İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Demokrat olmanın ve demokrasinin bize has kimi meseleleri… Ali Bayramoğlu

Demokrat olmanın ve demokrasinin bize has kimi meseleleri… 

Ali Bayramoğlu a.bayramoglu@aksiyon.com.tr
Sayı: 823 / Tarih : 13-09-2010
6-7 Eylül 1955 Olayları, hem gayrimüslimler hem de Türk siyasal-toplumsal sisteminin evrimi açısından kilometre taşlarından birini oluşturur. Kabul etmek gerekir ki bugün 6-7 Eylül Olayları ve Varlık Vergisi, ülkenin demokratik zihniyete ilerlemesi açısından da önemli bir rol oynuyor.

Kimi sorunlar demokrasinin, değişimin, zihniyet sıçramalarının turnusol kâğıdı olabiliyor. Türkiye’de azınlıkların, gayrimüslim toplulukların varlığı, öyküsü, algısı bu sorunlardan önde gelenidir.

Eylül ayı bu açıdan yüklü bir aydır.

6-7 Eylül 1955 Olayları, hem gayrimüslimler açısından hem Türk siyasal-toplumsal sisteminin evrimi açısından kilometre taşlarından birini oluşturur.

Kabul etmek gerekir ki bugün, 6-7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi, 34 Trakya hadiseleri ülkenin demokratik zihniyete ilerlemesi açısından da önemli bir rol oynuyor. Sadece aydının, entelektüelin, akademisyenin kendisini yeniden sorgulaması, kendisiyle yüzleşmesi sürecinde değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde, hatta sokakta tek tek insanlar düzeyinde bu meseleler üzerinden Türk kimliğiyle ve Türk demokrasisiyle bir yeniden tanışmadan söz etmek yanlış olmaz.

Yine de bu konu sorunlu ve çatışmalı bir konu…

Yılların alışkanlıkları bir çırpıda değişmediği gibi, değişim ve sorgulama istikametinde atılan adımlar sıkça sert politik tepkilerle karşı karşıya kalabiliyor.

Önce yerleşik zihniyetle ilgili bir fotoğraf çekelim… Önce, 5 yıl önce yapılmış bir saha araştırmasından kısa bir alıntı yapalım. 70 yaşlarında, İstanbul’da oturan, İslami kesimle yakın ilişkileri olan, güçlü bir sanayicinin şu sözleri yerleşik zihniyet haritasıyla ilgili ipuçları verebilir. 6-7 Eylül Olayları’nı şöyle anıyor bu sanayici:

“Şimdi 1955 nüfus sayımında İstanbul nüfusu 1 milyon 36 bin oldu. O zaman 1 milyon nüfusun azınlıklar denen kesimi, önemli bir yekûn tutuyordu. Mesela biz Beyoğlu’na çıkardık, hiç Türkçe konuşulmazdı. Omuz vururlardı. Rum ve Yahudi piç kuruları vardı. Piç kurusu derdik biz onlara. Çete halinde dolaşırlardı. Oraya hâkimlerdi bu bir, ikincisi böyle Türk müessesesi yok gibi bir şeydi. İstanbul’da tarihten gelen, mesela bezcilik gibi basit şeyler Türklerindi. Kapitülasyonların tesiriyle her şey onların eline geçmiş. Kaymak tabakaydı onlar. Azınlık gibi değil de sahip gibi davranırlardı.

Farklı olduklarını belirtirlerdi. Dolayısıyla sempatik değillerdi. Samatya’da, Yenikapı’da, Balat’ta komşularıyla iyi geçinirlerdi ama Beyoğlu’na çıktığınız zaman ağırlıkları hissedilirdi.”

Mantık şu: Topyekûn ve homojen bir toplum anlayışı, milletler ve kültürler arasındaki gerilim fikri ve bu ikisinin kurucu öğesi olan “öteki”, çok kuvvetli bir “öteki” algısı… Bu “öteki”, temel olarak Batı ve Batı’yla ilişkili bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu ülkede Batı sıkça ya Hıristiyan ya Musevi kimliğiyle tanımlanıyor.

Görmek gerekir ki bu tarz bir öteki, hem dinî mensubiyet ilişkisi açısından hem kimlik, tarih ya da tarihsel bellek ilişkisi açısından kurucu bir rol oynuyor.

Onların varlığı karşısında farklılığı ve üstünlüğü vurgulayan bir “tersine ötekileşme süreci” sürekli ve daimi bir şekilde yaşanıyor. Öte yandan tarihî belleğimiz, onlardan ya da Batı’dan gelebilecek tehdit, tehlike ile bunları bertaraf etmenin temel mekanizmasından oluşuyor.

Bu yapı hemen her zaman tarihsel olanla güncel olan arasındaki mesafeyi azaltan bir işlev görüyor. Tarihsel olanın bugünkü kimliği belirlemekte kullanıldığı, bugünkü kimliğin de temel olarak tarihe referansla ama kurgusal tarihe referansla ortaya çıktığı bir yapı bu.

6-7 Eylül Olayları, bundan yıllar önce bu koşullarda, bu zihniyet temelinde yaşandı.

Örgütleyen hangi derin güç olursa olsun, toplumsal açıdan ve zihniyet noktasından resmin çok değiştiğini, kendimizi sorgulama nedenlerimizin ortadan kalktığını düşünmüyoruz.

6-7 Eylül öyle siyasi sonuç üretti ki gayrimüslimler, özellikle Rumlar kitleler halinde Türkiye’yi terk ettiler. Bugün İstanbul’da yaşayan İstanbullu Rum sayısı birkaç bini geçmiyor…

Şimdi aynı zihniyetin silahlarının zaman zaman Ermenilere ve Musevilere döndüğünü görüyoruz… İçimizdeki ötekiler onlar şimdi…

Ve zihniyet değişiminde en önemli unsurları, hatta araçları oluşturuyorlar.

Durum şu:

Gayrimüslimlere bakışımızda özel ve kamu, bireysel aktör ya da grupsal aktör ayrımı açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Tek tek insan düzeyinde sorun olmazken topluluk ve grup olarak telakki edildiği an güvensizlik şiddetle ön plana çıkıyor.

Ermeni kimliğiyle kamusal alanda, siyasal alanda varlık söz konusu olduğunda ciddi bir tepkiyle karşılaşmaktayız.

Birçok araştırmada “Bir Ermeni kökenli ya da Musevi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı genelkurmay başkanı olsa ne olur?” sorusuna böyle bir şeyin, özellikle güvenlik açısından kabul edilemez olduğu yanıtı geliyor.

Yukarıda söyledik, buna rağmen, yine de yol alıyoruz…

Tarihte yaşananlarla ilgili, örneğin 6-7 Eylül Olayları veya Varlık Vergisi ile ilgili bilgi-siyaset arasında, bilgi- toplum arasında kimi ilişkilerin kurulması, tartışma yoluyla, bellek üstünde, bellek ile bugün ilişkisi üstünde önemli etkilerde bulunuyor.

Dolayısıyla bugün tarihle ilgili yaşananın tekrar tarihe yönelik olarak algılanması başlıyor, yaşananın bir sorun olduğu fikri oluşuyor.

Hanioğlu’nun şu sözlerinin altını çizelim…

“Toplumumuzda (…) sıklıkla dile getirilen bir tez, bu şekilde ifadelendirilmemekle birlikte, ‘tarihsizlik’tir. Tarihsizlik isteği, tarihin bütünüyle güncelleştirilmesi, güncele yararlı olduğu varsayılan kısımlarının seçilerek onunla telif edilmesi arzusundan başka bir şey değildir (…) Tarihin günümüzün ayrılmaz parçası haline getirilmesi ve bu vasıtayla güncelin oluşumunun kaçınılmazlığının vurgulanmasının oluşturduğu temel sorun, bunun retrospektif şekilde meydana getirdiği teleolojik geçmişin ‘mükemmellik’, ‘hatasızlık’, ‘lekesizlik’, benzeri sıfatlarla gerçeküstü bir karaktere sahip kılınmasıdır. Tarihsizliğin bu tür sıfatlara sahip kişilikler, kurumlar ve motifler etrafında şekillendirilmesi, bir tesadüf eseri değildir. Bu yaklaşım bir yandan bu tür şahsiyetler meydana getirirken diğer yandan da toplumları ve milletleri benzer sıfatlarla donatmaktadır. Bunun sonucunda ise tarihin etrafında şekillendirdiği bireyler insanüstülük mertebesine yükseltilirken, ‘devlet’ ilâhî bir kuruma, ‘millet’ de âdeta bireylerden meydana gelmemiş ve gelmeyen, benzeri sıfatları haiz esâtirî bir yaratığa dönüştürülmektedir…”

Hem bizi kuşatan hem uzaklaşmakta olduğumuz bakış açısının sert zihniyet çekirdeği budur…

1955’ten 2010’a…

Değişenler ve değişmeyenler bunlar…

Yorumlar kapatıldı.