İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir rüyam var: Bir gün herkes dünya vatandaşı olacak!

Bir rüyam var: Bir gün herkes dünya vatandaşı olacak!
Taraff- AYŞE HÜR

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler adlı kitabında şöyle bir örnek verir: “…Saraybosna’dan ayrılmayalım daha. Hayali bir anket için düşüncelerimizde orada kalalım. Sokakta elli yaşlarında bir adam inceleyelim: 1980’e gelirken bu adam şöyle derdi: ‘Ben Yugoslav’ım!’, gururla ve gönül koymadan, daha yakından sorular sorulduğunda Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde yaşadığını ve bu arada Müslüman geleneği olan bir aileden geldiğini belirtirdi.

On iki yıl sonra, savaşın en şiddetli günlerinde aynı adam hiç duraksamadan ve bastırarak şöyle cevap verirdi: ‘Ben Müslüman’ım!’ Hatta belki de şeriat kurallarına uygun bir sakal bırakmış bile olurdu. Hemen arkasından Boşnak olduğunu ve bir zamanlar gururla Müslüman olduğunu vurguladığının kendisine hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığını eklerdi.

Bugünse adamımızı sokakta çevirsek, önce Boşnak, sonra Müslüman olduğunu söyleyecektir, düzenli olarak camiye gittiğini de belirtecektir; ama ülkesinin Avrupa’nın bir parçası olduğunu ve bir gün Avrupa Birliği’ne katılmasını umut ettiğini söylemeden geçemeyecektir.

Aynı insana bir yıl sonra aynı yerde rastlasak, acaba kendini nasıl tanımlardı? Aidiyetlerinden hangisini en başa koyardı? Avrupalı mı? Müslüman mı? Boşnak mı? Başka bir şey mi? Belki de Balkan mı?”

Yazar daha sonra şöyle devam eder: “Bütün dönemlerde, meşru olarak ‘kimlik’ denilebilecek kadar her koşulda ötekilerden son derece üstün, tek bir ana aidiyet olduğunu düşünen insanlar olmuştur. Kimileri için ulus. Kimileri içinse din ya da sınıf. Ama hiçbir aidiyetin mutlak surette baskın çıkmadığını anlamak için dünyada olup biten farklı çatışmalara bir göz gezdirmek yeter (…) Türkler de Kürtler de Müslüman, ama anadilleri farklı, çatışmaları bu yüzden daha mı az kanlı? Hutular da Tutsiler gibi Katolik ve aynı dili konuşuyorlar, bu onların birbirini katletmelerini önleyebildi mi?” (Maalouf, s. 17-18)

İç düşman-dış düşman

Amin Maalouf’un başka olaylarla da örneklediği bu durumu çağdaş Fransız felsefecisi Etienne Balibar şöyle özetler: “Günümüz dünyasının çelişkisi şudur: İnsanların doğaları gereği kendilerini ‘evlerinde’, biz bize hissedecekleri bir ulus-devlet tahayyül etmek, sonra bu devleti içinde oturulmaz kılmak. Durmadan düşmanın ‘içeride’ olduğunu keşfederek, ‘dış’ düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaat oluşturmaya çalışmak. Böyle bir toplum siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir toplumdur.”

Bugün içinde bulunduğumuz durumu ne kadar güzel özetliyor değil mi Balibar? Ancak hal böyleyken, ulus-devlet ne Türkiye’de gözden düşüyor, ne de dünyanın başka yerlerinde. Hatta bazı durumlarda cazibesini daha da arttırıyor. Örneğin Basklar, Katalanlar, Kıbrıslı Türkler veya Kürtler için, dünyanın en büyük mutluluğu kendi ulus-devletlerini kurmak gibi görünüyor. Bunda bir gariplik yok aslında. Küreselleşme denen olgu, insanları hem sosyokültürel, hem de coğrafi anlamda yerlerinden ederken, onları yeni karşıtlıkların içine soktu, dolayısıyla da yeni dayanışma biçimleri aramaya itti. Bu arayışlar bazı hallerde ulus-devlet aidiyetini aşan, evrensellik ya da bölgesellik iddiası taşıyan AB gibi oluşumları güçlendirirken, bazı durumlarda yerellik iddiası taşıyan ayrılıkçı duyguları geliştirdi. 194 ulus-devlete karşılık 3.200 dilsel, etnik, ulusal grubun yaşadığı dünyamızda, kendi ulus-devletini kurmaya çalışan, konfederasyon, federasyon ya da özerklik peşinde koşan yüzlerce grup var. Bunların başarılı olması halinde feodal beylikler dönemine dönmemiz işten bile değil. Bu yüzden, ‘milliyetçilik kötüdür’ deyip kestirip atmak yerine, insanoğlu, etnik, dinsel, ulusal, kültürel, dilsel kimliklerle değil de, başka hangi kimlikle kendini mutlu ve güvende hissedebilir, hangi kimlikle hem kendini hem de içinde yaşadığı toplumu geliştirebilir, güzelleştirebilir sorusuna bir an önce cevap bulmamız gerekiyor.

Bu konuda kafa yoranlardan biri olan Prof. Bert Olman “Yahudilikten azlim için gereğinin yapılmasına” başlıklı yazısında “ille de bir şey sevecek olsam sevdiğim şey, iki bin yıldır ‘o benimdir, o benim’ diyemeyeceğim bir devletten mahrum olmak üzere kurulmuş bir Diaspora Yahudiliği olurdu” diyor ve ekliyordu: “Eğer yaşadığınız ülkede tam ve eşit bir vatandaş olamıyorsanız, o zaman dünya vatandaşı olabilirsiniz veya bunun ne anlama geldiğini düşünebilirsiniz.” (Birikim, Şubat 2005)

Nerelisin?: Dünyalı!

Gelin birlikte düşünelim. Olmann’ın sözünü ettiği ‘kozmopolitanizm’ yani ‘dünya vatandaşlığı’ (Yunanca’da cosmos=evren/dünya/düzen; polites=yurttaş demek) fikrinin ilk işaretini veren MÖ 14. yüzyılda hüküm sürmüş olan Mısır Firavunu Akenaton’du. Tell’el-Amarna’da bulunan bir duvar yazıtında, Akenaton’un ırk ve kavim farkı gözetmeksizin tüm insanları, hatta hayvan ve bitkileri de kapsayacak evrensel bir din için çabaladığı yazıyordu.

Daha iyi bilinen bir örnek, içine yerleştiği fıçısının önünden geçerlerken kendisine “nerelisin?” diyenlere “dünya vatandaşıyım” cevabını veren, Sinoplu çileci filozof Diyojen (ö. MÖ 323) idi. Ancak Diyojen’in ‘dünya vatandaşlığı’ çok da olumlu bir anlam taşımıyordu. O aslında ‘Ben senin berbat Yunan şehir devletinin vatandaşı değilim!’ demek istiyordu.

Bazı tarihçilere göre kozmopolit düşüncenin ilk uygulayıcısı, Diyojen’in “gölge etme başka ihsan istemem” diyerek savuşturduğu Makedonyalı Büyük İskender’di. İskender’in komutanlarına fethettikleri ülkelerin yerlisi kadınlarla evlenme izni vererek, o güne dek Yunan düşüncesine egemen olan ‘Yunan-Barbar’ ayrımını yok etmeye niyetlenmesi, ülkesinde ve orduda büyük şaşkınlık yaratmıştı. Ancak bana göre İskender’in ‘kalplerin birliğine dayanan dünya imparatorluğu’ fikri silah gücüne dayandığı için tam da aradığımız örnek değildi.

Kozmopolitanizme olumlu bir içerik kazandıranlar, MÖ 3. yüzyılda yaşamış Kıbrıslı filozof Zeno’nun başını çektiği Stoacı düşünürlerdi. Yunan-Barbar ayrımına karşı çıkarak insanoğlunun, biri içinde doğduğu (polis), diğeri ise ‘sınırları sadece güneş tarafından çizilmiş’ çok daha büyük bir toplumun (cosmos) üyesi olduğunu söyleyen Stoacılara göre bir kişinin dünya vatandaşı olması için yerel aidiyetlerden vazgeçmesi gerekmezdi. Çünkü bunlar yaşama büyük zenginlik katardı. Zaten Stoacılar bir kişinin bu tür bağlılıklarından kaçınamayacağına da inanıyorlardı. Bunun yerine, insanoğlunu iç içe daireler şeklinde sardığını tasavvur ettikleri ve insanın kendi benliğini, ailesini, akrabalarını, komşularını, hemşerilerini, ülkesinin insanlarını ve nihayet bütün bunları çevreleyen insanlık ailesini saran bağlılık çemberlerinin yerini değiştirmeyi, yani en dıştaki insanlık ailesini en içteki çember kadar yakınımız kılmayı amaçlıyorlardı.

Stoacıların ‘dünya devleti’ bir çeşit metafordu, bir ütopyaydı ama entelektüel etkisi günümüze kadar sürdü. Pek çok araştırmacıya göre Stoacıların düşünceleri İsa’nın havarilerinden Aziz Paulos’un ‘Yahudiler ve Yahudi olmayanlar’, ‘özgür insanlar ve köleler’ ayrımını reddetmesine kaynaklık etti ve Hıristiyanlığın yayılmasını kolaylaştırdı.

Stoacı fikirler Rönesans düşünürü Erasmus’un ‘milli ve dinsel toleransla donanmış vatandaşlar’ (Querela Pacis), Grotius’un ‘genel yasalarla bağlı büyük devletler topluluğu’ (De Iure Belli ac Paci) gibi kavramlarında, 1776 (Amerikan) Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 İnsan Hakları Deklarasyonu gibi evrensel belgelerde, Montesquieu, Diderot, Addison, Hume ve Jefferson’un eserlerinde etkisini gösterdi.

Kant ve Ebedi Barış

‘Dünya vatandaşlığı’ kavramına çok şey katmış olan Kant (1724-1804) bütün rasyonel varlıkların tek bir ahlaki toplumun doğal üyesi olduğunu, dünya barışının, ancak cumhuriyetçi ilkelere göre düzenlenmiş devletler, barışı korumak amacıyla özgür iradeleriyle bir birlik kurdukları zaman ve sadece vatandaşların değil yabancıların insan haklarına da riayet edildiği zaman korunabileceğini düşünüyordu. Günümüzün Birleşmiş Milletler’i, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi veya Uluslararası Adalet Divanı gibi oluşumları, Kant’ın ‘kozmopolitan yasa’ dediği kavramdan esinlenmişti.

Gerçi Rousseau gibi “herkesi sevmekle övünürler ama amaçları komşularını sevmeme hakkını elde etmektir!” diyerek kozmopolitlerden şikâyet edenler de vardı fakat Bentham gibi faydacı düşünürleri bir yana bırakırsak, 18 ve 19. yüzyıl kozmopolitleri için (ki aralarında Marksistler de vardır) kavram, bugün bazılarının düşündüğü gibi ‘içinde yaşadığı ülkeye ve topluma kayıtsız kalmak’ veya ‘ultra bireycilik’ gibi olumsuz anlamları değil, Stoacı olumlu anlamını taşıyordu. 20. yüzyılda kozmopolite kötü anlam yükleyenlerin başında Naziler geldi. Öyle ki, Yahudileri ve Çingeneleri fırınlara yollama gerekçelerinden biri bu iki halkın da ‘kozmopolit’ (‘karışık, kökü belirsiz’) olmasıydı.

Aynı gemide olmak

Çağdaş düşünürlerden Martha Nussbaum ise 1970’lerden beri Stoacı düşünceden yola çıkarak ulusalcılığı, etnik merkezciliği, her türlü kavimciliği ve kabileciliği eleştiriyor. Nussbaum’a göre, ulusal kimliklere sıkıca bağlanmak, bu kimliklerden gurur duymak sadece siyasi açıdan tehlikeli değil; etik açıdan da yanlıştır. Başkalarının acılarını anlamanın, onlarla duygudaş olmanın önemine dikkat çeken Nussbaum’a destek verenlerden İsveçli sosyal antropolog Ulf Hannerz’e göre ‘dünya vatandaşlığı’ demek, sadece yerellik, diaspora olmak veya ulusallık gibi dar aidiyetlerden ve önyargılardan kurtulma hali değil, aynı zamanda farklılıkların birarada var olmasının yollarını bulmak amacıyla, dinleyerek, bakarak, düşünerek veya sezinleyerek öteki kültürlerin içine girme yeterliliğidir. Hepimizin aynı gemide olduğu gerçeğini bir an bile unutmayarak dünyaya içten bir sorumluluk duygusu ile bağlanmaktır. Gerçek bir kozmopolit başkalarının yani ‘öteki’nin farkındadır. Kültürel farklılıkların, karmaşıklıkların farkındadır ve bunları takdir eder. Kozmopolit kişi ulusal ve global kültürlerin uyumlaştırılmasına inanır. Kişinin kimlik ve aidiyet konusundaki kişisel seçimlerine saygı gösterir. Burada bir parantez açmak istiyorum: Günümüzde çok kültürlülük denince akla daha çok anlamak ve saygı duymak geliyor. Halbuki buna etkileşim, diyalog ve karşılıklı öğrenme sürecini içeren bir katılımcılığı da eklemek gerek.

Küreselleşmenin faydası

Bu bağlamda Hannerz, felsefi ve politik bir boyutu olan ‘kozmopolit’ insanla başka çeşitteki hareketli insanları birbirinden ayırmaya özen gösterir. Ona göre küreselleşmenin sayılarını arttırdığı turistler, sürgünler, yurtsuzlar, uluslararası çalışanlar, misafir işçiler ille de kozmopolit kişiler değildir. Bu insanların ezici çoğunluğu, ‘öteki’ ile ilgili değillerdir ve bütün hareketliliklerine rağmen dinsel, etnik, ulusal, kültürel anlamda korunaklı kozalarında yaşamaya devam ederler. Buna rağmen, küreselleşme dünya vatandaşlığına giden yolda önemli açılımlar sunar. Çünkü kitlesel turizm, müzik, moda, sanat, spor etkinlikleri; internet ve mobil telefonla yaygınlaşan iletişim, ucuzlayan ve hızlanan ulaşım araçları, çoğu sonuç vermese de küresel toplantılar, bütün yetersizliklerine rağmen uluslararası kuruluşlar, bunlara yönelik küresel protesto eylemleri insanları, yerel, ulusal sınırların ve ajandaların dışına taşır, birbirine yaklaştırır.

Sözü uzatmayayım. Eskiden ‘dünya vatandaşı’ olmak, Diyojen’in deyimiyle bir çeşit sürgündü. Aynen bir çocuğun ebeveynlerinin kucağındayken hissettiği türden bir sıcaklıktan yoksun kalmayı göze almaktı. Çünkü antik dönemde bile bir kişinin, ait olduğu sınıfı, toplumu, şehir devletini aşarak sadece insanlık denen soyut bir kavramın peşine takılması hoş görülemezdi. Milliyetçiliğin neredeyse din katına çıkarıldığı, devletin kutsal bir tapınak olduğu günümüzde dışlanma daha da şiddetli. Geleceğin toplumlarının millet değil de insanlık temelli düşünceler üzerinde yükseleceğini söyleyenlere; vatana değil dünyaya bağlanmak gerektiğini söyleyenlere, ulusal çıkarlardan değil evrensel ahlâktan söz edenlere, en hafifinden hayalperest ya da sorumsuz, en ağırından vatanı haini, en inceltilmişinden liberal, en cafcaflısından nihilist etiketi yapıştırılıyor. Ama ne derlerse desinler, hayal etmeye devam edeceğim: Bir gün gelecek herkes dünya vatandaşı olacak!

2010’da, çok kimlikli birer dünya vatandaşı olma yolunda bir merhale olması dileğiyle herkese iyi yıllar diliyorum.

Özet Kaynakça: Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, YKB Yayınları, 28. Baskı, 2009; Cosmopolitics: Thinking and Feeling beyond the Nation, (Yay. Haz. P. Cheah ve B. Robbins), University of Minnesota Press, 1998; The Political Philosophy of Cosmopolitanism, (Yay. Haz. Gillian Brock ve Harry Brighouse), Cambridge University Press, 2005.

Okuyuculardan

27 Aralık 2009 tarihli “Oksijeni kalmayan Patrikhane” başlıklı yazıda Fener Rum Patrikhanesi’nin resmi diye Rum Erkek Lisesi’nin resmini kullandığımız için çok kişiden eleştiri aldım. Hata tamamen bana ait. O hafta yazıyı son an tamamlayabilmiş, sayfanın hazırlandığı gün bir sempozyumda olacağımdan fotoğraf bulma işini bir arkadaşımdan rica etmiştim. İnternette söz konusu fotoğraf ‘Fener Rum Patrikhanesi’ başlığı altında çıktığı için arkadaşım yanılmış, gazetenin diğer sorumluları da fark etmeyince ortaya bu vahim çıkmıştı. Başta Patrikhane olmak üzere herkesten özür diliyorum.

● Okuyucularımızdan Barış Başaran ise aynı yazının bitiriş cümlesine itiraz ediyordu. Barış Bey, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına kesinlikle karşı olmadığını belirttikten sonra, dünya yüzündeki pek çok Ortodoks kilisesinin otosefal (özerk) olduğunu, bu statünün kiliselere idari tasarruflarda bulunma, doktriner kararlar alma, ruhban yetiştirme ve tayin etme gibi konularda tamamen bağımsız davranma hakkını verdiğini hatırlatıyor, dolayısıyla bu kiliselerin çoğunun kendi ruhban kadrolarını yetiştirmek için okulları ya da seminerleri olduğunu, yani ortada dinlerinin gerektirdiği ruhban kadrosu için (benim son cümlede iddia ettiğim gibi) bu okula şiddetle ihtiyaç duyan270 milyonluk bir Ortodoks dünyası olamayacağını söylüyordu. Lafı dolandırmayayım. Barış Bey haklı. O cümle gayet hamasi bir hava taşıyor. Bilimsel bir dayanağı olmayan o ifadeleri yok farz etmenizi rica ediyorum.

Barış Bey bir başka şey daha söylüyor ki onun da üzerinde düşünmeye değer: “Ancak, mevcut hükümetin pratik bir formül bulmakta gerçekten de zorlandığını düşünmüyorum. Sanki daha köklü bir eğitim reformu doğrultusunda joker gibi, adeta Batı kamuoyu üzerinde bu politikalarına destek bulmak için şantaj malzemesi gibi kullanıyorlar bu okulun durumunu. Biraz Alevi meselesi ve Diyanet tartışmalarına benzemiyor mu bu? Sonuç olarak Alevilerin, Ortodoksların haklı taleplerini kendi haklı talepleriyle aynı tepside sunabilecekleri bir siyasi iklim oluşmadıkça, bu çözümü görece basit meseleyi de sürüncemede bırakmaya devam edeceklerini düşünüyorum.”

● Bu vesileyle 6 Aralık 2009 tarihli “Hoş görülmek mi, eşit görülmek mi?” başlıklı yazıma yapılan kimi sert, kimi hakaretamiz, kimi son derece nazik eleştirilere de değinmek istiyorum. Bu eleştiriler arasında, en kapsamlısı ve en naziği Türk ve İslâm Hukuku Profesörü Ekrem Buğra Ekinci’ye aitti. Ekrem Bey, Osmanlı’daki zimmîlik statüsünün felsefesini, nasıl uygulandığına dair kendi görüşlerini anlattıktan sonra benim zimmîlere yönelik hoşgörüsüzlük iddialarımın ve ihtida ile ilgili örneklerimin gerçeği tam olarak yansıtmadığını söylüyordu. Ayrıca, İslâm ülkelerinde zimmîlerin uyması gereken kurallar hakkında fikir vermek için aktardığım Ömer Paktı’nın tartışmalı bir metin olduğunu, çünkü Hz. Muhammed, Hz. Ömer ve sahabelerin uygulamalarıyla bu metindeki ifadelerin açıkça çeliştiğini ekliyordu.

Mektubunu “Meşrutiyet sonrası yapılanlara hiç itirazım yok. Bunların hepsi iç burkucudur. Ermeni sürgününde ihtidanın para etmediğini, aile büyüklerimizin anlattığı hatıralardan da biliyorum. Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerindeki hoşgörü hikâyeleri hakkındaki ‘iğne-çuvaldız’ görüşünüze tamamen katılıyorum. Ama klasik Osmanlı geleneği ile İslâm hukuku referansları ile İttihatçı/Cumhuriyetçi tatbikatın paralel olmadığı da göz önünde tutmalıdır. Fener Patriği bile bunu açıkça deklare ediyor. Farklı din ve ırklara klasik Osmanlı müsamahasını o devirdeki diğer devletlerdeki duruma göre değerlendirmeli; sonraki uygulamaları ise tamamen ayrıksı tutmalıdır” diye bitiren Ekrem Bey’den çok şey öğrendim. Bazı konulardaki düşüncelerimi gözden geçirme ihtiyacı duydum. Katılmadığım hususları (özellikle Emannameler konusunda) da kendisine yazdım. Ekrem Bey’in görüşlerini öğrenmek isteyen okurlarımıza, kendisinin Osmanlı Hukuku (Arı Sanat Yayınevi, 2008) adlı kitabını öneriyorum.

● Aynı yazıya ilişkin olarak yazan Murat Özyıldırım ise, İslâm egemenliğine giren kentlerde büyük kilise ve manastırların camiye çevrildiğinin doğru olduğunu ancak Anadolu, Mısır, Filistin ve Suriye’de çok eski dönemlerden beri kesintisiz faaliyet gösteren kilise ve sinagoglara bakacak olursak, camiye çevrilme işinin benim iddia ettiğim gibi radikal ve sürekli olmadığını belirtiyordu. Bakış açısına göre, Murat Bey’i de beni de haklı çıkarabilecek bir iki bilgiye değinerek bu konuya noktalı virgül koymak istiyorum: 1583 yılında Rus Çarı’nın temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Trifon Karabeinikov’un tesbitine göre o tarihte İstanbul’da 47 Rum kilisesi faaliyetteydi. Ancak 1652’de İstanbul’a gelen Antakya Patriklik kâtibi Paulus, faaliyette olan Rum kilisesi sayısını 23 olarak vermişti. Daha sonraki kaynaklara bakılırsa, bu sayı 19. yüzyıla kadar aşağı yukarı aynı kalmıştı. Bugün faaliyette bulunan 100 kadar Rum kilisesi ise, 19. yüzyılda yapılmış ya da onarılmış kiliselerdi.

Yorumlar kapatıldı.