İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kürt Sorunu: CHP Aslına Rücu Etti 

ZAFER YÖRÜK’TEN  Kürt Sorunu: CHP Aslına Rücu Etti 

Baykal’ın, Türkiye’deki her etnisitenin son kertede Türk olduğu vurgusuyla Kürt açılımına karşı çıkışı, tarihsel analojilerden çok CHP’nin bugünkü ideolojik ve fiziksel yapısıyla ilişkili olmalı. Başka deyişle, CHP’nin içine ansızın “İttihatçı zihniyet” girmiş değil.

Zafer YÖRÜK yorukzaf@gmail.com İstanbul – BİA Haber Merkezi25 Ağustos 2009, Salı

Deniz Baykal sonunda sessizliğini bozdu ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) “Kürt açılımı” karşısındaki tavrını netleştirdi. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) çizgisinden çok farklı bir duruş ortaya koymayan Baykal’ın tarihsel referanslarında Cumhuriyet’in kuruluş sürecine yaptığı göndermeler yanında “anadil” konusunda özellikle titiz olduğu gözlemlendi.

Baykal, üniversitelerde Kürt dili derslerinin başlamasını Türkiye’nin parçalanmasının ilk adımı olarak tanımladı ve bu kürsülerden yetişecek öğretmenlerin başlatacağı anadilde eğitim sonucu Eğitim’in başındaki ‘Milli’ sıfatının ortadan kalkacağını ifade etti. Böylelikle etnik kimliklere siyasal ve milli nitelik kazandırılmasının gerçekleşeceğini ve buradan da Türkiye’nin Irak’a ve Yugoslavya’ya dönüşerek parçalanacağını öngördü. Bu katastrofik senaryonun dış mihraklar tarafından ABD’de planlanmış ve hükumete dayatılmış olduğunu da belirtmeyi ihmal etmedi Baykal.

Baykal’ın yirmi yıl önce SHP’nin hazırladığı “güneydoğu raporu”na yaptığı kısa gönderme bir yana, bu konuşma temel referans noktası olarak açıkça CHP’nin kuruluş dönemi felsefesine dayanmakta. Böylelikle, Baykal farkında olmadan Kürt sorununun kökenine de parmak basan ilk siyasetçi olmuş oluyor. Bu referansın neden doğru olduğunu, bugüne kadarki “açılım” tartışmasının seyrini kısaca ele alarak açıklayalım.

Açılım tartışmasının tarihsel referansları
Açılım karşıtı cephe, sürekli olarak Tanzimat’la başlayan ve Osmanlı’nın çöküşüne kadar uzanan sancılı döneme gönderme yapıyor. Burada Devlet Bahçeli’nin Sevres, Mondros Mütarekesi gibi benzetmelerini kastediyorum. Türk milliyetçi söyleminde Osmanlı’nın çöküşündeki en büyük sorumluluk her zaman dönemin dış güçlerine ve içerideki azınlıklara yüklenmiştir.

Açılım karşıtlarının zımnen ima ettikleri zaman zaman da açıkça ifade ettikleri analoji içinde, AKP’nin açılımı Avrupa’nın “Büyük Güçler”i tarafından talep edilmiş azınlık haklarını hayata geçiren Osmanlı yönetiminin girişimleriyle kıyaslanıyor. Osmanlı modernleşmesi kapsamında hayata geçirilen Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanları, devletin toprak kayıplarını azaltmak yerine çoğaltırken Osmanlı’nın Avrupa tarafından kabul görmesini de sağlayamamıştı. Bunlar yerine Avrupalı güçler Osmanlı Devleti’ne “Avrupa’nın hasta adamı” adıyla hitap etmeye başlamıştı.

Bu analoji büyük oranda işliyor. Türkiye devleti onyıllardır Avrupa Birliği kriterlerine göre kendini yeniden yapılandırma çabası içinde. Türkiye’nin aday üye statüsü kazanmasından beri AKP yönetimi altında reformlar daha da hız kazanmış durumda. Ama günümüzün Avrupalı “Büyük Güçleri”, özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Alman Şansölyesi Angela Merkel Türkiye’nin AB’ye kabulü konusunda 19uncu Yüzyıl’daki atalarından pek de farklı davranmıyorlar. Bu koşullar altında AKP yönetiminin giriştiği idari reformlar, AB karşıtı milliyetçi bir bakış açısından kolaylıkla dış baskılara verilmiş “tavizler” olarak okunmaya müsait. “Kürt açılımı” da bu tavizler arasında en korkunç olanı.

Dış güçlerin maşası olma ve vatana ihanet gibi ağır ithamlar altında kalan AKP yanlısı kesimler de karşı saldırılarını tarihsel referanslarla oluşturuyorlar. Açılım yanlısı medya şahsiyetleri ve siyasiler, açılım karşıtı kesimlerin “ittihatçı zihniyet” içinde olduklarını ifade ediyorlar. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908’de başlayan fiili iktidarına yapılan bu göndermenin neyi içerdiğini anlamak zor değil. İttihatçılar, özellikle gayrımüslim azınlıkları hedef alan bir dizi milliyetçi politikayı hayata geçirmeleriyle bilinir. İttihatçılar, Anadolu’yu gayrımüslimlerden temizlemeyi başarmış olsalar da Devlet-i Ali’yi kurtarmayı beceremediler. Hatta, Dünya Savaşı’na Almanya saflarında katılma kararıyla Osmanlı’nın çöküşünü garantilemiş oldular. Türk milliyetçiliğinin bakış açısından asıl sorunlu alan da burasıdır. Bu tabloya göre, İttihatçı zihniyet ikili bir cinayetten sorumludur: azınlıkların katli ve Osmanlı’nın katli.

Bu karşı analojiyi izlersek, CHP ve MHP’nin Kürt açılımı karşıtı direnişleri, benzer bir ikili cinayet potansiyeli taşımaktadır: Milliyetçi bir bakış açısından Kürtler’in böyle bir işlemin konusu olması kendi başına kötü addedilemez ama bu zihniyet ve icraat, Türkiye’yi de bir intihara sürükleme tehlikesi içermektedir.

Tarihin tekerrürü mü?

Bu “tarihsel tartışma”nın başlıca sorunu, her iki analojinin de bütünüyle yanlış olmasıdır. Her iki taraf da tarihsel referanslara başvururken tartışmanın asıl konusunun Kürt sorunu olduğunu unutmaktadır. Osmanlı’nın 19uncu Yüzyıl reformlarının başlıca konusu gayrımüslim azınlıkların hakları iken günümüzdeki açılımın amacı, Osmanlı Müslüman Milleti’nin asli unsurlarından birinin statüsünü restore etmekten ibarettir.

Ayrıca AKP’nin Tanzimatçı elitlerle genel bir Avrupa sempatisi dışında paylaştığı hiçbir ortak nokta yoktur. En önemlisi, Tanzimatçıların Batı taklitçiliği olarak çok eleştirilmiş olan birçok icraatı AKP’nin davranışlarında gözlemlenmemektedir. Aksine, kökeni itibarıyla İslamcı bir parti olan AKP’nin, özellikle halkın görünümünü hedef almış (kılık-kıyafet, müzik, vb.) ve geleneksel İslami pratiklerin Avrupa tarzı davranışlar lehine terk edilmesini buyurmuş cumhuriyet reformlarının birçoğu ile barışık olmadığı bir sır değildir.

Aynı hata, analojinin karşı tarafı için de geçerlidir. İttihatçılar gayrımüslim varlığını ortadan kaldırırken, Kürtleri ve diğer Müslüman etnisiteleri Türkleştirmek gibi bir çaba içinde olmamışlardır. O halde İttihatçı zihniyetin Kürt varlığını inkar etmek ve Kürt kimliğini antagonize etmek gibi sonuçları tarihte gözlenmemiştir. Dahası, Kemalizm ve CHP, her ne kadar İttihatçıların küllerinden doğmuş da olsalar, yargılamalar ve idamlar da dahil olmak üzere yoğun anti-İttihatçı icraat ve söylemler içinde şekillenmişlerdir. O halde, İttihatçı zihniyetin, yani kök düşmanlarına ait hayaletlerin yüzyıl sonra hortlayarak CHP’yi ele geçirdiklerini iddia etmek doğru olmaz.

Eğer bu analojiler içinde doğru olan birşey varsa o da yaşadığımız zamanla Osmanlı’nın son dönemi arasında elyordamıyla kurulmuş benzerliktir. Bu benzerlik, 21inci Yüzyıl başında Türkiye’nin içinde bulunduğu kimlik ve ideoloji krizinin 20nci Yüzyıl sonunda Osmanlı devlet ve toplumunun içine düşmüş olduğu krizle kıyaslanabilir oluşunda gözlemleniyor.

Aynı nedenledir ki günümüz Türkiye’sini, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş kadar kapsamlı bir dönüşüm bekliyor olabilir. Benzerlik o kadar bariz ki, bugün üç ana siyasal partinin temsil etmekte olduğu ulusal kimlik anlayışlarından her biri, Türk siyasal kimliğinin oluşum sürecinde birbiri üzerine yığılmış üç tabakadan birine tekabül etmektedir.

Diğer iki tabakayı şimdilik paranteze alarak, Baykal’ın bugünkü konuşmasıyla rücu etmiş olduğu aslını, Türk milli kimliğinin Kemalist tanımını ele almak gerekiyor. Bugün tartışıldığı biçimiyle Kürt sorunu dediğimiz sorunun temelinde bu tanımın mevcut olduğu – o halde İttihatçı zihniyet suçlamasının aslında cumhuriyetin tabusu olan Kemalizmin kod adı olarak kullanıldığı – gözönüne alındığında Baykal’ın bugünkü konuşmasıyla sorunun kökenine de parmak basmış olduğunu tekrarlayalım.

Recep Peker ruhunun geri dönüşü
Türkiye’de Kürt sorununun temelinde ne İttihatçı zihniyet, ne Tanzimat reformları ne de Abdülhamid’in politikaları yatmaktadır. Bu sorunun temeli, yani Kürt varlığının inkarı, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ortaya çıkmış bir uygulamadır ve Cumhuriyet’in kurucu felsefesi olarak o dönemde şekillenmiş Kemalizme özgü millet-inşası sürecinin bir sonucudur. Bu inşa sürecinde bir “İslam Milleti” olarak Osmanlı’dan devralınmış olan Anadolu nüfusu, etnik bağları, dilleri ve cemaat ilişkileri de dahil olmak üzere kültürel tikelliklerini unutarak “Türk” olmaya davet edilmiştir. Bu “davet” oldukça otoriter tonlarda yapılmıştır. Atatürk ve CHP Sekreteri Recep Peker bu durumu şöyle izah etmişlerdir:

Bugünkü Türk siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir. (Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazmaları).

Bu “yanlış tevsimleri” imha arzusuyla hareket eden Kemalist söylem erbabı, sık sık ölçüyü kaçırarak ulusal kimliği bir ırk hiyerarşisi biçiminde ifade etmeye kadar işi vardırmıştır. CHP’nin üst düzey elemanı Mahmut Esat Bozkurt’un partisinin icraatını övdüğü şu nutukta olduğu gibi:

Çünkü bu fırka (CHP) bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti … Bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. (Hakimiyeti Milliye 19 Eylül 1930.)

Bu “kurucu felsefe” 1930’lu yıllarda CHP ile devletin tamamıyla içiçe geçtiği bir dönemde ifade edilmekteydi. Ahmet Yıldız, 1930’dan itibaren Türk milliyetçiliği içinde etnik millet temel dayanağının ön plana çıkışını ayrıntılarıyla ortaya koyduğu çalışmasında (Ne Mutlu Türküm Diyebilene) tek parti döneminin önderlerinin bir yandan SSCB’de ortaya çıkan Stalinist diktatörlükten diğer yandan da Nazi Almanyası’ndan etkilenişlerine de dikkat çekiyor. Dönemin öne çıkan şahsiyeti CHP Sekreteri Recep Peker, yalnızca CHP’nin değil Türk milletinin bir bütün olarak örgütlenme ilkesini “Şef Sistemi” olarak ifade etmiş ve uygulamaya koymuştur.

Tek parti rejiminden bu yana CHP önemli değişimlerden geçti. 1970’lerde bir merkez sol parti görünümü bile kazandı. Ama 1990’lardan başlayarak bastırılmış İslamcılık ve Kürt kimliklerinin geri dönüşü koşullarında, CHP’nin de katı laik ve etno-milliyetçi köklerine doğru bir geri dönüş yaşamış olduğu anlaşılıyor. Bu rücuyu, parti yapısının Baykal’ın şahsi yönetimi altında Peker’in “şef sistemi”ne benzer bir karakter kazanmasında da gözlemlemek mümkün.

Baykal’ın, Türkiye’deki her etnisitenin son kertede Türk olduğu vurgusuyla Kürt açılımına karşı çıkışı, tarihsel analojilerden çok CHP’nin bugünkü ideolojik ve fiziksel yapısıyla ilişkili olmalı. Başka deyişle, CHP’nin içine ansızın “İttihatçı zihniyet” girmiş değil. Eğer günümüz CHP söylemi herhangi bir ruh tarafından ele geçirilmişse bu onun hamurunda yer alan tek parti rejiminin milliyetçilik (ve demokrasi) anlayışıdır. Bu hamur, Kürtler de dahil olmak üzere bir dizi “yanlış tevsimler”in inkarı ve imhası arzusuyla mayalanmıştır.

Baykal’ın nutkunun, bugüne kadar Devlet Bahçeli’nin icra etmekte olduğu açılım karşıtı direnişe katmış olduğu tek renk, tartışılmakta olan Kürt sorununun köküne gayrı ihtiyari de olsa ilk kez işaret etmiş olmasıdır.(ZY/EÜ)

—————————————————————————————————————————————————–

* Dr. Zafer Yörük, siyaset bilimci, İzmir Ekonomi Üniversitesi

Yorumlar kapatıldı.