İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la Göç ve Kendilik

‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la Göç ve Kendilik 

Haluk Sunat

1/ Örtüşüm

Öncelikle, göç ve kendilik arasındaki özsel örtüşümü vurgulamak istiyorum: Kendilik kurgusu/kuruluşu, bir, ruh-içi (‘intrapsişik’) göç hikâyesidir. Bildik toplumsal nitelikli göç hikâyesi ise, ancak, kendiliksel göçerlik/göçebilirlik üzerinden anlaşılabilir/tartılabilir.

2/ Kesişim

Göç, bir yerleşim/yaşama alanından bir başkasına doğru yaşanan hareketliliktir. Ait olduğumuz mekânları, sevdiklerimizi ve kültür coğrafyasını terk eder, yeni olanın içine yerleşmeye çalışırız. Demek ki, göç, öncelikle, bir, terk/kayıp ve o bağlamda yaşananların hâle-yola konulma sürecidir.

Kendilik ise, erken nesne ilişkileri üzerinden yapılanan, bir ömür boyu ikincil değişim/dönüşümlere açık, kendi olma hâlimizdir. Bir başka deyişle, kendiliğin kuruluşu da, ruhsal-cinsel gelişim basamaklarını, ilgili doyum yolları ve nesne ilişkilerini terk ederek başka ilişki evrenlerine yerleşme hareketliliğidir.

Demek ki, göçte de, kendiliksel kuruluş sürecinde de, bir şeyleri geride bırakmak (hareketlilik), yeniye yerleşmek için geçmişi gözden çıkarabilmek (terk) esastır –ve, her iki sürecin kesişim noktalarıdır.

3/ Süreç

Özsel kesişim noktalarını böylece andıktan sonra, her ikisinde de söz konusu seyahatin selameti ve varılacak yerin mürüvveti adına şunu sormamız gerekir: Göçler hangi koşullarda yaşanmıştır? Nasıl, ne tür göçlerdir?

a/ Ruh-içi göçler

Kendilik kuruluş ve gelişimine baktığımız zaman, bir ruhsal gelişim evresinden diğerine hareketlilik, yani, bir, ruhsal evren değişikliği yaşanmadan, –öyle ya da böyle- bir kendilik sahibi olmanın –hele hele ‘kemâliyye’ mertebesinde bir insan olmanın- mümkün olmadığını görürüz.

Dahası, en başa dönersek, kendilik gelişimi hakkında fikir yormakta olduğumuz canlının, insan yavrusunun, anne karnındaki yerini bulması için, öncelikle, erkek ve dişi eşey hücrelerinin kendi yurtlarını terk edip ilk buluşma yerine doğru hareket etmeleri gerektiğini görürüz. Kaldı ki, onların da yerlerinden olup buluşabilmeleri, müstakbel anne-babanın birbirlerine doğru yola çıkmalarını, yani, bir tür bireylerarası göçü gerektirmektedir.

Geldik anne karnına; oradan da, ‘vakt-i kerâhet’e erişildiğinde göçmek, ana karnı dışındaki dünyaya doğru yol almak kaçınılmazdır.

Gelinen yer, ana kucağı ve memesidir. Bir bakıma, ana karnındaki ‘ekmek elden, su gölden’ yaşantının dış dünyadaki devamı gibidir. Ekmek ve suyun tedariki –annenin, annelik niteliği ile bağlantılı olarak- öylesine cennetsi bir vasatta yaşanmaktadır ki, çocuk, ihtiyaçları üzerinden kendini sunan bir evreni –neredeyse- kendi arzularının yarattığı ‘büyülü’ bir dünya olarak yaşamaktadır. Buna, Margaret S. Mahler’in, ‘otistik-simbiyotik’ evre dediğini biliyoruz (ilk 2 ayı, otistik, 2-4 ay arası, simbiyotik olmak üzere) -çocuğun, kendisi ile kendisi olmayanı ayırt edemediği bir varoluş. Fakat, kendini kendi dışındaki dünyaya, ötekilere, ötekilerin dünyasına katmak, ancak, o cennetten de kendini kovdurmakla (dünyevi öteki tatlara uzanmakla) mümkün (Âdem’le Havva’nın cennetten kovuluş hikâyesi de farklı değildir zaten). Tabii, bütün bunları koşullayanın, bedensel/zihinsel değişimler, yetkinleşmeler ve onların üzerinden gelişen ihtiyaçlar olduğunu da unutmayalım.

Sonrası, bildiğimiz işler: çocuğun, ‘ben’ ve ‘ben-olmayan’ı ayırt edemediği cennetsi evrenden, ‘özerkleşme’ye doğru yol alması. Bir tür, kendi olmaya doğru göç: ‘Separasyon-individüasyon’, yani, ‘ayrılma-bireyleşme’ evresi (hemen hemen, bir yaşına, 13-16 aylık olana dek yaşanan süreç). O arada, annenin evreninden, başkalarının evrenine doğru yol alışta yaşanan gel-gitler de var: ‘rapprochement’ nitelikli yaşantılar (D. W. Winnicot’ın ‘geçiş nesneleri’, Vamık Volkan’ın ‘bağlantı nesneleri’ kavramlarını da hatırlayalım). Ve nihayetinde varılan yer, ötekilerin evreni, kendini kattığı ötekiler, kendini katarken kendine kattığı ötekiler –sonsuz (elbet, ruh-içi göçerlik ehliyeti ile olanaklı) bireyleşme/birey olma serüveni.

Hepimizin bildiği bu hikâye, en başta –psikanalizin kurucusu- Sigmund Freud tarafından ele alınmıştır. O da, ‘ruhsal-cinsel gelişim evreleri’nden (‘oral-anal-fallik/genital’ evrelerden) ya da ‘otoerotik-narsisistik-nesneye yönelim evrelerinden söz eder (her ne kadar, işin nesne boyutu, kendisinden sonra katkı sunan ‘nesne ve nesne ilişkileri’ kuramcıları tarafından tahkim edilmişse de). Tabii, burada da tanık olduğumuz hikâye, çocuğun, içgüdüsel ihtiyaçları üzerinden kurduğu ‘dürtüsel’ talepler ve onlar uyarınca kendi bedeni ve dış dünyaya yönelimleri çerçevesinde yaşantıladıklarıyla kendilik ve öteki algısını/alımlayışını yapılandırışıdır.

Burada çok kabaca, Freud’un, sevgi-nefret diyalektiğini kurama aktarışındaki görece gecikmişliğin ve doğuştan itibaren, belirsiz, bütünlükten yoksun -ve zımnen- yaşantılansa da, bir ‘nesne’ dünyasının muhataplığını kabule dair ihmalkârlığının, bütünlüklü kendilik ve nesne alımlayışı öncesi -sevgi ve nefret bağlamında yaşanan- ‘erken dönem nesne ilişkileri’ kavrayışında bir eksiklik yarattığını belirtmeliyiz. (Kuşkusuz, ele aldığımız meselede kurucu niteliği olan, Freud’un, Yas ve Melankoli isimli çalışmasını [‘ideal ben-ben/lik ideali’, 1917 (1915)] unutmayalım ve nesne ilişkileri açılımını başlatan Melanie Klein’ı ve sonrasında geliştirici katkılar sunan Otto F. Kernberg dahil çok sayıdaki psikanalisti de analım bu arada.) Halbuki, o döneme ilişkin nesne ilişkileri kuramcılarının ortaya koydukları, bir, ‘öteki’ ile –dış gerçeklikle- karşılaşma deneyiminin hangi savunmalardan geçilerek yaşandığını anlatır bize -ya da, daha sonraki, öteki/dış gerçeklik karşılaşmalarında yaşanan kırılmalarla gerileyip (‘regresyon’) sığınılan savunmaların/tepkilerin neler olabileceğini.

Örneğin, Klein, yaşamın ilk 4 ayı için tanımladığı ‘paranoid-şizoid evre’nin, ‘splitting’ (bölme) savunması etrafında yaşandığını ortaya koyacaktır. Kendi meselemiz itibarıyla anlamı şudur: Bebek, bir ilk öteki deneyimi olarak yaşantıladığı ‘meme’ ile ilişkide, aynı memeyi, yaşadığı doyum/kaygı bağlamında, birbirinden tümüyle ayrı, ‘iyi’ ve ‘kötü’ meme olarak alımlayacaktır. Bunun da bedeli, bütünlüklü bir dış nesne/gerçeklik ve kendilik alımlayışından yoksunluktur –ama o evreden geçilmesi de kaçınılmazdır, önemli olan orada takılmamaktır. Kernberg ve diğer nesne ilişkileri kuramcılarının da ortaya koyacağı gibi, ‘primitif (ilkel) dissosiyasyon, projektif identifikasyon (yansıtmalı özdeşim/ilkel yansıtma biçimleri), ilkel idealizasyon (yüceleştirme)/devalüasyon (değersizleştirme), yadsıma, omnipotens (tümgüçlülük)’ gibi savunmalar, bu dönemde muhtaç olunan savunmalardır.

Bütün bu anılanların, hem, kendilik kuruluşunu temin edecek ruh-içi göçün, bütünlükten yoksun bir kendilik ve nesne alımlayışından bütünlüklü olana erişip erişemediğinin, hem de, toplumsel nitelikli göç sonucu girilen yeni varoluş evreninde, kişinin kendiliğini yeniden yapılandırma/ uyumlandırma yeterliliğinin tartılabilmesi açısından önemli olduğunu belirtelim. (Ödipal süreç ya da pregenitalitenin görece yüksek düzeyli savunmalarına –bastırma, ‘reaksiyon-formasyon’ [karşıt tepki kurma], ‘isolasyon’ [yalıtma], ‘undoing’ [yapma-bozma], ‘entelektüalizasyon’ [bilgiselleştirme], ‘rasyonalizasyon’ [ussallaştırma/gerekçelendirme] gibi- girmiyorum –ortalama uyumla bağdaşık oldukları, derinlikli sorun yaşatmayacakları için.)

Bir başka deyişle, yeterince ve uygunca aşılıp geçilmemiş erken dönem nesne ilişkileri yaşantılarının kendiliğin kuruluşunda –olumsuz anlamda- nasıl belirleyici olduğunu anlamak bakımından önemlidir söz konusu kuramsal kavrayış. Ya da, yabancı/öteki ile ilişkide, ötekiliği, kendimize sindirip yeni bir kendilik evrenine kendimizi taşıyabilmemiz (ruhsal/kendiliksel göç gelişkinliği) ile gerilerdeki ilksel başa çıkma yollarına kendimizi/kendiliğimizi vuruşumuz (gerilemeci/regresif tavır) arasındaki farkı kavrama açısından.

Görüldüğü üzere, kendiliksel gelişim ya da kendi olma serüveni, bizi kuşatan nesneler dünyası ile hemhal oluşumuz içinde yaşanan bir ruh-içi göç yaşantısıdır. Büyümek, ötekilerin dünyasında özerk birer birey olarak yerimizi alabilmemiz için şart olan bir yaşantı.

Öte yandan, nasıl, ruh-içi göçte, gelinen durakta yaşananlar, bir önceki durakta neler yaşadığımız ve gelinen durakta bizi kuşatan imkânlarla alakalı ise, toplumsal nitelikli göçte de yaşananlar, göç edilen yere hangi kendiliksel mirasla, nasıl bir kendi olma hikâyesi içinden yürüyüp geldiğimiz ve bizi, orada, hangi, kendi olma imkânlarının (göçün geçiciliği/kalıcılığı, bir ön hazırlığın ve geride bırakılanları ziyaret etme olanağının olup olmayışı, göç edilen yaş, iki kültür arasındaki örtüşüm düzeyi, göçülen kültürün kabul edicilik niteliği, vb.) kuşattığı ile alakalıdır. Bir başka deyişle, göç sonrası yaşananlar, kendi olma zenginliğine dayalı, bir tür, kendini yeniden var etme gelişkinliği ya da kendi olma serüvenindeki daha korumalı duraklara –var olma biçimlerine- rücu etme tarzında olacaktır.

İşte burada, ‘yas tutma/yas çalışması yapabilme’ sorununa geliyoruz. Şimdi, yukarıda andığım, ruh-içi göçün evreleri de, aslında, bir tür, geride kalan nesne ilişkileri evreniyle ilgili yas çalışması süreçleridir. Geride bırakılanın olumlu katkıları ile bir sonraki evreye doğru yol alabilmişsek (yani, uygun bir yas çalışması yapabilmişsek), geride kalana takılmadan (‘fixation’ dediğimiz şey) yolumuza devam eder, yenide eskiyi bir katkı olarak içselleştirmiş oluruz. Terk etmek yası davet eder ama terk edilenden kendimize kattıklarımız, bizi, yeni varoluş evrenine hazırlar. Bu, yaşamın hakikati ile yüzleşebilme ve büyüyüp gelişebilme örneğidir (bu noktada da, göçteki kendiliksel dönüşüm süreçleri üzerinden, göçleri, -ayrılma/bireyleşme ve ergenlik yaşantıları ötesinde- ‘üçüncü bireyleşme’ yaşantısı olarak değerlendiren Salman Akhtar’ı analım isterim).

b/ Toplumsal nitelikli göçler

Bildik göçte yaşanan da öyle bir şeydir: İçinden geçerek kendimizi kurduğumuz bir yaşama alanını terk edişle ilgili yas çalışmasını hangi düzeyde gerçekleştirebildiğimizle alakalı bir şey. Göçün gerçekliğini nasıl yaşıyoruz: Geride bıraktığımıza bizi geriletecek kaçışlarla mı, yoksa, uygun bir yas çalışması sonucu, gelinen yerde bulduklarımızla oraya taşıdıklarımızı buluşturup kendiliğimizi geliştirerek mi? Bütün mesele budur.

Öteki evrenle karşılaşmanın yarattığı iç-çatışma, kendiliği oluşturan (kendiliksel) değerleri ölçüsüzce yüceleştirme/idealizasyon (olduğundan ziyade soy-sop düşkünü, milliyetçi, dindar kesilme, vb.) ya da, yeni katılınan dünyayı mutlaklaştırıp yüceltirken kendininkini alabildiğine değersizleştirme/devalüasyon yaşantıları ile savuşturulmaya çalışılabilir örneğin (Helene Deutsch ve ‘as if’ kişiliği anımsarız burada). Gelişime açık, bir, ‘biz’ ortak alanı oluşturmak yerine, sen-ben mutlaklaştırımı ağır basabilir. Uygun bir mesafe ve uygun bir gerçeklik kabulü üzerinden öteki evrenle ilişkiye geçmek yerine, ilkel yansıtmalar/düşmansılıklar/yadsıyışlar girebilir devreye. Ya da, ileriye dönük umudu muhafaza etmek yerine, ruhsal çökkünlük, ‘nostalji’ (yurtsama) halleri belirleyici olabilir.

Şimdi; doğal yıkımların kaçınılmaz kıldığı yer değiştirmeleri bir yana koyarsak, ‘meşru’ bir ihtiyaç algısından kaynaklanan yer değiştirmelerin, ‘modernliğin/ sanayi toplumunun’, emek arzı ve talebi (istihdam) koşullarının isteklendirdiği ya da dayattığı göçler olduğunu söyleyebiliriz. Burada, meşruiyetin, yer değiştirmelerle ilgili ihtiyacın, bir, dışsal ‘zor’ üzerinden değil, hayatı belirleyen hâkim toplumsal (üretim-ilişkisel) kabuller üzerinden şekillenmiş olması belirleyicidir. Moderniteye bağlı göçler, -insani zeminde- meşruiyetini öylece tesis etmiş tecrübeler olarak ele alınmalıdır: Basit, geçim kaygılı kaçınılmazlıklardan, -becerilerini hayatın yüksek kabulüne sunmak üzere- takdir sahibi kültür ortamına kendini takdim etmeye kadar uzanan bir yelpaze dahilinde.

Az önce andıklarımızdan ilhamla, kendi coğrafyamıza döndüğümüzde, Cumhuriyet Türkiyesinde -40’ların ortalarından itibaren yaşanmaya başlayan ‘kentleşme’ye bağlı göçleri ve -60’larda başlayan ‘yurtdışına işçi göçleri’ni, modernitenin meşruiyet tırnağına alınabilecek örnekler olarak bir yana korsak, 16. yy.’dan itibaren merkezi otokratik yapının buyurduğu ya da ‘Balkanlaşma’ (toprak kaybı) sürecinde yaşanan nüfussal yer değiştirmelerin, İTF baskısı sonucu Ege’den Rumların bir bölümünün göçe itilmesi gibi örneklerin, Ermeni tehcirinin, Lozan sonrası mübadelelerin, Kürt aşiretlerinin yerleşim ve yaşam alanlarına müdahalelerin, yani ‘devlet’in ya da ‘ulus-devletleşme’ süreçlerinin zorunun hâkim, genel anlamda, -gönüllülük/rıza ölçüleri dışında- ‘sürgün/sürülme’ niteliğinde olguların baskın olduğu bir Osmanlı-Cumhuriyet Türkiyesi gerçeği ile karşı karşıya kalırız

Evet, sadede gelirsek; göçün nasıl yaşandığı, kendiliksel yansımalarının ne olduğu, modernitenin koşulladığı göçler kapsamında -psikanalitik birikimin ışığında- tartışılabilir ya da, göçün kuşatıcı nesnel koşullarının (az önce andığım, göçün kalıcılığı, ön hazırlık imkânı, geride bırakılanları ziyaret ve iletişim olanağı, göç edilen yaş, iki kültür arasındaki örtüşüm düzeyi, göçülen kültürün kabul edicilik niteliği, …-nin) göç yaşantısı ve yas sürecindeki etkileri tartışılabilir; ancak, herhangi bir ön hazırlığın ve geri dönüş olanağının olmadığı, telafisi imkânsız kayıplarla yaşanan sürgünler, öncelikle, ‘insani trajediler’ olarak anlaşılmaya muhtaçtır.

c/ Geride kalanların zihinsel/manevi göçü

Sürgünler/sürülmeler bağlamında yaşanan insani trajedilerin iki bacağı olduğunu unutmayalım:

Birincisi, doğrudan mağduriyeti yaşayanlar, yani, devlet zoru ile yerinden-yurdundan-kültürel ve insani coğrafyalarından sürülenlerin, terk etmek zorunda bırakıldıklarına yani kayıplarına dair nasıl bir yas çalışması yapabilecekleri meselesi (ki, çok zor ve -başta mağdur edenler soyundan gelenler olmak üzere- insanlık ailesinin onarıcı desteği olmaksızın olanaksız);

İkincisi de, kendi ile birlikte aynı coğrafyaya dahil olanın sürülüp kendinden alınmasını, geride kalanın nasıl bir kendi olma sorunu olarak yaşadığı, ötekinin kaybını/kaybettirilişini nasıl/ne ölçüde bir yas çalışmasına dönüştürebildiği, bir başka boyutta ise, kaybettiren devlet gücü/zoru ile kendi olmanın münasebetini nasıl tesis ettiği. Bu ikinci bacakta yaşananların –baskın Türklük aidiyeti içinde- unutuşlar/bastırmalar, yetmediği yerde, ilkel yansıtmalar/düşmansılıklar (‘Türk’e Türk’ten başka dost olmadığı, ‘biz’ aidiyetini ihlal edici bölücülerin her dem hazır ve nazır olduğu inancı, vs.) ile ödenen bir ‘kendiliksel maluliyet’ bedeli ile ne kadar önemli olduğu herhalde izaha muhtaç değildir. En yakınımızdaki Kürt sorununa ve Ermeni meselesine bakışımız, devletle ilişkilerimiz, askeri bürokratik vesayete askeri müdahalelere (sivil-demokratik hayat kaybına) ve tonla katiama yaklaşımımız, heyet-i umumiyesi ile ‘kurucu ideoloji’ dediğimiz zihniyet ve marifetleri ile nasıl yüzleşebildiğimiz, vs. hep bu ikinci bacakla alakalıdır.

Metnimi kurarken şöyle yazmışım bir yerde: ‘Bir daha asla!’ diyebilmek için, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yezidilerin hayat alanlarımızdan çekilip gitmelerine, son otuz yıldır süren savaşla yerlerinden-yurtlarından-dillerinden sürgün edilen Kürt halkının yaşadığı acılara, duygudaşlık, halden anlayıcılık ve sorumlulukla yaklaşamamanın bir tür kendilik marazı ve söz konusu hâlet-i rûhiyyeyi kendiliksel yapı taşına dönüştüren kurucu zihniyet erbabı ve takipçilerinin marifeti olduğunun altı ısrarla çizilmelidir.

Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğunun somut ve imgesel kaybının ve 1839’la başlayıp Cumhuriyet’le ayyuka çıkan ‘Batılılaşma’ üzerinden yaşanan kültürel zeminli kayıpların da uygun yas sürecine tâbi tutulmadan üzerinden atlanan nisyan katmanları olduğu hatırda tutulmalıdır.

d/ Varoluşsal özerklik/özgürlük ekseninde göç

Halbuki, evvel emirde bir mağduriyet vesilesi olarak andığımız göçün, ‘varoluşsal özerklik’ kaygısı ile bakıldığında, belli bir yere-yurda bağımlılığın aşılması, küresel/ulus-ötesi varoluşsallık (ve ne yazık, yakalayamadığımız bir insani yolculuk) adına sahiplenilmesi, o anlamda, bir, evrensel özgürlük ve demokrasi talebi olarak değerlendirilmesi de kaçınılmazdır (ki, bu arada, Spinoza’yı da, Gilles Deleuze’ü de rahmetle analım).

Ve hemen onunla birlikte, elbet –ki, bizim için fevkalade elzem- bir ‘zihinsel’ evre(n)den ötekine doğru insanın kendini aşabilmesinin, bir, göçerlik gelişkinliği olduğunun da altını koyu koyu çizmeyi ihmal etmeyelim.

‘Psikanalitik Duyarlıklı Bakış’la
Göç ve Kendilik

-Özet-

Göç, bir yerleşim/yaşama alanından bir başkasına doğru yaşanan hareketliliktir. Hareketliliktir, zira, öncesi ve sonrası ile bir devamlılığın, devingenliğin mahsulüdür.

Kendilik ise, erken nesne ilişkileri üzerinden yapılanan, bir ömür boyu ikincil değişim/dönüşümlere açık, kendi olma hâlimizdir.

Duyarlılığımızın kalkış noktasına yerleştirdiğimiz psikanalizse, nesne ile karşılaşmalarımızın ya da nesnel gerçekliğin, kendi olma hallerimize, bir başka deyişle ‘kendiliğe’ (‘self’ yapılanmasına) kırılımlarını, -bilinç/bilinçdışı süreç ve işleyişleri içinde- anlama yordamıdır.

Demek ki, ‘göç ve kendilik’ sorunsalına ‘psikanalitik duyarlık’la bakarken, temel yaşama alanını değiştirme sürecini yaşayan birey/ler/in, içinden geçip geldikleri ve içine yerleşmeye çalıştıkları maddi-kültürel ortamdan, kendiliklerinin ‘nasıl’ etkilendiğini, ‘neden’ öyle etkilendiğini anlamaya çalışmak durumundayız. Böyle bir anlayış yordamının, olanı biteni kişinin kendisine indirgemeye değil, nesnel olanla -ya da nesneleşmiş siyasi-ideolojik/kültürel olanla- hemhal oluşu içinde insanı anlamaya dair bir çaba olduğu açıktır.

Öyleyse, söz konusu duyarlık noktasından kalkarak baktığımız edimin, yani, göçün, niteliğini ayrıştırmak zorundayız öncelikle: Nasıl/ne tür bir göç? Doğal yıkımların kaçınılmaz kıldığı yer değiştirmeleri bir yana koyarsak, ‘meşru’ bir ihtiyaç algısından kaynaklanan yer değiştirmelerin, ‘modernliğin/ sanayi toplumunun’, emek arzı ve talebi (istihdam) koşullarının isteklendirdiği ya da dayattığı göçler olduğunu söyleyebiliriz. Buradaki meşruiyetin, yer değiştirmelerle ilgili ihtiyacın, bir, dışsal ‘zor’ üzerinden değil, hayatı belirleyen hâkim toplumsal (üretim-ilişkisel) kabuller üzerinden şekillenmiş olması ile sınırlı olduğu açıktır. Moderniteye bağlı göçler, -insani zeminde- meşruiyetini öylece tesis etmiş tecrübeler olarak ele alınır: Basit, geçim kaygılı kaçınılmazlıklardan, -becerilerini hayatın ‘yüksek’ kabulüne sunmak üzere- takdir sahibi kültür ortamına kendini takdim etmeye dek uzanan bir yelpaze dahilinde. Ötesi, ‘devlet’ ya da ‘ulus-devletleşme’ süreçlerinin dayattığı ‘sürgün’lerdir.

Bir başka açıdansa, göç/ler, ‘varoluşsal özerklik’ kaygısı ile bakıldığında, bir mağduriyet hazırlayıcısı değil, belli bir yere-yurda bağımlılığın aşılması, küresel/ulus-ötesi varoluşsallık adına sahiplenilmesi gerekli, bir, evrensel özgürlük ve demokrasi talebidir de. Dahası, bir ‘zihinsel’ evre(n)den ötekine doğru insanın kendini aşabilmesi de, bir, göçerlik gelişkinliğidir.

Yalnızca maruz kalınanlar değil, tanıklık edilenleri de dahil, göç ve sürgünlerle kendilik/ler ilintisine tutacağımız psikanalitik duyarlıklı bakış, ‘kayıp’ yaşantısını merkezine almak durumundadır. Kayıp, özünde bir ‘nesne –ve onunla ilintili bir ilişki- yitimidir’. Kendiliğe yansımaları, özellikle de, ‘erken –preödipal- dönem’ yaşantıları ve sevgi/nefret dürtüsel yatırımlarının nasıl ve hangi bütünlük/gelişkinlik düzeyinde yaşandığı üzerinden irdelenmelidir. O anlamda, Sigmund Freud’un, ‘yas ve melankoli’ (Mourning and Melancholia/1917 [1915]), Melanie Klein’ın, ‘bölme savunusu, paranoid-şizoid ve depresif konum’ (Envy and Gratitude/1957), Otto F. Kernberg’in, ‘iyi/kötü kendilik/nesne imgelerinin bütünlüğü, iyi/kötü kendilik ve nesne temsillerinin gerçekçi kılınışı’ (Sever Personality Disorders/ 1984; Internal World and External Reality/1985), Margaret S. Mahler’in, ‘otistik-simbiyotik-ayrılma/bireyleşme evreleri’ (The Psychological Birth of Human Infant/ 1975), Winnicott’ın ‘geçiş nesneleri’ (Transitional Objects and Transitional Phenomena…/ 1953), Vamık Volkan’ın ‘bağlantı nesneleri, seçilmiş travma’ (Linking Objects and Linking Phenomena…/ 1981) yaklaşımları yol göstericidir.

Yorumlar kapatıldı.