İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Ermeni Soykırımı” Kitabının Eleştirisi  ÖmerTuku


http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=2905
Recep Maraşlı: Kürt Eleştirel Sözünün Bir Sözcüsü
“Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Ermeni Soykırımı” Kitabının Eleştirisi

İyi eleştirmen ayrıntılara girmez, konunun temel sorunsalını irdeler, eleştirir. Bu eleştiride üç soruya cevap arıyacağım: Ne oldu tarihte? Avrupa emperyalist güçlerinin ve kiliselerinin rolü ne idi? Kürtler neden Ermeni Soykırımı’na katıldılar ve Kürtler için bir daha katliamlara katılma tehlikesi var mı? 

Türk Devleti’nin Ermeniler’e uyguladığı zulüm bir jenosittir ve o bundan sorumludur. Bu açık gerçek tartışılamaz. Jenosidin hiç bir nedeni ve gerekçesi olamaz. Tüm jenositler, Ermeniler’e uygulanan jenosit de dahil, insanlığa karşı işlenen en büyük, en ağır suçtur ve mahkum edilmelidirler.

Tarihçiler, Ermeniler’e uygulanan jenosidin nedenlerini araştırır, araştırmalıdırlar da. Bu nedenler araştırılırken Türk Devleti’nin Ermeniler’e uyguladığı jenosit dolayısıyla doğan sorumluğu asla göreceleştirilmemelidir. Ermeniler’e yaşatılan jenosidi tarihselleştirip tartışırsak daha fazla bilgi kazanabileceğimize inanıyorum. Konunun çeşitli boyutlarda çok zor, hassas ve özellikle Ermeniler için yoğun duygularla dolu olduğunu biliyorum, ama yeni bilgiler kazanmak için bu metodun daha iyi olduğuna inanıyorum.

II
“Aydınlanma” Fransız aydını Michel Foucault’ya göre “bir durum değil, karşı çıkmadır” ve gerçek aydınlanma hep “neyi söylediğimizin, neyi düşündüğümüzün, neyi yaptığımızın eleştirisidir”. Recep Maraşlı, “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı” adlı kitabında „Ne oldu? Neler öğrenebilirim? Neler yapabilirim?” sorularını soruyor ve bu sorulara cevaplar arıyor.

İsterseniz bunu özgün bir biçimde yazar Recep Maraşlı’nın kendi sözlerinden dinleyelim: “Resmi tarih etkisinden kurtulduktan sonra konuyu merak edip öğrenmeye başladım” ve „üç yıl boyunca önünden kayıtsızca geçip okula gittiğim şu tahıl ambarının, Erzurum’un ünlü Ermeni kiliselerinden biri olduğunu nereden bilebilirdim. Evet, Ermenilerin bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan kadim bir ulus olduğunu, bunun bizlere hiç ama hiç anlatılmadan nasıl bir ‘Ermeni düşmanlığı’ ile donatıldığımızı fark edince (…) derin bir öfke ile (…) öyküsünü öğrendim. Üstelik ‘geçmişi sızdıran kırık bir kiremit parçasından’ okudum onu. Diyarbakır Zindanından…”

Recep Maraşlı, gelecek nesillerin de onun durumuna düşmemesi kaygısıyla bu geniş konunun içinde herhangi bir kesimi seçmeden, okuyucuyu öğrendiği tüm konular üzerine bilgilendiriyor. Aynı yöntemi, kullandığı ve kaynak olarak gösterdiği literatüre de uyguluyor. Maraşlı, Ermeni Tarihi’ni, Ermeni Soykırımı’nı, Ermeniler’in Bizanslılar, Süryaniler, Kürtler, Ruslar, Farslar gibi komşularıyla ilişkilerini ve sorunlarını anlamaya çalışmış ve bu anladıklarını kitabında çarpıcı bir açıklıkla yansıtmış. Kitabın konusu için düzyazı anlatı biçimi seçilmiş. Maraşlı’nın bilgi sofrası konuksever bir Ermeni sofrası gibi zengindir, göz kamaştırıcıdır, herşey sofraya yerleştirilmiştir. Yemekleri ağır değil, ‘mediteran’dır, konular iyi yapılandırıldığı için rahat okunup anlaşılıyor. Benim gibi mönü yemeğine alışık olanlar bile bu koca kitabı rahat okuyup anlayabilirler.

Araştırma, Ermeniler üzerine herhangi bir konuda bir şeyler öğrenmek isteyen herkesin başvurabileceği önemli bir kaynaktır. Recep Maraşlı, Ermeni Tarihi’ni anlatırken, başkalarının ya hiç değinmediği ya da yalnızca dip not olarak verdiği, Süryaniler’in ve Ezdiler’in durumlarını, gördükleri baskıları da gerçekçi ve nesnel bir biçimde anlatıyor. Tüm bu konularda bilgi edinmek isteyenler için bu kitap -bir kez daha belirtmeliyim- önemli bir kaynak sayılmalıdır. Yazar Maraşlı, bana kitabını „Tarihimizdeki karanlık noktaları aydınlatma çabasına katkı dileğiyle…“ diye ithaf ediyor. Bu dileğin içeriğine aynen katılıyorum. Kitabı okuyunca karanlık noktalardan aydınlığa gidişi okuyucu kendi yaşayacaktır. Kitabın kapağındaki fotograf, tarihin bu karanlık noktalarını biçimiyle, içeriğiyle, işleviyle, getirdiği yorumla ve insanı etkileyici bir güçle, en çarpıcı bir yansıtmayla dile getiriyor.

Recep Maraşlı konuyu cezaevinde 1982 yılında araştırmaya başlamış. Cezaevlerinin zor şartları altında ulaşabildiği tüm kaynakları okumuş, özgürlüğüne kavuştuktan sonra da çalışmalarını 2007 yılına dek sürdürmüştür. Kitap yaklaşık 25 yıllık bir araştırma ve çabanın ürünüdür. I. Bölüm‘de, „Ortak Bir Tarih Denemesi“ başlığı altında Ermeni Tarihi’ni ve Ermeniler‘in komşularıyla ilişkilerini yazılı tarihten günümüze dek anlatıyor. II. Bölüm’ün konusu, „Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi“dir. Burada Ermeniler’in 19. ve 20. yüzyıllardaki politik örgütlenmesi, mücadelesi ve gördükleri baskılar değerlendiriliyor. “Jenosit (1915)” III. Bölüm’ün konusudur. Bu bölümde jenosit ayrıntılı bir biçimde açıklanıyor ve „Kürt Feodalleri“nin Ermeni Soykırımı’ndaki rollerine de burada değiniliyor. IV. Bölüm, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra TC’nin kuruluşu ve bu sürecin Ermeniler ve Kürtler açısından sonuçları gibi konuları içeriyor. V. Bölüm’de TC’nin kuruluşundan sonra Kemalistler’in Ermeniler’e ve Kürtler’e karşı politik yaptırımlarını sorguluyor. Araştırmanın sonuçları VI. Bölüm’de özetlenmiştir. Ayrıca çok beğendiğim bir ‘Ekler Bölümü’ var. Bu ek bölümde Türkçeleştirilmiş yer adlarının Ermenice, Yunanca, Türkçe ve Kürtçe etimolojik bir karşılaştırması yapılıyor. Maraşlı’nın kitabını Garapete Xaço’ya, ithaf etmesi beni çok sevindirdi, çünkü, 106 yaşında ölen bu ses sanatçısının anne tarafı dedem Hamit Ekinci’nin çocukluk arkadaşıydı. Onun için Garapete Xaço Kürtçe halk şarkılarını Erivan Radyosu’nda özüne uygun bir biçimde okuyarak iki arkadaşı zorla ayıran demir perdeyi bu ezgileriyle eritiyordu.

Kimdir Recep Maraşlı? Recep Maraşlı Kürt eleştirel sözünün ödünsüz kişilerinden biridir, yani Avrupa bakış açısıyla Almanca’da ifade edildigi gibi „Sprecher des kurdischen kritischen Wortes”. O, dış ve iç haksızlıklara karşı statükoları sürekli sorguluyor. Bu muhalefetini, eleştirisini yapmaya çalıştığım bu kitabında da sürdürüyor. Recep Maraşlı, Kürtçü tutumun eylemcisidir, sözcüsüdür, yazarıdır, mahkumudur. Bu nedenle TC Recep Maraşlı’yı tam 15 yıl 4 ay boyunca hapiste tuttu ve iskence ettirdi, onu yıldırmak ve susturmak istedi, ama Recep Maraşlı Türk Mahkemeleri önünde direndi, Kürtçü muhalefetini sürdürdü, özgür sözün sözcülüğünü yaptı. Avrupa’da 1980’li yıllarda politik tutuklularla ilgili kamuoyu çalışmaları yaptığım dönemlerde Recep Maraşlı’yı “fikir mahkumları”nı en iyi ifade eden bir aydın olarak örnek gösteriyordum. TC’ye yaptığım eleştirilerimin canlı tanığı Recep Maraşlı. O, benim kahramanımdı.

Recep Maraşlı seçkin bir yayıncı ve sanatçıdır ve politik grafik sanatının çok becerikli bir ustasıdır. Dikkatinizi çekiyor mu bilmem? Gelawej Sitesi’ndeki yazıların, özellikle de güncel ve önemli yazıların grafikleri başlı başına bir güzelliğe ve estetik güce sahiptir. Onun bu grafikleri çok değerli birer sanat eseridir, konuları ustaca attığı belirleyici ana bir iki çizgiyle sembolleştiriyor. Doğruyu söylemek istiyorum: Yazıları daha az ve hızlı okuma yöntemiyle okurum, ama grafikleri sürekli zevkle izliyorum.

III
(1) Ne oldu tarihte? (2) Avrupa emperyalist güçlerinin ve kiliselerinin rolleri ne idi? (3) Kürtler neden Ermeni Soykırımı’na katıldılar ve Kürtler’in katliamlara bir daha katılma tehlikesi var mı? Recep Maraşlı bu sorulara kitabının değişik yerlerinde değiniyor. Güçler dengesi, çıkar politikaları ve din faktörü tüm dönemlerde önemli anahtar kavramlar olmuştur. Maraşlı bu çalışmasında yeni bilgilere ulaşmamıza yardım ediyor. Belirttiğim sorulara, kitap eleştirisi çerçevesinde, cevaplar aramaya çalışacağım.

(1)
Mezopotamya halklarının birbirleriyle ilişkileri, bana göre, kimi tarihçilerin bazen idealize ettiği gibi barışçı değildi. Aralarındaki barış, karşılıklı güç dengesine ve çıkara dayanan göreceli bir barıştı. İlişkileri belki de bugüne göre daha da sert ve çatışmalıydı. Nasıl? Çatışma, özellikle düşüncenin gelişmesi sonucunda pozitif bilimlerle dinlerin birbirlerinden ayrışmaya başladıkları süreçle birlikte daha da sertleşti. Ateş hem ısıtır hem de yakar. İnsanlar, edindikleri bilgiyi ve tecrübelerini birbirlerine karşı savaşlarda da kullanmaya başladılar. Birbirlerini kırdılar ve göçe zorladılar. Bizim topraklarımızda, eski Önasya dönemlerinde, insanlara savaş ve sürgünler acımasızca yaşatıldı. Bu durum sürdü gitti… Savaş ve sürgünler Osmanlı Devleti Hükümranlığı boyunca kaba bir şiddetle uygulandı ve onun devamı olan TC Dönemi’nde ise sistemli bir biçimde sürdürüldü.

Fazla geriye gitmeye gerek yok. Tarihi başlatanlar ile ilk teze cevap arıyalım. Tarih yazının bulunup kullanılmasıyla, yazılı belgelerle başlar. Asurlularla başlayalım söze.

Asur yerleşim bölgelerindeki arkeolojik kazıların sonuçlarından dönemin önemli bilgilerini öğreniyoruz. Güçler dengesi Asurlular lehine değişince I. Tukulti-Ninurta (1233-1197) sınır ihlallerini bahane ederek Babil’i M.Ö. 1215 yılında talan etti ve Asur’a bağladı. Asurlular, II. Asurnasirpal (883-859) ve III. Salmanassar (858-824) dönemlerinde doğunun en büyük gücü oldular, sınırları Kilikya’dan Zagros’a ve Urmiye Gölü’nden Suriye’ye kadar genişledi. Buralarda yaşayanların bütün varlıkları talan edildi ve bölgenin yerlileri vergiye bağlandılar. Buralarda yerleşik olan ve tehlikeli görülen toplulukların önemli kesimleri köleleştirilerek yerlerinden sürüldüler. Yahudiler Babil’e sürgün edildiler. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan belgelere göre savaş sırasında esir alınan askerlerin önemli bir kesimi fiziksel olarak yok edilmiş, açıkçası öldürülmüştür. III. Tukulti-apil-Escharra (Tiglatpilezar) döneminde (744-727) 65.000 insan Zagros Bölgesi’nden Asur’a sürgün edilmiştir. Bundan daha önce de insanlar Levante Bölgesi’nden sökülerek Medler Bölgesi’ne zorla yerleştirilmişler. Sanherib döneminde (705-681) Babil tamamen yıktırılır, ama Asarhaddon (681-669) döneminde ise şehir yeniden inşa edilir. Güçler dengesinin Asurlular aleyhine değişmesinden sonra Medler, M.Ö. 612 yılında Asur’u işgal ederek yıkarlar, geri kalan Asurlular Harran’a doğru kaçar, ama Medler Haran’ı da iki yıl sonra ele geçirirler. Babilliler’in Medler’i desteklemesine karşılık Mısırlarlılar da güçler dengesinin aleyhlerine değişeceği kaygısıyla Asurlular’a arka çıkarlar. Medler, İran’ı, Ermenistan’ı ve Anadolu’nun doğusunu denetimleri altına alırken Babilliler de Güney Mezopotamya’yı, Suriye’yi ve Filistin’i egemenliklerine alırlar.

Yukarıdaki açıklamalarla, kimi okuyucunun düşünülebileceği gibi, Asurlular’ı barbar ve militarist olarak göstermek istemiyorum. Asur’u yıkan (614)ve Ninova’yı ateşe veren (612) Medler ve diğerleri de onlardan daha uygar değillerdi. Yalnız, Asurlular savaşlarını titizlikle yazıya geçirmişler ve bu savaşları görsel sanatlarıyla belgelemişlerdir ve böylece de geriye önemli bir arşiv bırakmışlardır. İnsanlık bu bilgileri Asur arşivlerindeki değerli belgelere borçludur. Belki de o zamanlar bu tür kıyımlar normal görülüyordu hatta birer kahramanlık olayı sayılıyordu, kaldı ki arkeolojik kazılarda bu kıyımları eleştiren bir kanıt da daha bulunmuş değildir. Asurlular eylemlerini arşivliyorlardı, Türkler ise soykırımının çağımızda insanlığın kabul edemeyeceği ağır bir suç olduğunu biliyorlardı ve bu nedenle de tarihe “kanıt” bırakmak istemediler, bana göre bu tutum aradaki önemli farkı açıkça gösteriyor.

Medler’in egemenlik dönemi tarihsel akış içinde kısa sürer. II.Kiros’un Babil’i işgal etmesinden sonra tarih artık Önasya’da Persler (Farslar) tarafından yazılmaya başlanır. Önemli tarihçiler Babil’in II. Kiros (M.Ö. 559 -529. 30 yıl yönetim) tarafından yıkılışını eski doğu tarihinin sonu olarak kabul ediyorlar. Persler de kendilerinden önceki kırallıklardan daha uygar davranmadılar. I.Şapur’un (239-270) yılları arasında süren hükümdarlığı boyunca yüzbinlerce Hıristiyan Roma’ya bağlı olan Suriye’den, Kilikya’dan ve diğer bölgelerden sökülerek nüfusun az olduğu Güney İran’a zorla yerleştirilmiş, sanatkar olan bu Hıristiyanlar inşaat işlerinde baskıyla çalıştırılmışlardır. Ama I.Şapur farkında olmadan bu zorbalığıyla yurduna yarar sağladığını düşünürken Hıristiyanlık gibi bir dinin de İran’da yayılmasına bir ölçüde olanak sağlamış olur.

Buradaki Hiristiyanlar tümüyle, Ermeniler ve Süryaniler dahil, Roma ve Pers imparatorlukları arasındaki çıkar çekişmelerinin konusu oldular. Bir taraftan Pers Kralı II. Şapur (309 – 379) Kerküklü Metropolit Simon’dan bağlı oldukları devlete karşı sadakat beklediklerini, bu tutumun zorunlu bir görev olduğunu, özel bir vergi ödemeleri gerektiğini buyuruyordu, diğer traftan da Bizans İmparatoru I. ve II. Konstantius (324-337/337-361) Hıristiyanlar’ın onayını bile almadan onların himayeciliğini yapıyor, onları politik çıkarları için kulanmaya çalışıyordu. Mazdeizm ve Zerdüştlük Pers Devleti’nin resmi dini durumuna yükselince Hıristiyanlar üzerindeki baskılar daha da arttırılmıştır, çünkü dinlerarası bir yayılma kavgası başlamıştı artık. Josef Wiesehöfer önemli kaynaklara dayanarak Hıristiyanlar’ın bir kesiminin „Roma’nın 5. Kolu“ olma gibi tutum aldıklarını yazıyor.

Persler’in egemenliğinde yaşıyan Yahudiler’in durumu neydi? Romalılarla Persler arasındaki çatışmada Yahudiler, ağırlıklı olarak Pers yönetimine karşı sadık bir tutum izlemişler, genel anlamda görünür bir baskıya da uğramamışlardır. Ancak 5. yüzyıln ikinci yarısından itibaren daha çok politik motifli baskılara uğrarlar. Yahudiler, 7. yüzyılın başlarında Bizanslılar’a karşı Persler’in verdiği savaşa sempatiyle bakarlar ve Kudüs’ün Persler tarafından alınmasını sevinçle karşılarlar.

Ermeniler ve Süryaniler – yukarıda Persler’de görüldügü gibi – Hıristiyanlık dinini kabul edince tutuculuk ve hoşgörüsüzlükler arttı. Maraşlı’nın da belirtiği gibi Ermeniler, Hıristiyan olmayan soydaşlarını „putperestlikle“ suçladılar ve eski uygarlıklarının önemli eserlerini hemen hemen tümüyle yok ettiler. Asurlular, eski uygarlıklarıyla olan bağlarını kopararak Asur adından bile vazgeçtiler, Süryani adını aldılar. İsa Yolu’nu tutan Ermeniler ve Süryaniler, Romalı ve Bizanslı din kardeşleri arasına sıkışıp kaldılar. Süryaniler, zamanla Bizans ve Roma çıkarlarına daha fazla alet olmamak için dinsel bir görüş ayrılığını bahane ederek 431 yılında Bizans Kilisesi’nden ayrıldılar. Kısa bir süreçte Hıristiyanlık içinde Nasturi Mezhebi’ni kabul eden Süryaniler „Doğu Kilisesi“ni oluşturdular. Ayrılmanın amaçlarından biri Bizans’a alet olmamak, öteki de kendilerine Persler arasında korunma olanakları sağlamaktı. Persler, Doğu Kilisesi’ni Bizanslılar’a karşı korumuş ve Hıristiyanlar arasında bu kilisenin gelişmesini desteklemiştir. Ermeniler’in ve Ermeni Kiliseleri’nin Roma, Bizans ve bunların kiliseleriyle ilişkileri devam etti.

İslam dini, 7. yüzyılın ikinci yarısıdan sonra tüm Önasya’ya yayılmaya başladı, Persler’i ve giderek diğer halkları da kısa sürede egemenliği altına aldı. Bugüne kadar da müslümanlaştırılmış halklar bu bölgede çoğunluktadır ve egemen güç olma durumlarını korumaktadırlar. Arap ve Osmanlı devletlerinin egemenliğinde yaşayan Hıristiyan ve diğer din mensubu insanlar eşit vatandaş değildirler, ikinci sınıf vatandaştırlar, onların bu statüleri kanunlaştırılmıştır. Bu devletlerin kendilerini haklı çıkarmaya yeltenerek, müslüman olmayan insanların bu ikinci sınıf vatandaş durumunu „eşit vatandaşmış gibi“ göstermeye çabalamaları, bu devletlerin izledikleri çifte standart tutumlarını ortaya koyar. Ama İslamiyet’ in boyunduruğunda yaşayan halklar başka bir olanağa da sahip değillerdi ve statülerini normal görüyorlardı, çünkü daha „ulus“ olmaya götüren düşünceler, politik fikirler de öyle çok yayılmamıştı.

Müslüman ve Hıristiyan devletler arasındaki büyük gerginliklerin kaynağında çıkar çatışması ve güçler çekişmesi ağırlıklı yer tutan etkenlerdi. Öte yandan dinsel ayrılıklar ve çelişkiler de çok önemli bir motif olarak belirleyici yönlendirmelere götürebiliyor. Bugün de İslamcı Teröristler’in en temel motifleri dindir. Savaşlara katılanların azımsanamıyacak bir kesimi İslam ve Hıristiyan dinlerine çok bağlıydılar. Kilikya Ermeni Kırallığı’nın Haçlı Seferleri’ni desteklemesindeki belirleyici motifi dindi.

Tek Tanrılı dinlerin, özellikle Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin hızla yayılması, dinler arasındaki rekabeti giderek arttırdı. Diğer dinlere karşı hoşgörü azaldı, bu da doğal olarak yerel halkların, egemenlikleri altında yaşadıkları devletlere karşı sadakat (loyal)konusunda büyük sorunlar yaşamasına yol açtı. Bu, politik tarihte yeni bir olguydu. Hıristiyanlık dininin Ermeniler ve Asurlular arasında yayılması, bağımlı oldukları devletlerin bu halklar üzerinde baskı yürütmelerine neden oldu. Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin gittikçe yayılması, Ermeni, Asur ve Kürt halklarının iç huzurlarını giderek bozdu, iç birliklerinin zayıflamasına neden oldu. Ermeniler Hıristiyanlık dinini benimsemekle bir başka büyük sorunla karşılaştılar, Maraşlı’nın da saptadığı gibi, hem politik hem de mezhepsel olarak ikiye bölündüler. Kilikya Ermenileri’nin Katolik Kilisesi, Roma’ya bağımlı olmayı kabul etti, Önasya’da ve bugünkü Ermenistan’da bulunan Gregoryen Kilisesi ise Roma’ya bağlanmayı benimsemedi. Böylece Roma, Ermenileri ikiye bölmüş oldu.

Tek Tanrılı iki büyük din, Avrupa’ya ve Önasya’ya barış getirmedikleri gibi, devletlerin hem iç hem de dış politikalarında eskiye göre daha da derin bir çatışmanın doğmasına neden olmuşlardır. Sorunu ayrıntılı tartışmak bu eleştrinin konusu değil, ama şunu belirtmekte yarar var: zor, günah, kin, kutsal gibi kavramlar, Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da geniş bir yer alıyor, bu kavramlara kendine özgü, spesifik bir anlam veriliyor. Tüm tek Tanrılı dinler, doğrunun yalnızca kendi tekellerinde olduğunu iddia ediyor ve bu konularda bir uzlaşmayı kabul etmiyorlar. Bugün de zora başvuranların önemli bir kesimi bu kutsal kitapları kendilerine kaynak alıyor, eylemlerini dayandırdıkları gerekçeleri bu kitaplarda gösteriyorlar. Çok Tanrılı dinler döneminde zor, çoğunlukla politik yöneticinin hükmettiği yerlerde hükümdarın prensiplerine karşı çıkanlar üzerinde uygunlanıyordu, ama tek Tanrılı dinlerde zor, ‘Allah’ etkeniyle de desteklenip genişletilerek mutlaklaştırıldı (performativleştirildi).

Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi Tek Tanrılı Dinler, aydınlanma döneminden sonra (özellikle Hıristiyanlık), dinde insanlara karşı zor kullanma sonucuna varılmasını görünürde reddetmeye başlıyordu. Ne var ki, bu dinler dinsel metinleri kötüye kullanmak isteyenlerin eline de yeterli ölçülerde barut ve ateş veriyordu. Bugünden yarına akıp giden süreçte nice çarpıcı örnek var.

(2)
Ermeni Ulusal Direnişi’nin yenilgisini ve Ermeniler’e yaşatılan soykırımını sadece Türkiye’deki uygulamalarla sınırlamak ve açıklamak eksik kalır. Bana göre Ermeni Ulusal Direnişi’nin yenilgi nedenlerine ve Ermeni Soykırımı’na daha geniş bir açıdan bakmak doğru ve bilimsel bir tutum olarak görünüyor. Böyle bir yaklaşım, bunun gereği bir yöntem konu ile ilgili yeni bilgilere ulaşmamıza yardım eder. Çünkü Emperyalist Bölüşme Dönemi’nde uygulanan bu politik kararlar, bu gün de -benzerleri ekleniyor- tüm Önasya halkarının yaşadığı sorunların önemli, çok önemli nedenleridir.

1780-1848 yılları arasında Avrupa’da yaşanan endüstri ve burjuva devrimleri sürecinde uluslaşma fikirleri doğdu ve gelişti. Bu fikirler çok sayıda ülkede birbirlerini etkileyerek yayılmaya ve gerçekleşmeye başladı. Bu ülkelerde “ulus” adı verilen yeni bir politik güç iktidarı ele geçirdi. Giderek o ülkelerde endüstriyi yönlendirenler ve orta tabakalar iktidara geldiler, oralarda özgürlükler dönemi başladı, bazı ülkelerde din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı, artık din ulusal çıkarları koruyan bir süs olmaya başladı. Avrupa’nın ve Rusya’nın Hıristiyan ulusları, İslam’ın belirli bölgelerde yüzyıllarca süren hakimiyetini kırdılar, tüm dünyayı ekonomik, politik ve kültürel etkilerine almaya başladıar.

Uluslaşma ve kendi ulusal devletlerini kurma fikirleri Osmanlı Egemenliği altındaki Hıristiyan Halklar arasında da yandaş bulmaya, yayılmaya başlamıştı. Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan ticareti yürüten ve zaman zaman da belirleyebilen „Osmanlı Toprakları”nın Hıristiyan cemaatleri içindeki öncü çevreler, yeni Avrupa’nın değişik ülkelerindeki yeni ulusal politik güçlerin özgürlükçü, ulusal fikirleriyle tanıştılar, onları benimsediler. Misyonerler, Hıristiyanlar’ın yoğun olarak yaşadıkları yerlerde okullar açıyorlardı. Osmanlı’nın Hıristiyan vatandaşlarının çocukları, bu okullarda okuma yazma öğrendiler, eğitim gördüler ve Batı Medeniyeti’yle tanıştılar ve giderek batıda gelişen yeni fikirleri benimsediler. Bu gelişim süreci içinde doğal olarak Hıristiyan inancındaki Rum, Ermeni ve benzeri cemaatler içinde, batılı misyonerlerin yardımıyla eğitim gören, yabancı dil öğrenen belli bir çevrenin doğması ve bu çevrenin ayrı ayrı kendi toplumları içinde etkili duruma gelmesi, hiç kuşkusuz yalnızca kendilerinin değil, aynı zamanda batılı devletlerin de yararınaydı:

Birincisi, Batı, Osmanlılar ile ticaret işlerinde rahatça işçi buluyordu. Böylece de giderek endüstri ürünü Batı Malları’nı Osmanlı Devleti’nin pazarlarına dağıtan eğitilmiş bir tabaka doğuyordu.

İkincisi, ulusal fikirlerin daha geniş çevrelere yayılmasıyla birlikte, Batı, Ermeniler’in, Yunanlılar’ın ve Slavlar’ın ulusal hak ve özgürlük taleplerini her zaman bahane ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale vesilesi yaratmış olacaktı.
Belirtilen bu fikirlerin farkına varan ve bunları öğrenen Osmanlı’nın Hıristiyan vatandaşları, imparatorluk toprakları üzerinde kanunlaştırılmış bulunan ve Hıristiyanlar’ı “ikinci sınıf vatandaş statüsü” içine alan tutumu eleştirmeye başladılar.

1775’li yıllardan itibaren Avrupa’daki İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya gibi büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ni parçalayıp sömürgeleştirecek güçleri vardı. Ama bu büyük güçlerden hiçbiri kendilerinden birinin tek başına Osmanlı Devleti’ne egemen olmasını istemiyordu, çünkü böyle bir durum stratejik güç dengesini karşıtlarından biri lehine değiştirebilirdi. Böylece Avrupa’nın büyük devletleri kendilerini bütünüyle memnun edecek bir uzlaşma üzerinde anlaşamadılar. Avrupa’nın bu büyük devletlerinin öncelikle kendileri arasındaki güç dengesini koruma politikaları, “hasta adam” adını verdikleri Osmanlı Devleti’nin yakaşık 150 yıl daha yaşamasına yardım etti. Osmanlı Devleti egemenliğinde yaşayan değişik ulusal kökenlerdeki Hıristiyan halk topluluklarının bu imparatorluktan ayrılarak kendi devletlerini kurma mücadeleleri, Osmanlı Devleti’nin zaten başlamış olan parçalanıp dağılma sürecini de giderek hızlandırmıştı. Bu gidiş sürecinde Avrupa’nın büyük devletlerinin bir kesimi Hıristiyan topluluklarının bağımsızlık mücadelelerini desteklerken, diğer kesimi de ortaya çıkacak yeni güçler dengesinin kendi aleyhlerine dönüşmemesi için bu oluşumlara karşı çıkıyorlardı.

Yukarıdaki açıklamaları somut verilerle beslemek gerekir. Önce (a) güç dengesinin ekonomik, sonra da (b) somut politik gelişmelerini açıklayalım.

(a) Güçler dengesi kaygısıyla daha 16. yüzyıl başlarında Fransızlar ve Osmanlılar arasında o dönemlerde egemenlik alanı çok geniş olan “Habsburger Hanedanlığı”na ve onun bu egemenlik gücüne karşı işbirliği yapıldı. İki devlet arasında atılan bu adımlar zamanla ticari anlaşmalara dönüştürüldü. 1535 Ticaret Anlaşmaları ile Fransız tüccarlarına Osmanlı egemenliğindeki Hıristiyan vatandaşlara tanınan bazı imtiyazlar verildi. Osmanlı Devleti, tarihçilerin “Kapitülasyon” adını verdiği bu antlaşmayı başta kendisini güçlü gördüğü için kabul etti, kendi Hıristiyan vatandaşlarına verdiği bazı ayrıcalıkları böylece kendi vatandaşı olmayan yabancı Hıristiyanlar’a da verdi. Benzer antlaşmalar 1580’de İngiltere ile, 1612’de Hollanda ile ve ardından diğer devletlerle de yapıldı. Avrupa’nın endüstri ürünü malları artık Osmanlı İmparatorluğu’nun pazarlarında düzenli olarak yayılıyorlardı. Avrupalılar sonraları sadece mallarını pazarlamakla kalmadılar, krediler vererek Osmanlı Devleti’ni borçlandırmaya ve özellikle ulaşım alanında adımlar atarak demir yolları ağını kurmaya ve bu alanda yatırımlar yapmaya başladılar. İngiliz gemileri 1836 yılından sonra özellikle Pers Körfezi’nde buradaki ülkeler arasında düzenli seferlere başladı, İngilizler bu bölgedeki ticareti denetimleri altına almaya yöneldiler. Mısır’da geniş kapsamlı demir yolları ağı kuruldu, Süveyş Kanalı 1859 yılında işletmeye açıldı. Fransızlar, 1911 yılında Suriye’de ve Lübnan’da yaklaşık 800 km uzunluğunda demir yolları ağı döşemeye giriştiler. Almanlar ise Bağdat Demiryolu’nu yapmaya başlamışlardı. Bunlara ek olarak da köprü ve telefon bağlantılarının inşası sürdürülüyordu.

Osmanlı Devleti içinde Avrupalılar’ın ticari mallarını Ermeni ve Yunan gibi Hıristiyan inancındaki vatandaşlar ve Yahudiler pazarlıyorlardı. „Türk eliti ” ticaret ve endüstriyle ilgilenmiyor, hizmet sektörünü küçük görüyordu; vergi ve gümrük toplamakla uğraşıyordu.

Motorlu taşımacılığın 20. yüzyılda geliştirilmesinden sonra Avrupalılar için Önasya’nın stratejik değeri ve Araplar büyük bir önem kazanmaya başladı. Avrupa ülkelerinin dikkatleri ham petrole yöneldi. Petrol şirketleri İran’da ve Anadolu’da petrol üretme çalışmalarına giriştiler. Irak’ta Petrol üretme çalışmaları I.Dünya Savaşı’nın sonuna bırakıldı. Irak sahasında İngiliz petrol şirketleri etkindi. İngiltere ve Fransa Kuzey Afrika Vilayetleri gibi Musul ve Suriye vilayetlerini de Osmanlı İmparatorluğu’dan koparmak istemediler, çünkü petrol kaynakları çok zengin olan bu bölge üzerinde aralarında varolan görüş ayrılıklarını daha giderememişler, çelişkileri çözememişlerdi. İngiltere çıkarlarını Irak ve İran Körfezi bögesinde, Fransızlar da Suriye ve Lübnan topraklarında yoğunlaştırdılar.

(b) Osmanlı egemenliğindeki ülkelerin kurtulma çabaları, Avrupa büyük devletleri arasında yukarıda anlatılan çelişkilerden ötürü, talan edilen ekonomik zenginlikler yüzünden gerginliğe, hatta savaşlara neden oluyordu. 1803 – 1912 yılları arasında yer alan savaşlarda, sonucu etkileyen en önemli değişken Fransa, İngiltere, Rusya ve Avusturya gibi büyük devletlerin kendi aralarındaki güçler dengesini belirleme çabasıydı. Bu devletlerden herbiri sürekli olarak güçler dengesinin kendisine karşıt gördüğü öteki devlet lehine değişmesini önlemeye çalışıyordu. Savaşlardan sonra tüm antlaşmalarda yer alan baş konuyu, güçler dengesi üzerine görüş birliğine varılan hükümler oluşturuyordu. Hükümler, güç ve çıkar dengesini koruyordu. Osmanlı Devleti’nin çıkarları ve talepleri ancak büyük bir gücün çıkarlarıyla uyumlu olduğu zaman önem kazanıyordu.

Osmanlı Devleti’ine bağlı Mısır Ordusu, Yunan Direnişi’ni 1822 yılında yendiği halde, Yunanlılar’ın devlet kurma istekleri 1829’da kabul edildi. Yunan Devletin’nin kurulması, Avrupa’daki büyük güçlerin lehineydi. İngiltere, Yunanlılarla iyi ilişkiler içindeydi ve bu bağ onların Akdeniz’de yürüttükleri ticaretlerine yararlı olacaktı. Rusya, yeni Ortodoks Yunan Devleti ile geliştireceği işbirliğinin Karadeniz üzerinden dış dünya limanlarına açılacağını düşünüyor, iki devlet arasında kurulacak ticari ilişkilerin olumlu olanaklar yaratacağına inanıyordu. Yunanlılar’a karşı başarılı olan Mısırlılar, Osmanlı Ordusu’nu 1839 yılında Nizip’te yendi ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak istedi, artık Osmanlı İmparatorluğu dağılma durumuna düşüyordu. Fransızlar, Önasya’da güçlenmek ve Suriye üzerinde etkinliklerini arttırmak için Mısır’ı desteklerken Dörtlü Devletler İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya 1840 yılında Londra’da anlaşarak Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını engellediler. Motifleri değişikti: Rusya, 8 Temmuz 1833 tarihli Hünkar İskelesi Antlaşması ile Osmanlılar’dan elde ettiği özellikle Boğazlar üzerindeki imtiyazlarını korumaya çalışıyordu, İngiltere sömürgesi Hindistan’la arasındaki ulaşımı daha da sağlamlaştırma amacıyla Fransa’nın güçlenmesini engellemek istiyordu. Avusturya da güçler dengesinin İngiltere, Fransa ve Rusya lehine değişmesinin kendi zararına olacağına inanıyordu.

Dörtlü Devletler, bu yüzden Mısır’a nota verdi ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ele geçirdiği yerlerden geri çekilmek zorunda kaldı; Mısır, yine Osmanlı Devleti’nin egemenliğini kabul etti. En zararlı çıkan Ermeniler oldu. Osmanlı Devleti, Anadolu’da yönetime karşı olan dinci güçlerle ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile 1833 yılında Kütahya’da anlaştı ve Mısır’ın geri çekileceği bölgeleri, Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı Kilikya bölgesi de dahil, muhassıllık olarak Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’ya devretti.

Kuşkusuz bu anlaşmanın en önemli maddelerinden biri de vergi toplama hakkı içinde müslüman olmayanlardan alınan cizye idi. Bu özellikle Ermeniler için büyük bir yüktü.

İngiltere, yaklaşık 1880 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin dağılmasına karşı çıkıyordu, çünkü Osmanlılar Rusya’nın Önasya’ya açılmasını engelliyordu. Kırım Savaşı’nda (1853-1856) Osmanlı Devleti savaşı kazanan taraftı, ama 30 Mart 1856 Paris Barış Konferansı’nda bu kazanımı bir yenilgi olarak kabul etmek zorunda bırakıldı. Ruslar, 1877-1878 Rus-Osmanlı Savaşı’nda Doğu Anadolu’nun Kars, Erzurum gibi şehirlerine girdiler, Rus Ordusu, İstanbul’un kapılarına kadar geldi. 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’na göre büyük bir Bulgaristan devleti kurulacaktı. Ayrıca Ermeniler lehine Doğu Anadolu’da islahat yapılması kabul edildi. İngiltere, Avusturya ve Almanya üçlüsü, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni hegemonayası altına alma tehlikesini gördü ve bunun, güçler dengesini Ruslar lehine dönüştüreceğini belirterek tepki gösterdiler. İngiltere, Ruslar’ın Ermenilerle işbirliği yaparak Orta Doğu’da güçlenmek istediğini ve bunun da kendisinin Hindistan’daki çıkarlarına zarar vereceğine inanıyordu. 13 Haziran 1878’deki Berlin Kongresi’nde tüm güçleri memnun eden ve güçler dengesini koruyan yeni bir Antlaşma kabul edildi. Daha önce benzer nedenler yüzünden Dörtlü Devletler, Osmanlı Devleti’ni 1853 Kırım Savaşı’nda Ruslar’a karşı desteklemişlerdi. Berlin Kongresi’nde kaybeden Ermenilerdi, ama aynı kongrede Balkanlar’da diğer Hıristiyan halkların devlet kurmaları kabul edildi.

Fazla uzatmaya gerek yok. Avrupalı güçler, çıkarları gereği Osmanlı Toprakları’ndaki Hıristiyan vatandaşların önce doğru gördükleri taleplerini, sonra kolaylıkla yanlış görebiliyorlardı, onların güç dengeleri ve çıkar politikaları sürekli değişiyordu çünkü. 21 Temmuz 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşması’nda Ruslar’a, Osmanlı Ortodoks Hıristiyanları’nı koruma yetkisi verildi, Fransızlar da daha önce 1740’ta Kapitülasyonlar ile Katolikler’in himayesini üzerlerine almışlardı. Tarihçilere göre, büyük güçler arasındaki görüş ayrılıklarının amaçlarına ulaşmasının önünde, 1774 yılından beri Osmanlı toprakları engeldi. (Matuz, Sayfa 202 ve devamı)

Büyük güçler stratejik çıkarlarını Osmanlı Devleti’ne ve diğer karşıtlarına kabul ettirdikten sonra, Ermeniler lehine bazı biçimsel hükümleri antlaşmalara alıyorlardı, çünkü kendi kamuoylarını ve kilise çevrelerini sakinleştirmek zorundaydılar, böylece Osmanlı Toprakları’na olası müdahale gerekçesinden vazgeçmek istemiyorlardı. Ayastefanos Antlaşması’na karşı çıkan İngiltere, Berlin Kongresi’nden sonra Ermeniler’e ilişkin reform çalışmalarını izleme görevi aldı. İngiltere, Ruslar’ın Ermeniler üzerindeki etkinliğini zayıflatmak ve Ermeniler’i kendi çıkarlarını kabul ettirme aracı yapmak istiyordu.

Ermeniler’in içinde bulunduğu durum çok zordu. Toprakları, Rus ve Osmanlı devletleri arasında paylaşılmıştı; Anadolu’da toprak birlikleri – sınır bölgesi hariç – yoktu, yerleşim birimleri birbirlerinden kopuk kolonilerdi. Bir yandan Osmanlı Devleti’nin İslamcı ümmetçi birliğine katılamazlardı ve panislamist politikayı destekleyemezlerdi, diğer yandan da giderek Avrupa’nın kültürel etkisiyle miliyetçileşmiş ve artık ulusal haklar istiyorlardı. İçinde bulundukları şartlar, batılıların Ermeni Ulusal Mücadelesi’ni kendi emperyal çıkarları için kullanmalarına elverişliydi. Akıllı Ermeni çevreleri vardı ve bu tehlikeyi görüyorlardı, ama tüm Ermeni vatandaşların bu tehlikeyi gördüğünü söylemek bir iddiadan öteye geçemez. Bu durum Müslüman olan Kürtler’in Ermeniler’in ulusal mücadelesini anlamasını güçleştiriyordu.

Makalenin Devamı:
(3)
Şimdi de üçüncü soruya bir cevap arıyalım: Kürtler neden Ermeni soykırımına katıldılar ve bir daha Kürtler’in katliamlara katılma tehlikesi var mı?

Yukarıda anlatıldığı gibi, emperyalist paylaşım döneminde verilen politik kararların neden olduğu sorunlar bugün bile Orta Doğu’da, özellikle Ermeniler ve Kürtler için geçerliliğini koruyor ve etkili bir çözüm bekliyor. Bu yüzden tarihi tartışma, bugünün ve geleceğin sorunlarına bir çözüm aramak için yapılmalıdır. Alman tarihçisi Wolfgang J. Mommsen’in deyimiyle “şimdiki zamanın geçmişini” konuşuyoruz. Okuyucunun ve yazarın, İngiliz tarihçisi Hobsbawm’ın sözleriyle, “geçmiş zamandan nasıl şimdiki zaman olduğunu anlamaya çalışması gerekir, ikisi de geçmiş zamanı anlamak ister, ama önlerindeki baş engel geçmişin şimdiki zaman gibi olmadığıdır.”

Kürtler’in Ermeni soykırımını destekleyip buna katılmasının başlıca iki nedeni var: Birincisi Ümmetçi İslam etkisi, ikincisi Ermeni topraklarını ve zenginliklerini gasp etme olanaklarının doğması.

Milliyetçilik en fazla Osmanlı’nın Hıristiyan vatandaşları arasında belirgin hale gelmişti ve bunlar batının kültürel ve ekonomik gelişmelerinin etkisi altına girmişlerdi. Böylece Ermeniler’in ne İslamcı görüşlere ne de dönemin gelenekçi düşüncesi olan panislamist çevrelere katılmaları ve onları desteklemeleri olanaklıydı. Bunun yerine yüzyıllardır yanyana yaşadıkları toplum karşısında, kendi çıkarlarını dinsel kavramlarla değil, ulusal kavramlarla ifade ediyorlardı. Kürtler, Ermeniler’in ulusal hak taleplerini ifade etmelerini ve bu haklarını alma mücadelelerini kavrayamadılar.

Kürtler daha Batı’nın ilerici düşünceleriyle tanışmamışlardı, ulusal dünyaları daha aydınlanmamıştı, daha İslam’ın ümmetçi karanlık dönemindeydiler, hemen hemen tümü İslamcı Ümmetçi Fikirler’in etkisi altındaydı, ulusal kavramları tanımıyorlardı, sadece İslamcı ümmetçi kavramlarla dünyayı anlayıp açıklamaya çalışıyorlardı. Kürtler, ulusal ve dini terminolojileri birbirlerinden ayıramıyordu daha, aynı olguyu açıklamak için iki terminolojiyi de kullanıyor, yerlerini rahatça değiştirebiliyordu, ama onlar için bu terminoloji değişikliği gerçeği, sonucu değiştirmiyordu. Hıristiyanlar’a ve Türkler’e göre Kürtler positif bilimlerle çok geç tanıştılar, çoğunluğu daha cahildi.

Kürtler, Osmanlı Sultanı’na, yani Halife’ye sadakatle bağlıydılar, hilafetçiydiler. Devlet ve cami onlar için ayrılmaz bir bütündü, ikisinin başı da Osmanlı Halifesi’ydi, Sultanı’ydı, o dinin de devletin de lideriydi, Peygamberin mirasını sürdürüyordu, biraz da İran Lideri Humeyni’ye benzer bir durumu vardı. Özellikle Kürtler geleneksel İslami Dayanışma Fikri’ne çok bağlıydılar ve onu yaşıyorlardı. Bugün de Kürtler’in önemli bir kesimi kendilerini önce Kürt değil, Müslüman olarak tanıtır. Örneğin, Diyarbakır’da, Batman’da Filistinle dayanışma mitingleri yapar, ama diğer parçalardaki Kürtler için böyle eylemler yapmaz.

Ermeniler’in ulusal hak taleplerinin Kürtler tarafından yanlış ve korkuyla karşılanmasının önemi bir nedeni de Ermeniler’in Kürdistan’da adacıklar (koloniler) oluşturup oralarda yoğun topluluklar halinde yaşamaları ve bu Ermeni Kolonileri arasındaki bölgelerde Kürtlerin yerleşik olmasıydı. Ermeniler’in bu kolonilerini birleştirme doğrultusunda talepleri ve programları vardı. Ermeniler’in bu konuda Berlin Konfransı’na sundukları program Kürtler’i korkuttu, Türkler’in Kürtler arasında yaptığı Ermeni karşıtı propagandaya malzeme oldu.

Kürtler’in Rus-Osmanlı savaşları’nda yaşadıkları eziyet daha yeniydi. Ermeniler’in yer yer dağınık yaşadıkları kolonilerini birleştirerek kuracakları devlette Kürtler’i de yönetmek istemeleri, özellikle dünyayı İslam ümmetçi anlayışıyla kavramaya çalışan Kürtler’i korkutuyordu. İslam Ümmetçiliği’ne göre Hıristiyanlar’ın Müslümanlar’ı yönetmesi düşünülemezdi. Anlayışa göre Hıristiyanlar „gayrimüslim reaya/tebaa“ idiler. Ve bunlar „Ehl-i harb” (Müslümanlar’a karşı savaş halinde olanlar) ve “Ehl-i ahd” (Müslümanlar’a karşı barış halinde olanlar) diye iki kesime ayrılırlardı. İslam Hukuku’na göre Hıristiyan ikinci sınıf insan olarak korunur, ama onların Müslümanlar’ı yönetme hakkı yoktur. Bu anlayışları, Kürtler’in Türklerle geleneksel İslam dayanışması içinde olmasının ve bu soykırımına katılmasının nedenleri arasında saymak gerekir.

Bu şartlar Türkler’in Kürtler arasında Ermeni karşıtı propaganda yapmasında ve düşmanca düşünceler yaymasında giderek bunun çok etkili olmasında önemli ve yönlendirici bir malzeme oluşturuyordu. Kürtler, Ermeni vatandaşların Batı’nın, özellikle de Ruslar’ın yardımıyla kendi topraklarına da elkoyacağını ve Kürtler’i egemenlikleri altına alıp Hıristiyan yapacaklarından korktular. Ruslar’ın emperiyal amaçları vardı: Ermeniler vasıtasıyla Önasya’ya yayılmak ve güçler dengesini kendi lehlerine değiştirmek. Bu stratejik amaçları çerçevesinde Ermeniler’in ulusal hak taleplerini Osmanlılar’a karşı desteklediler. Ermeniler’in ve misyonerlerin yer yer yanlış tutumları Kürtler’in bu korkularını büyüttü ve Türkler’in planlayıp başlattığı katliama onların da katılmasını etkiledi, ama bu katılmanın asıl nedeni yukarda izah edilen geleneksel İslam ümmetçiliği ve dayanışmasıydı.

1. Dünya Savaşı’nda Kürtler için kendi haklarına kavuşma olanakları oluştuğunda bile Seyit Abdülkadir Efendi, „Müslüman kardeşlerimizi zor günde yalnız bırakmamak“ gerektiğini söylüyordu. Sonra Şeyh Sait ile birlikte 1925’te Kürt Davası uğruna idam edildiğinde Türk hakimlerine „Allah belanızı versin“ dedi.

Batı kültürü ve medeniyetiyle tanışan ve toplumu dini kavramlarla değil, positif dünyevi terminolojiyle açıklayan Kürtler de vardı, ama onlar İstanbul gibi uzak yerlede yaşıyorlardı, halkının arasında değillerdi. Paris’ten Bedirhanlar, Kürtler’i Ermeni katliamına katılmamaya çağırıyordu, Kürtler’e çağrıları ulaşmıyordu. Medeni Kürt politikacıları, Ermenilerle anlaşıp ortak hareket etmeyi kararlaştırmışlardı.

Kürt toplumunun içinde bulunduğu dönemin havasını Brüksel’de yaşayan güzel Kürt Prensesi Pervin’in babası Ekrem Cemil Paşa’nın sesinden dinliyelim:

„Ben ve genç arkadaşlarım Paris’te bulunan Süleyman Şerif Paşa’nın Kürt murahhası olarak tayininde ve Ermenilerle dostluk tesis ederek onların mümessili Boğos Nubar Paşa ile ittifakın meydana gelmesi için pek çok ahd ve gayret ettik. Kürdistan Cemiyeti’nin resmi vekili olarak Diyarbakırlı Fahri Bey’i Paris’e göndermek suretiyle de çalışmamızın semeresini gördük. Sevr Muahedesi ile Kurdistan’ın istiklal hakkını tasdik ettik. Kurdistan Cemiyeti, cemiyet binasına Kürd’ün güneşli ve üç renkli (kırmızı, beyaz, yeşil) bayrağını keşide etti. (…) Bizim şu şuurlu günlerimiz uzun sürmedi. (…) Kürdistan’ın her tarafından telegraflar yağdırıldı: Kürt, Türk kardeştirler.(…) Bunun üzerine cemiyet bazı gençleri Kürdistan’a göndermeye karar verdi. Bu gençler Kürdistan’da nesihatlar, konferanslar verecek, efkarı umumiyeyi tenvir edecekler. Cahil Kürtler’e doğru yolu göstereceklerdi. (Sayfa 49 ve devamı) (…) İstanbul’un düşmesine, Osmanlı Devleti’nin münkariz olmasına rağmen, Kürtler’in yüzde doksanı hala buna inanmıyorlardı. (…) Kürd’ün eline halas fırsatı geçtiğini anlatmak, Osmanlı Hükümeti’nin, yani Türkler’in elim hallerini ve hatta hav oluşlarını Kürd’ün kafasına iyice yerleştirmekti. Bu işi başarmak pek güçtü. Kürt cahildi, yüzde doksanı ümmü idi. Müftümüz İbrahim Efendi cahil, ahlaksız, haris, menfaatperestti. Müftü Efendi’nin Mülkiyeyi Şahane’den mezun oğlu, yakın akrabaları olan Pirinççi Ailesi’nin büyüğü, küçüğü birer ittihatçı idiler. Ermeni katiliamından çok zengin olmuşlardı. Nakibuleşraf Bekir Sıtkı Bey de hilekar, ikiyüzlü idi. Hamdi Efendi Hoca, Kömürcü Hoca gibi on kadar muhterem ilim adamları istisna edilecek olursa, mütebaki yüzlerce alim kılığında melle, kıyafetsiz hırsız şeyhler, melunlar, hainler vardı. Bütün kokuşmuş bu zümre alttan alta Türk Hükümeti’nin yardımıyla envai şekilde milletine hıyanet ediyordu.” (…)
“Dört sene devam eden harp Kürdistan’ı çok örselemiş, çok hırpalamış, çok zayıf düşürmüştü. Harbin son iki senesinde, 1917-1918, açlık ve hastalık Kürdistan’ın her tarafında korkunç bir şekilde sürmüş, feci ve elim yaralar açmıştı.” (Bugün anlaşılabilmesi amacıyla dile çok az bir müdahalede bulunulmuştur.)

Ekrem Cemil Paşa, dönemin havasını, bazen Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun bugün yaptığı gibi, bir Kürt aydınının kızgınlığıyla anlatıyor. Ve bize Kürtler’in katliama katılmasının önemli diğer bir nedeni için de anahtar bir kavram veriyor: Ermeni toprak ve zenginliklerine el koyma, yani bazı Kürtler’in Ermeniler’in toprak ve mallarına el koyarak zenginleştiğini açıklıyor. Böylece Kürtler’in Ermeni Soykırımı’na katılışının diğer önemli bir nedeni de Ekrem Cemil Paşa’nın tarihsel tanıklığıyla belirleniyordu. Ermeni topraklarına ve mallarına el koyarak zengin olacaklarına inanmaları… Devlet açık açık Ermeni topraklarını ve zenginliklerini Kürtler’e sundu. Kürtler savaşta yoksullaşmışlardı, devletin sunduğu Ermeni Toprakları ve Ermeni Zenginlikleri hırslarını kabarttı. Ağrı, Van, Bitlis gibi Kürt şehirlerinde büyük bir Ermeni vatandaş kitlesi yaşıyordu ve onların zengin mal birikimi ve toprak mülkiyetleri vardı. Bu toprakların tümü “hazine toprakları” adı altında Kürtler’in mülkiyetine geçirildi. Devlet ile işbirliği içinde olan Kürtler’e Ermeni toprakları verildi ve önemli bir Kürt kesimi büyük toprak sahibi olup ağalaştı. Kürt yerleşim birimleri arasında Ermeni adacıkları bugün artık kalmamış, Ermeniler ve diğer dini azınlıkların yerleşim birimleri bugün Kürtler trafından yurt edinilmiştir.

Soykırımına katılma nedenleri Kürt toplumunda mevcudiyetini koruduğu sürece Kürtler’in katliamlara katılma tehlikesi vardır. Kürtler’in, toplum olarak soykırımına katılma tarihini bir eleştirip bunun nedenlerine yönelmesi ve yaptıklarını mahkum etmesi gerekir.

Kürtler’in ulusal bir tarihe çok fazla ihtiyacı var, ama bu ulusal tarih eleştirel olmalıdır.

Nasıl?

Kürt milliyetçiliğinin, kandan, İslamcı dayanışmadan ve ümmetçilikten kurtarılıp Kürtler’in ilerici eylemleri üzerine kurulması gerekir. Kürtler’in İslam’dan vaz geçmelerini istemek gerçekçi değil, zaten öyle bir talep de yok, ama din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve dinin kişilerin çok şahsi, bir iç hesaplaşması olarak algılanması gerekir. Kürt’ün ulusal çıkarları İslam’ın dini dayanışmasından daha geniş olmalıdır.

Kürt Miliyetçiliği’nde Said-i Nursi’ye başka bir deyişle Said-i Kurdi’ye yer olmamalı. Niye? Kimliğini uzun tartışmak eleştriyi uzatır. Eylemi belgelidir. Sad-i Nursi ilk önce Müslüman, sonra Osmanlı, daha sonra Kürttür. Sadece gençlik yıllarında Kürtler arasına girmiş, ama İslamcı olarak. Recep Maraşlı’nın da yaptığı doğru araştırmaya göre, Paris Konfransı’nda Kürtler lehine bir kararın çıkarılmasına en etkin karşı çıkan Said-i Kurdi’ydi. Kürt eşraf ve ulemasını kazanarak bu karşı çıkma tutumunun desteklenmesi için çok çalışmış ve bu konferansa telgraflar göndermiştir. Gerekçesi: İslam.

Ermeni Soykırımı’nın panislamist fikir babalarıyla en iyi arkadaştı ve zımnen Ermeni katliamını destekledi. Şeyh Sait önderliğindeki 1925 Kürt Ulusal Direnişi’ne katılmadı. Kürt Miliyetçiliği Said-i Nursi’ye dayandırlırsa, bu kişi Kürt Tarihi’nin övünülen bir şahsiyeti durumuna getirilirse, bu onun Ermeni Soykırımı’na katılmasını ve İslami dayanışmayı savunmasını doğru görmeye götürür. Neden Said-i Nursi değil, ama Şeyh Sait? Seyh Sait ilk önce Kürt, sonra şeyh. Kürtler ve Dünya onu Kürtçülük eylemiyle tanır çünkü; onun Kürtçü direnişi olmasaydı, o Piran çevresinin yerel bir Kürt şeyhi olarak kalırdı, ama 1925 direnişi onu Kürtler arasında yükseltti. Seyh Sait, sekreteri Fehmi Bilal aracılığıyla bir bildiri yayınlayarak Kürtler’i Ermeniler’in topraklarına, zenginliklerine ve kadınlarına dokumamaya çağırdı. (Osman Aydın bu cümleyi hatırlattı.) Saidi-i Nursi ise İslam ümmetçiliği üzerine yazılarıyla tanınıyor, Kürtler için yaptığı çalışmalarıyla değil. İslamcı kimliği tüm yaşamı boyunca sürdü. Said-i Nursi’nin Kürtçe ve Osmanlıca gazete çıkarma başvurusu, onun kürtçülüğüne belge değil, çünkü Hıristiyan misyonerler de Kürtçe yayın yapıyorlardı. Kürt olduğu doğrudur, ama onun tutucu İslam bağnazlığına göre aslını inkar etmesi için bir nedeni yoktu.

Kürt Aydınları’nın önemli kesimi bugün de İslam’ın bağnaz tutucu etkisinden kopamamış ve özgürleşememiştir; zihniyetleri ve düşünme boyutları İslam bağnaz kaderciliğinin ağır etkisi altındadır. Bu tezi iki örnekle gerekçelendirmek istiyorum. Bu örneklerden biri Kürt edebiyat eleştirisi, diğeri de 2007’de yaşanan Kürt Ezdi Kızı’nın Dua Olayıdır.

Kürt Edebiyatı bugün bile ağırlıklı olarak şiir sanatıyla sınırlı kalmıştır, hatta Kürt Edebiyatı’na bir şiir edebiyatıdır da diyebilirim, çünkü hikaye ve roman yazarlığı çok yeni ve gençtir, varolduğu kadarıyla da hem düzyazı edebiyatı ve hem de şiir daha çok politik içerikli bir direniş edebiyatıdır. Ne var ki, bu doğal bir gelişme sürecidir, çünkü o edebiyat, Kürtler’in içinde yaşadığı ağır politik sorunların yükünü taşıyor. Ama yeni estetik olanaklara, içerik ve biçimlere ulaşma çabası yazarları daha yaratıcı bir edebiyat dönemine götürecektir, önde gelen edebiyatçılar böyle bir aşamaya geçmek istiyorlar. İyi denemeler de var.

Kürt edebiyatçısı, KÜRT P.E.N. Merkezi’inin kurucusu ve ilk başkanı Hüseyin Erdem 1989’da Gutav Stresemann Enstitüsü’de Kürt edebiyat üzerine sunduğu bir çalışmasında “Toplumun bilinci dil, dilin bilinci edebiyat, edebiyatın bilinci eleştiri, eleştirinin bilinci kuramdır. Dili olmayan toplum, edebiyatı olmayan dil, eleştirisi olmayan edebiyat, kuramı olmayan eleştiri kördür.” diyor.

Eski yazılı Kürt şiir edebiyatı, İslam mistisizminin çok ağır etkisi altında gelişmiştir. İslamcı mistik onun bir yüzüdür, ama onun diğer bir yüzü de var: (a) Kürtlerin toplumsal yaşamından – örneğin aşk, memleket sevgisi, Kürt mirlerinin eleştirisi gibi – temaları da edebileştirmiştir, (b) Kürtçe’yi kullanma ve anlatım biçimi bakımından, bulduğu yeni sözcükler ve kurduğu cümleler yönünden zenginleştirmiştir, (c) estetiğiyle tüm kültürlere bir katkı yapmıştır.

Kürt Aydını, edebiyat eleştrisini yukarıdaki ABECE sayılacak ilkelere dayanarak değil, daha çok İslamcı tutucu özelliklere, edebi ve estetik bir değeri olmayan temalara yaslanarak yapıyor. 1302-1375 yıllarında yaşadığı tahmin edilen Feqiye Teyran’ın Kürtçe anlatım biçimi, aşk konusu ve estetiğini değil, Hiristiyan karşıtı konuları – ki Feqiye Teyran’ın bu konuyu işleyip işlemediğinin de hiç bir kanıtı yok – seçiyor ve Temmuz 2009’de yapılan Muş-Van Feqiye Teyran Festivali’nde işliyorlar. Hem de Hıristiyan vatandaşların en çok kıyım gördüğü yerlerde. Dr. Celadet Bedirxan’ ın (Hawar, No. 33, 1941) aynı konuyu seçtiği ve yazdığı doğrudur. Onun yaptığı bu İslamcı tutuculuk, hiç bir edebi değeri olmayan Ermeni ve Süryani karşıtı hata, özür kabul etmez iştir. Bunu sadece AKP çevresindeki Kürt yurtsever güçler değil, diğer kimi Kürtler ve Kürt sosyalistler de aynısıyla yapıyorlar, yazıyı ve haberi eleştirisiz yayınlıyorlar. İnsalığa önemli değerler bırakan Kleist, Schiller,. J.G.Fichte, Humboldt gibi Alman şairleri ve felsefecileri dar Alman miliyetçiliğini överek diğer halklara ilişkin kötü yazılar da yazmışlar, ama Alman eleştirmenleri onların bu tutumlarını reddediyor, özelklikle bu kişilerin estetik ve düşünür yönlerini eleştiriyor ve toplum arasında yayıyorlar.

Kürt aydınlarının Celadet Bedirxan tarafından yazılmış Feqiye Teyran’a ilişkin dinsel tutucu yazıyı propaganda etmesi, Kürtçülük Davası’na hizmet değildir. Bununla hem büyük Kürt şairi Feqiye Teyran’a, hem de Kürt gazeteciliğine ve Kürt diline büyük hizmetleri geçmiş Celadet Bedirxan’a haksızlık ediyorlar.

Kürt İslamcılar 2007 yılında Irak Kürdistanı’ndaki Kürt Ezdi Kızının Dua Olayı’nı bahane ederek bunu Kürt Ezdiler’e karşı bir katliam hazırlığına dünüştürmek istediler. Irak Kürdistan’ının her yerinde Ezdiler’e karşı yürüyüş ve mitingler düzenlediler. Ezdiler’e Hewler’de, Duhok’ta, Zaho’da, Süleymaniye’de saldırdılar. Selahattin Üniversitesi’nde okuyan Ezdi öğrencilere ve orada çalışan Kürt Ezdiler’e yapılan saldırı üzerine bunlar korunmak için Kürdistan Parlamento Binası’na sığındıar. Ezdiler’e karşı 2000 camide hutbe okundu. Kendisini aydın gören kimi Kürtler, kimi ozanlar Kürt Ezdiler’i eleştirmeye başladılar, dinlerini reforme etmelerini istediler, öyle ki PKK etkisinde zorla alınıncaya dek yönetim kurulu üyesi olduğum „KÜRT-PEN“ ve Kürt kadın örgütlerinden „Kom-Jin“ da Kürt örgütleri olarak bir yargılayıcı suçlayıcı yergi yayınladılar.

Anti-Ezdi kampanyasına katılan bazı Kürt aydınları, Hrant Dink’in öldürülmesi nedeniyle Türk aydınlarının başlattığı „Ben de Ermeniyim!“ kampanyasına katıldılar. Kürt aydınların bu tutumu kiç bir iradedir. Niye? Bu Kürt Aydını’nın kendisine özgü bir bakışı olabilir mi diye düşünülürse, gerçek kolaylıkla görülür, bu tutum onun yaşadıklarının gerektirdiği bir iradenin ifadesi değildir çünkü. Eskiden liberal kimi Türk aydınları da dünyadaki bazı haksızlıklara karşı çıkarlardı, ama burunlarının dibinde Kürtlere uygulanan baskılar karşısında sessiz kalırlardı. Şimdi anti-Ezdi kampanyasına katılan Kürt aydınlarının “ben de Ermeniyim” sözüne nasıl inanılabilir sorusu insanı düşündürüyor. Acaba onların bu tutumu bir zamanlardaki Türk aydınlarının çifte standartlarını hatırlatmıyor mu? İkisi de kiç bir iradedir.

Eleştiri haksız mı? Hayır, yoksa aşağıdaki sözleri söyleyenlere saldırmazlardı: Mir Tasim, 2006’da Dünya’daki tüm Ezdi Aydınları’nın kabul ettiği Ezdi Strateji Belgesi’ni binlerce Ezdi’ye Oldenburg Ezdi Evi’nde şu sözlerle tanıttı: „Ezdiler, dilinizi öğrenin! Dilinizi kaybederseniz, dininizi kaybedersiniz! Dininizi kaybedersiniz, dilinizi kaybedersiniz!“

Kürt Aydını’nın kendi temasını bulması gerekir, temasını bulmanın en olumlu ve iyi yolu kendi toplumu içinde yaşanan ve yaşatılan haksızlıklarla hesaplaşmaya da yönelmesidir.

Kürt hükümetinin, parlamentosunun, partilerinin ve ordusunun paralı memur sözcüleri de var, resmi gazeteleri ve internet siteleri de var, bu alanda başka yarı resmi sözcülere ve basına ihtiyaçları yok, ama devlet yöneticileri kendi resmi gazetesini okumaz, yayını izlemez.

Aydınlar ve basın eleştirel olmalıdır. Aydınlanma, „durumun savunması” değil, “durumun eleştirisi”dir. Bunu yapan aydınların ve basının, toplumda söyleyecek bir sözü vardır, bu da onları „toplumsal bir güç” olmaya götürür. Böyle aydınları hükümet, partiler ve halk adam yerine koymak zorunda kalır, bunların yazıları ve kitapları parayla alınıp okunur. Tarih onları – yukarıda isimleri verilen Kürtler gibi – unutmaz.

Kürtler arasında umut verici, sevindirici gelişmeler de var. Hüseyin Erdem’in başkanı olduğu dönemde KÜRT-PEN’inin girişimi sonucu ERMENİ-PEN’i 1991 yılında kuruldu ve Ermeni aydınları uluslararası bir kuruma kavuştular. O dönemde Sovyetler Birliği’ndeki halklara çok oy sahibi olmamaları gerekçesiyle beş PEN Merkezi kurma hakkı verilmiş ve beşi de kurulmuştu. Altıncı PEN olarak Ermeni PEN’inin kurulması Uluslararası PEN içinde elde edilen olağanüstü bir kazanımdı.

Kürt Ezdiler’e yönelik olarak başlatılan zorbalığa karşı çıkan Kürtler oldu: Osman Aydın, Recep Maraşlı ve Gizli imza (Alias) ile Goran Koçgiri. Federal Kürt Hükümeti, Irak Kürdistanı’ndaki dinlerin özgürlüklerini yasayla koruma altına aldı, onlara – yeterli olmasa da – parasal yardımda bulunuyor. “Kürt Ezdi Kızı’nın Dua Olayı” Federal Kürdistan yöneticilerini „İslamcı Tehlike”ye karşı önlem almaya zorladı.

Kürt Hükümeti, camilerde fakirler için para toplanması, devletin ayırdığı bütçe dışında camilerin herhangi bir yolla para alması, camilerde politika yapılması, cuma hutbelerinin hükümet diyanet işlerinin önerdiği konulardan seçilerek verilmesi gibi önemli sorunları kanuni yaptırımlara bağladı.

IV.
Koca Tarihçi Hobsbawm, „Tarihin istediğimiz sonuca ulaşmada bize verdiği teminata bugün artık nasıl inanamıyorsak, yanlışın garantisini de vermediğinden öyle emin olabilmeliyiz. Tarih bize karar verme olanakları sunuyor, ama gelecekte verilebilmesi olası kararlar üzerine söyleyebileceklerimizi değil.“ diyor.

Recep Maraşlı’nın koca kitabı, tarihin karanlık noktaları üzerine bizi aydınlatıyor ve Kürtler’in Ermeni Soykırımı’na katılma nedenleri üzerine düşündürüyor. Kürtler yalnız Ermeniler’i, dini azınlıkları ve onların kültürlerini yok etmediler, aynı zamanda kendilerini de içlerinden öldürdüler, kendilerini kültürel ve ekonomik olarak fakirleştirdiler. Bunun bir daha tekerrür etmemesi için tarihin karanlık noktalarını aydınlatan eleştiri gereklidir.

Köln, 31.07.2009
Ömer Tuku

Ömer Tuku, evli ve iki kızı var. Serbest ekonomi danışmanı. Almanya’da Ekonomi ve Politika Bilimleri, Ekonomi ve Sosyal Coğrafya okumuş, Kasım 1991’de Doz Yayınları tarafından basılan “Kürdistan’da Türk Endüstrisi: Gelişim ve Sömürü” adlı kitabın yazarıdır; NAVEND’in (Kürt Araştırma Merkezi’nin) yönetim kurulunun üyesidir.

Yorumlar kapatıldı.