruz. İstanbul’da, Ege’de Rum sermayesi, Çukurova’da, Antep, Maraş, Urfa yörelerinde, Sivas, Erzurum, Kars taraf¬larında Ermeni sermayesi yoğunlaşmıştır. İttihat ve Terak¬ki’nin ‘ekonominin millileştirilmesi’ politikasını ‘ekonomi¬nin Türkleştirilmesi’ politikası olarak anlamak gerekir. Yani, Rumların, Ermenilerin sahip oldukları zenginliklerin, özel¬likle, toprak, atölye, fabrika, mandıra, zeytinlik… gibi taşın¬maz malları onların elinden almak ve Müslüman Türk eşra¬fa vermek bu politikanın özü ve amacıdır. Osmanlı yöneticileri bu politikayı uygulayabilmek, başarıya ulaştıra¬bilmek için Ermeni-Kürt, Hıristiyan-Müslüman çatışmasını da körüklemiştir. İki halkı da birbirini boğazlamaya kışkırt¬mış, sonunda ikisi üzerinde de efendilik sürdürme olanağını bulmuştur.” Şeklinde özetlemektedir.
1908’de anonim şirketlerde Türk sermayesinin payı sadece %3 iken savaş sonunda %38’e çıktı. 1923’te kurulan yeni Türk devletinden de en çok yaralanan, bu dönemde gelişen ticari niteliği ağır basan bu burjuvazi oldu.
Gayrimüslimler diğer Avrupa güçleri ile ticaret yaptığında işbirlikçi olurken, Müslüman-Türk unsur Almanlarla ticaret yaparak tatlı karlar elde ettiğinde işbirlikçi olmuyordu. Bu dönemde nasıl kar edildiği değil, ne şekilde olursa olsun kar etmek önemliydi. İttihatçıların Maliye Nazırı M.Cavid Bey, “Savaş sırasında çeşitli kirli yollarla zengin olanları, sermaye birikimini öğrendiler diye kutsamıştır. M.Cavid Beyin düşünsel çizgisi günümüze kadar başat konumunu sürdürmüştür”. M.Cavid Bey 1917 yılı Bütçesine ilişkin konuşmasında: ”Memleketin servet-i umumiyesinin tezyidinde medar olmak üzere para kazananları en ziyade takdir edenlerdenim ve onların kazançlarını tezyid etmek için kendilerine müzaheret ve muavenetten geri durmam. …Kendilerine yapılan müzaheret ve himaye – hatta bazılarının iddia ettikleri gibi gayr-i meşru olduğunu farzetsek – netice olarak teşebbüsat-ı iktisadiyeye karşı beslenen rağbetin temin eyleyeceği menfaat benim nazarımda o kadar büyüktür ki o gayr-i meşruiyet bile izale edilebilir”. Hıristiyan toplulukların mallarına el koyma gibi siyasal zor yöntemlerin uygulanması bu ‘milli iktisat’ politikalarının en önemli ayaklarından birisiydi. Bu politika 1914 baharı ile birlikte siyasal zorla yürütülmüştür.
Ege’den ‘gayri Türk unsurların temizlenmesi’ planının iktisadi boyutunu (Rumların bırakmak zorunda kaldığı veya zorla el konulan mal ve işyerlerini işletecek Türkleri bulmak vb.) yönetmek üzere özel olarak Bursa’dan getirilerek görevlendirilen 3.Cumhurbaşkanı Celal Bayar, ‘stratejik noktalara kümelenmiş … gayri Türk yığınakları tasfiyesi’ sonucu, sadece İzmir civarından 130 bin dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a göç ettirilmiş olduğunu açıklamıştır. Celal Bayar tüm eylemleri ‘milli bir hareket’ olarak adlandırmaktadır. Halil Menteşe, İzmir civarından sürülen Rumlar için 200 bin sayısını vermektedir… Trakya bölgesinden sürülen nüfus ise Meclis-i Mebusan görüşmelerinde 300 ile 500 bin arasında verilmiştir… Morgenthau, Ege Bölgesinde bu yoldan ne kadar insanın dağıtıldığının tam olarak bilinmediğini, tahminlerin iki yüz bin ile bir milyon arasında olduğunu söylemektedir. Kuşçubaşı, sadece 1914 içinde ve savaşın ilk aylarında ‘Ege mıntıkasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan…Rum-Ermeni nüfusun’, sürülen miktarının bir milyon yüz elli bin olduğunu söylemektedir . Böylece, ‘değil sahip, bekçi bile olamadığımız gavur İzmir’ başta olmak üzere tüm Ege temizlenir. Kuşçubaşı tarafından bu eylemler ‘fetih hareketi’ diye tanımlanacaktır. Celal Bayar’ın tek tek şehirlere ilişkin verdiği sayıların toplamı da Kuşçubaşı’nın rakamlarını vermektedir. İngiliz istihbarat servislerince Fransız Harbiye vekaletine verilen rakamlar Kuşçubaşı’nın verdiği sayılara yakındır. “Trakya ve Anadolu’dan gönderilen nüfus 1,5 milyonun üstündedir, bu rakamın yarısı ya zor koşullar altında öldüler ya da katledildiler, Türk memur ve subaylar Hıristiyanların artık Türkiye’de yaşamalarına izin verilmeyeceğini… İlan ediyorlar. Rumların el konulan emlakinin değeri 5 milyar Frankın (1 Os. Lirası=22.8 Fransız Frankı) üzerindedir” .Yani 219.298.245 OS.Lirası. 1913 yılında Osmanlı Bütçesi 38.919.877 Osmanlı Lirasıdır. (887.373.195.6 FF.) O yıllardaki Osmanlı Bütçe tekniği bugünkü bütçe tekniği ile aynı olmadığını dikkate alsak bile gasp miktarı bütçenin beş katının üzerine çıkmaktadır. Vedat Eldem’in hesaplamalarına göre 1913 yılı GSMH 22.193 milyon kuruş, 1914 yılı GSMH ise 24.107 milyon kuruş olduğu göz önüne alındığında el konulan değerlerle ilgili bize bir fikir verebilir.
Batı Anadolu, Trakya ve Karadeniz’de uygulanan bu ‘temizlik’ operasyonu ile ilgili Meclis-i Mebus’an’daki konuşmasında D.Eskalidis Efendi : “(İttihat ve Terakki’nin)…mevki-i tatbike koymak istediği siyaset-i dahiliye, İslamları zenginleştirmek maksadıyla Hıristiyanların emvalini yağma ettirmek olmuştur… Rumları hudud-ı vatan haricine atmak için Hükümetin tertibat-ı mahsusatı vasıtasıyla vücuda getirilmiş fedai çeteler ile evvelemirde kasabalarda, sokaklarda alameleinnas ne kadar emlak ve eşyaları varsa yağma ettirdikten sonra polis efendilerin ve jandarmaların işmaz-ı aynı ve bazen de iştiraki tahtından Yunanistan’a gönderildi. Ahiren dahi baki kalan emval-i gayri menkullerini ve mameleklerini de yağma etmişlerdir… Bu insanlardan, bilmediği yerlere kendi rızası ile ve kemal-i tehalük ile gittiklerine dair… onlardan evrak-ı ibraiyye aldılar’ demiştir. Eskalidis bu operasyonlarla ilgili olarak Talat Paşa’ya başvurduklarında , Talat’ın kendilerine : ‘Biz Türkiye’den kat’iyyen memnun değiliz, biz Venizelos’un fırkasına mensubuz. Yunanistan’a gideceğiz … niçin bize müsaade etmiyorsunuz?’ Biçiminde telgraflar gösterdiğini aktarır. Bu arada şunu da ekleyelim, Meclis-i Mebusan üyesi Efkalidis Efendi’nin de malı mülkü de yağma edilmiştir, mallarını istediğinde adres olarak yörede kurulmuş komisyon gösterilmiştir. “Emeni mebus Nalbantyan Efendi de Meclis-i Mebusan’da temizlik operasyonu ile Ermeni Kırımı arasındaki paralelliğe dikkati çekmiş ; ‘gerçi Türkler tekrar, tekrar yapılan zulümlerin, eylemlerin aleyhinde olabilirler. Fakat yapılan mezalim Türkler namına yapılmıştır’ demiştir. Eylemler 1913 yılından itibaren izlenen sistemli politikaların sonucudur ve ‘Türk hakimiyetini sağlamak’ adına yapılmıştır Dolayısıyla Türklerin kolektif sorumluluğu söz konusudur”. Trakya’da bu operasyonların (ameliye-i imhaiyyenin) başında bulunan Hacı Adil Bey, Meclis-i Mebusan Riyesetine, Tekfurdağı (Tekirdağ) mutasarrıfı Zekeriya Bey Edirne Valiliğine terfi ettirilmiştir.
Katliam görevlilerine soruşturma açılmak şöyle dursun ‘başarıları’ndan dolayı ödüllendirilmişlerdir. Aynı ödüllendirme Ermeni Soykırımında da devam edecektir. Bitlis Valisi Abdülhalik , Diyarbakır Valisi Dr. Reşid, Trabzon Valisi Cemal Azmi, Kayseri Sancağı Mutasarrıfı Salih Zeki, Samsun mutasarrıfı Süleyman Necmi vd. kırımdan sonra ödüllendirilen şahsiyetlerdir. Katliama katılmayanlar ise cezalandırılmışlar, kimileri görevinden alınmış, kimileri de öldürülmüştür . Halil Menteşe: “Bu tehcir işi ile alakadar olmayan Türk Anadolu’da pek azdır.” Sözleri aynı zamanda Soykırıma kitlesel katılımın bir ifadesidir.
Ermeni Soykırımı
1913 ve 1914’teki bu ‘temizlik’ operasyonunun başarısı daha sonra yapılacaklara örnek teşkil ettiği gibi İttihat ve Terakki’yi de aynı zamanda cesaretlendiren bir unsurdur. Anadolu’nun batısında yaşayan Rumlar gerekirse katledilerek sorun olmaktan çıkarılmasından sonra . 1915’te İT’nin Doğuya, Ermeni vatandaşlarına daha da vahşi bir şekilde yönelmesi soykırım boyutuna varacaktır. Her ne kadar Batı Anadolu bir laboratuar olarak tecrübelerini arttırmışsa da İttihat ve Terakkiciler, Abdülhamit dönemi tecrübelerinden de yararlanarak 20.Yüzyılın ilk Soykırımını gerçekleştirmişlerdir. Abdülhamit Döneminde 1890’lardan başlayarak yerel olarak devam eden Ermeni kırımı artık örgütlü bir soykırıma dönüşecektir. “Zamanla, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türklerden, Kürtlerden ve Çerkezlerden oluşan ve cinayet ve kıyımlarda olgunlaşmış bir zümre doğdu. Bu onlar için bir tür uzmanlık, bir yaşam biçimi, yasadışı zengin olmanın en kolay yoluydu. Aynı zamanda, Osmanlı devlet hiyerarşisinde belli bir makam edinmenin bir yoluydu.
İmparatorluktaki ekonomik dönüşümlerin durağan ekonomik yapıyı bozmasından kaynaklanan kitlelerin hoşnutsuzluğunu ve yapılan reformların Müslüman kitlelerce kendi acil ihtiyaçlarına değil Gayrimüslimlere verilen tavizler olarak algılanması sağlanmış, bu ortam Abdülhamit tarafından çok iyi yönetilerek, “padişah, kitleler üzerinde yaklaşık yarım yüzyıldır hiçbir yönetimin sağlayamadığı bir ideolojik başarı elde [ etmişti ]…[Ş]ehir küçük burjuvazisi alelacele aktarılan meşrutiyet ve eşitlik ilkelerine ısınamamıştı”.
Yönetim tarafından yaratılan ve sürekli üretilen bu hoşnutsuzluk ortamı Abdülhamit Döneminde Ermeni kırımına sağladığı desteği 1915 Ermeni Soykırımında İttihatçılardan da esirgememiştir. Bunun yanında, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Asurilere, Araplara, Bulgarlara, Ermenilere, Rumlara, Sırplara ve diğer Slavlara yönelik periyodik biçimde organize edilen kıyımlar, toplumun Türk olmayan cemaatlere yönelik katliamlara alışmasını ve kayıtsız kalmasını doğur” [uyordu]. İttihat ve Terakkiye destek veren kesimler, Gayrimüslim burjuvazinin yükselmesinden dahatsızlık duyan devletçi ve aktivist nitelik taşıyan Türk entelektüelleri ile taşra tüccarlarıdır. Milliyetçiliği destekleyen klasik kompozisyona uygun bu kesimlerin işbirliği çok kolay olacaktır.
“Şunları çok iyi biliyoruz: 1. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Ermeni sermayesi çok yoğun. 2. 1915 Yılında Ermenilere karşı sürdürülen politikanın çok önemli yönlerinden biri de sürgündür. Sürgüne gönderilen Ermenilerin mallarına çev¬redeki Müslüman Türk ve Kürt eşraf tarafından el konulmuştur. Zaten, Ermenileri bölgeden kaçışa zorlamak için her türlü önlem alınmıştır. Kışkırtmalarla huzursuzluk artırılmış, kaçış için ortam hazırlanmıştır. 3. Sürgün kanlı ol¬muştur. Pek çok katliam, soygun yaşanmıştır. Sürgüne gönderilen Ermenilerin mallan çevredeki Müslüman Türk ve Kürt eşraf tarafından yağmalanmıştır. Sürgüne gönderilen¬lerin beraberlerinde götürdükleri altın, bilezik gibi pahada ağır yükte hafif mallara el koyabilmek için insanlar yollarda öldürülmüşlerdir. Açlık, soğuk, hastalık, beraberlerinde ta¬şıdıkları altınlar, ziynet eşyaları Ermenilerin tükenmelerine, çürümelerine neden olmuştur. 4. Savaştan sonra sürgüne gönderilen Ermenilerin tekrar yurda dönmeleri yasaklanmıştır. Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesinden sonra, sürgüne gönderilen Ermenilerin ve Rumların bir kısmı tekrar yurtlarına dönerek mallarına ve mülklerine sahip olmaya başlamışlardır. Rumlardan ve Ermenilerden yağmalanmış bu malların tekrar onların eline geçmesini en¬gellemek için Kuvva-i Milliye Teşkilatı kurulmuştur. Veya Kuvva-i Milliye’nin temelindeki en önemli sınıfsal etkenler¬den biri budur. Rumların ve Ermenilerin tekrar gelmelerine ve mallarına sahip olmalarına engel olmak. Onları, Ege’den, Ântep’ten, Çukurova’dan vs. uzak tutmak. O halde sormak gerekir: Ermeni mallarına ne oldu?” diye soruyor İsmail Beşikçi.
Ahmet Refik’in ‘Milli iktisat’a ilişkin yargısı ise: “Hususiyle milli ticaret, adeta milli bir cinayetti. Bu cinayete iştirak için nazırlar, defterdarlar, valiler ve mutasarrıflar memuriyetlerinden istifa ediyorlar, el birliğiyle bedbaht halkı öldürmeye çalışıyorlardı. Fakat bu cinayette en ziyade iştiraki olanlar, ticaretle meşgul mebuslardı. İttihad’ın tacir ve muhtekir mebusları milletin en muhakkir sınıfını teşkil ediyorlardı. İttihad’ın cinayetlerini tasdik için bu zatların ağızlarına Topal İsmail Hakkı çuvallarla şeker atıyor, Talat deste deste imtiyaz beratları tıkıyordu.”
Milli İktisat’ın teorisyenlerinden Tekin Alp (Moiz Cohen) Yeni Mecmua’nın 18 Nisan 1918 tarihli 50. Sayısında bu dönemde oluşan birikimi kutsayarak biriken servetin yönelimini şöyle açıklamaktadır: “Savaş sırasında servet-i umumiyenin arttığı iddia olunmasa bile nakdi servet nispetsiz bir derecede çoğalmış, Türkiye için Batı Avrupa usulünde kapitalizm devresi başlamıştır. Üretim araçlarını sermaye gücüyle temerküz ettiren büyük şirketler, milyonlarca parayı paraları bir elde toplamayı başaran büyük zenginler gittikçe çoğalıyor… İşte iç borçlanmaya temel olan gene bu kapitalizm tezahürüdür. Halkın elinde nakdi servet bu derece çoğalmasaydı hiçbir vakit iç borçlanmanın yapılmasına imkan kalmazdı… Özetlersek iç borçlanma ülkemizin siyasi, toplumsal ve ekonomik alanda yeni bir doğrultuya doğru yöneldiğini isbat etmek ve göstermek suretiyle sevinç ve mutlulukla alkışlansa yeridir” diyerek hükümetin iç borçlanma başarısını kutlamaktadır. Acaba bu borçlanmanın başarısına; birikimine el konulan, sürgün edilen, yok edilen ve canları alınan kaç milyon gayrimüslimin ne kadar katkısı vardır?
1915 Ermeni Soykırımında el konulan maddi değerlere ilişkin : “Ermeni Ulusal Konseyinin 1919 da Paris’te hazırladığı rapora göre bu değer 19 milyar Fransız frankına (1 Os Lirası=22.8 Fransız Frankı) ulaşmaktadır… Bunların yanında Hükümetin çıkarttığı özel kanunla Ermenilerin Türk bankalarındaki paralarına da el koymuştur. Katliamda ölen Ermenilerin Avrupa bankalarındaki paralarının da ne olduğu, bugüne kadar bilinmemektedir.” İttihatçıların istekleri o kadar ileridir ki, Talat, Ermenilerin Amerikan sigorta şirketlerindeki paralarını dahi Amerikan Büyükelçisinden istemektedir . Morgenthau, Talat’la yaptığı özel görüşmesini aktarırken Talat’ın: “Keşke Amerikan hayat sigortası şirketlerine başvursaydınız da Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini bize göndermelerini sağlasaydınız. Nasıl olsa hepsi öldü şimdi, parayı alacak mirasçıları da yok. Tabii ki bunun tümü devlete kalır. Hükümet şimdi yasal olarak mirasçı durumundadır yapar mıydınız bunu?” Diye istekte bulunduğunu belirtir. Türkiye halen bu sigorta şirketlerinin hak sahiplerinin mirasçılarına ödeme yapmasına karşı çıkmaktadır. Eski büyükelçi Nabi Şensoy ABD mahkemelerine müstemleke komiseri tavrıyla talimat verebilme cehaletini gösterebilmektedir.
Savaş yıllarında anonim şirketlerde olağanüstü bir patlama yaşanmıştır. Meşrutiyetin İlk beş yılında (1908-1913) kurulan anonim şirketlerde yabancı ve gayrimüslim unsurlarla ortaklığa gidilmiş, şirketlerin çoğunda yabancı sermaye ağırlığını korumuştur, savaş yıllarında (1914-1918) faaliyete geçen anonim şirketlerin büyük çoğunluğu Müslüman-Türk eşraf tarafından gerçekleştirilmiştir.
Zafer Toprak’ın incelemesinde 1908 ve 1913 arasında ki beş yıllık savaş öncesi dönemde faaliyete geçen anonim şirket sayısı toplam 113’tür, bu şirketlerin sermaye toplamı 10.596.562 Osmanlı Lirasıdır, savaş yıllarında ki dört yıllık dönemde (1914-1918) kurulan şirket sayısı 123’e yükselirken sermaye toplamı da 18.545.000 Osmanlı Lirasıyla neredeyse iki katına çıkmaktadır. Şirket sayısı yükselirken Türk sermayeli şirketlerin sermayesi Savaş döneminin başındaki yılın bütçesinin yarısını da aşıyordu. 1914 yılının Bütçesi 35.329.950 Osmanlı lirasıdır.
Bu sayılara yine Zafer Toprak’ın 1919 öncesinde kurulmuş ancak yukarıda zikredilen taramaları sırasında AŞ olarak rastlayamadığı ve 1927 yılında faaliyet gösteren (bunların 1918 sonrası anonim şirkete dönüştüğünü düşünmektedir) 15 adet AŞ’nin 2.294.000 liralık sermayesini de eklediğimizde rakamların daha da büyüdüğünü görürüz.
Bu rakamlara İttihatçıların 1918 yılında 19 milyon Osmanlı lirası devlet tahvilini savaşın son yılı olmasına rağmen iç piyasada satabilme başarısını da ekleyelim . Ki Osmanlı ilk kez iç piyasaya tahvil ihraç etmiştir. Burada bu değirmenin suyu acaba nereden gelmiştir? Sorusunu sormadan geçemiyoruz.
Bu rakamları karşılaştırabilmek ve bize bir fikir vermesi açısından, Osmanlı bütçesinin 1913-14 yılında 35.329.950 Os. Lirası, 1914-15 yılında 57.841.339 Os. lirası, 1916-17 yılı bütçesinin ise 82.980.780 Os. lirası olduğunu da belirtelim.
Mustafa Kemal dönemine kadar Jöntürkler, Osmanlıcılığı öne sürerek gerçek amaçlarını bulanıklaştırma yöntemiyle hareket ederler. Kemalist döneme gelindiğinde etnik temizlik politikalarının gizlenilmesine gerek duyulmaz. Türk kimliğine ilişkin en açık tarifi getirecek olan da M. Kemal olacaktır.
1.Savaş sonunda Osmanlı imparatorluğunun Arap ve Balkan eyaletleri ayrı bir ülkeler halinde bölündükten sonra uluslararası konjonktür bir Türk devletinin kuruluşunun şartlarını da olgunlaştırmıştır. Ortada kurtarılacak bir İmparatorluk da kalmamıştır. Savaş ve savaş sonrası dönem Türk milliyetçiliğinin zincirinden boşaldığı yıllar olarak tarihe geçecek, bu dönemler diğer kimlikler için acı, gözyaşı ve ölümü ifade edecektir.
Kemalist dönemde çok daha ince etnik temizlik politikaları yürürlüğe konulur. Irkçılığın altın yıllarıdır. Savaş sonrası nibeten homojen bir nüfus devralınmıştır. Buna rağmen yine de çıbanbaşı olabilecek bir nüfus kalabilmiştir. Bunların tasfiyesi için ince politikalar yürürlüğe konacaktır. 1924’te mübadele ile İstanbul dışındaki Rum vatandaşlarından kurtulur. Ermenilerin ülkeye girişi yasaklanarak mülklerine el konulur. Milli mücadeleye katılmadıkları gerekçesiyle birçok Gayrimüslimin vatandaşlığı düşürülerek mülklerine el konulur. 1927 de gayrimüslimlere meslek yasağı konularak, işsiz kalanların ülkeden gitmesi sağlanır. 1934’te Trakya’daki Musevi vatandaşlarına karşı pogrom düzenlenerek canlarına ve mallarına kastedilir. Museviler kitleler halinde Trakya’dan sürülürler. 1941 de Gayrimüslimler ve ihtida edenlerden 18 ay askerlik adı altında amele taburları oluşturulur. Ardından 1942 tarihinde Varlık Vergisi ile ekonomik olarak biçilirler.
1930’lu yıllar ise Avrupa’da faşizmin ve nazizmin yükselişiyle, milliyetçiliğin aldığı yeni biçim saldırgan ve ırkçı bir ideolojiyle benzerlerinden ayrılmaktadır. 1930’lu yıllar boyunca bu ideolojinin takipçileri ve sempatizanları Anadolu topraklarında da eksik değildir. Daha önemlisi bu ideoloji, Ankara bürokrasisi ve siyasetçileri arasında da rehberdir. Kimi zaman uzun bir iç savaş, kimi zaman antisemitizm, kimi zaman da Türk olmayanlara dönük bir düşmanlık olarak tezahür eden bu dönem politikaları azınlıklar açısından sıkıntılı, gergin ve güvensiz on yılları ifade etmektedir.
Çok partili yaşamda da durumda bir değişiklik olmaz; 1946’dan sonra İsrail’e göç etmek isteyen Musevi vatandaşların her şeyine el konulmak şartıyla ülkeden gitmesine izin verilir. 6-7 Eylül 1955 tarihinde Kıbrıs olayları bahane edilerek tekrar Gayrimüslimlerin canlarına ve mallarına kastedilir. 1964 te Kıbrıs olayları yine gündemdedir ve etablis Rumların her şeylerine el konularak kitlesel olarak kovulurlar. 1974 Kıbrıs işgaliyle yükseltilen milliyetçilik histerisi karşısında geri kalan Rum vatandaşlar da ülkelerini, tarihsel topraklarını terk edeceklerdir. Herne pahasına tarihsel topraklarını terk etmeyenlerin eğitim ve dini kurumlarına el konulmaktadır. Ruhban okulu ve Rum ticaret mektebi ile Hrant Dink’in de yetiştiği küçücük Ermeni çocuklarının eliyle emekleriyle ortaya çıkan Tuzla Ermeni Çocuk Kampı bu örneklerdendir. “Azınlık” Vakıfları yabancı statüsüne konularak hukuk altüst edilerek mallarına el konulmaktadır.
Türk milliyetçiliği için 1.savaş koşullarında şekillenen zemin, TC’nin milliyetçi bir çizgide kurulabilmesinin olumlu koşullarını hazırlar. TC, Türk milliyetçiliğinin zaferidir. TC, Kuruluş koşulları, savaş öncesi, savaş öncesinde oluşan kamplaşma, 2. Savaş ve sonrasındaki soğuk savaş fırsatını değerlendirerek on yıllar boyu baskı ve şiddet politikasını uygular. Burada cesaretlendirici unsur 1. Savaş sırasında yapılanların cezasız kalmasıdır.
Bu politikanın özgül örneklerinden biri de CHP’nin Azınlık Raporudur: 1944 yılı içinde Cumhuriyet Halk Partisinin azınlıklardan ve gelir dağılımından sorumlu 9. Bürosu tarafından hazırlanan “Azınlıklar Raporu” aslında Cumhuriyetin ideolojik yapısının diğer kimlikleri eşit ve özgür yurttaş gibi görmediğini açığa çıkardığı gibi, gayri Türk diye tanımlanan kimliklere saldırıyı resmiyete dökmektedir. Büro raporunda, Çerkes, Arnavut, Boşnak vd. Müslüman halkların hemen asimile edilmeleri gerektiği vurgulanır.
Türkleşmelerinden umut kesilen Gayrimüslim vatandaşlar için önerilenler ise şunlardır;
“Rumlar, İstanbul’un fethinin 500 Yılına kadar İstanbul’un Rumsuzlaştırılması…
Ermenilerin, Anadolu’da yeniden çoğalmalarının önüne geçilerek, İstanbul’a göç etmelerinin sağlanması ve gelecekte bu mesele halledilirken, topluca iskânının sağlanması. Ermenilerin başka ülkelere göç edilmesinin kolaylaştırılarak, sayılarının azaltılması…
Yahudiler, Türkiye’den göçermelerinin kolaylaştırılması, devlet ihalelerine Yahudilerin sokulmaması, dışarıdan gelerek çoğalmalarının önüne geçmek…”
Sonuç Yerine
Süreç sonunda, Kemalist rejimin İktisat vekili Mahmut Esat Bozkurt’un 30 Aralık 1922 tarihinde yaptığı konuşmasında belirttiği gibi: “Memleketin hukuken, tarihen, siyaseten sahibi Türkler olduğu gibi, İktisaden de bu memleketin hakiki sahibi olduklarını göstermişlerdir” Ancak bu sahipliğin, 450 bin Asuri, Keldani, Nasturi ve Arap Hıristiyanlarının, 700 bin Rum ve 1,5 Milyon Ermeni’nin canına mal olmasının pek ehemmiyeti yoktur. İttihatçıların ünlü hariciye nazırı ve Meclis-i Mebusan reisi, cumhuriyetin ünlü simalarından Halil Menteşe milli devletin kuruluşunun bu temizlikler sayesinde mümkün olduğunu ifade etmektedir. Geçen yıl Milli Savunma Bakanı 1915’i aynı kelimelerle vurgulamıştır. M. Kemal, Talat Paşa’nın cenazesin Türkiye’ye getirilmesini isteyen eşi Hayriye Bafralı’ya 1915’i aynı kelimelerle ifade ettiğini Murat Bardakçı Hayriye Bafralı’nın ağzından nakleder.
Bugün konumda ve durumda bir değişiklik yoktur. Bu haksızlıkları ifade etmek TCK’nun konusuna girmekte ifade edenleri ağır cezalar beklemektedir. Hatta 19 Ocak 2007 tarihinde bu haksızlığı ifade eden Agos Gazetesi kurucusu ve başyazarı bu haksızlıkları ifade ettiğinden dolayı devletin gözetiminde katledilir.
Bugüne geldiğimizde artık Gayrimüslim unsurlar ekonomik yaşamda çok fazla bir yer işgal etmiyorlar, ancak onları komprador olarak niteleyip zorla, hileyle ve katliamlarla tasfiye ederek yerine geçenlerin ne kadar “milli” olduğunu biliyoruz. Memleketin hakiki sahipleri’nin durumu apaçık gözler önündedir.

Yorumlar kapatıldı.