İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bugün İmroz’dan Gökçeada’ya; Adranos’tan Orhaneli’ne  Cemal UŞŞAK

Bugün İmroz’dan Gökçeada’ya; Adranos’tan Orhaneli’ne
Cemal UŞŞAK

haber7.com

Değerli okuyucularım! Sizinle birlikte olamadığımız iki haftanın birini İmroz’da yani Gökçeada’da geçirdim.
Yedi yıllık bir aradan sonra ikinci defa geldiğim bu Türkiye’nin en uzak, en büyük ve en sakin adası, her şeye rağmen sükûnetini, doğallığını ve tabii güzelliğini korumaya devam ediyor.
Adanın mümbit arazisinde yetişen leziz meyve ve sebzelerini kendi ellerimizle toplama imkânı bulduğumuz gibi; adaya mahsus lezzetler olan ciciryanın, keçi peynirinin, vişinadanın ve efibademin tadına bakmayı da ihmal etmedik.

Daha önce olduğu gibi, tarihi Rum köyü Zeytinli’nin Arnavut kaldırımı sokaklarında dolaştık; Orhan Baba’ya selam verdik; Patrik Bartholomeos’un doğduğu evi kahvehane olarak işleten Panayot Amca’nın sakızlı muhallebisini yedik, dibek kahvesini içtik.

Ada Metropoliti Kirilos’la da Müftü Dr. Halim Işık’la da görüşme imkânımız oldu. Aralarında gayet dostane münasebetler bulunan iki zatı da cemaatlerine karşı gayet ciddi görev aşkı içinde bulduğumu belirtmeliyim.

1960 yılı nüfus sayımına göre adada 5500 Rum ve 300 Türk yaşamakta iken, bugün durum tam tersine dönmüş durumdadır. 6000 civarında Türk ve Metropolit Kirilos’un verdiği bilgiye göre büyük çoğunluğu yaşlı olan 180-200 civarında Rum vatandaşı yaşıyor. Babaları ve dedeleri bu topraklarda yaşayan ve büyük çoğunluğu Yunanistan’da, bir kısmı ise diğer Avrupa ülkelerinde yaşan Rumlar ise artık birer turist olarak adayı ziyaret ediyorlar.

Osmanlı döneminde adada 250 civarında kilise ve manastır var iken bugün ayakta kalmayı başarmış olan sadece 7 kilise var. Buna mukabil 6000 civarındaki Müslüman nüfusa hizmet eden 7 cami var.

Bu durumu, birileri bir “Rum adası” olan İmroz’u Gökçeada’ya dönüştürerek, Türkleştirdiğimizin sonucu olarak değerlendirebilir. Ancak ben de şu soruları sormak isterim: Gökçeada ve Bozcaada 1923 nüfus mübadelesi anlaşmasının dışında tutulduğu halde; Lozan Antlaşması’nın hükümlerine göre, Rum nüfusun yoğunlukla yaşadığı iki ada için Türkiye hususi yönetmelik hazırlaması gerekirken (hâlihazırda böyle bu yerine getirilmiş değildir), adadaki Rum nüfus 1960 sonrası nasıl buharlaşmıştır? Yoksa benim bilmediğim bir “tehcir kararnamesi” mi uygulamaya kondu? Yoksa kamuoyunun malumu olmayan yeni bir “mübadele” mi gerçekleşti?

Kestirmeden cevabı elbette, Yunanistan’la Türkiye arasında yaşanan Kıbrıs eksenindeki siyasi tartışmalardır ama bu olup bitenleri, ne insaniyeten, ne uluslararası hukuk açısından ve ne de İslamiyeten açıklamaya yeterli değildir.

İçinizden birilerinin “Efendim mütekabiliyet gereği!” dediklerini duyar gibiyim. Bugün uluslararası hukukta ve dahi AB müzakereleri bağlamında anlamsız hale gelen “mütekabiliyet” teranesi, Batı Trakya’daki dindaşlarımızın ve soydaşlarımızın en temel dini haklarını temin etmediği gibi, yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Hristiyan vatandaşlarımızı da din adamlarını yetiştirebilecekleri Ruhban Okulu’ndan mahrum bırakmaktadır.

Batı Trakyalı Müslümanlar “mütekabiliyet” politikaları ile değil, ancak Yunanistan’ın AB üyeliği sayesinde haklarına sahip olmaya başlamışlardır.

Onca ihmale rağmen, otantik vasfını korumaya devam eden, taş işlemesinin ve sivil mimarinin müstesna örneklerini oluşturan tarihi Rum köyleri Tepeköy’ün, Kaleköy’ün, Bademli’nin ve Zeytinli’nin Arnavut kaldırımı döşeli, ancak “iki yüklü katırın geçebileceği genişlikteki” sokaklarında dolaşırken, nedense dilime çocukluğumun bir teranesi yerleşiyor:

“Akrabanın akrabaya ettiğini; akrep etmez akrepâya.” Yani akrabaların akrabalara ettiği kötülüğü, akrep nesli diğer akreplere yapmaz. Bu teranenin zihnimde tekabül ettiği mana ise, şoven milliyetçiliklerin, milletlerine yaptığı kötülükleri hiçbir yerli ve yabancı düşmanın yapmadığıdır.

Ben bu duyguyu, bazı balkan ülkelerinin ve özellikle Rodos’un vaktiyle birer Müslüman ve Türk beldesi olan sokaklarında dolaşırken de yaşamıştım.

O zihniyettir ki, 34 yılı laik Cumhuriyet döneminde olmak üzere toplam 127 yıl açık kalmış olan bir Ruhban Okulu’nu birden “rejim için bir tehdit ” olarak algılamaya başlar; bunun mukabili zihniyet de müstesna bir İslam mabedini cami olarak ibadete açmayı Rodos’un Hristiyanî karakterini bozar endişesi ile “Evlendirme Salonu”na dönüştürür. Ne garip ve anlamlıdır ki, bu zihniyetler yapıp ettikleri ile birbirlerini pek ala beslemektedirler.

Yazının başlığındaki İmroz’u ve Adranos’u görerek, birileri beni de vatan haini ilan eder mi bilemiyorum. Adranos, doğup 12 yaşıma kadar yaşadığım, Bursa’nın Orhaneli kazasının Kınık Köyü’nün içinde yer aldığı bölgenin tarihi adı. Cumhuriyet dönemi yöneticileri ilçenin adını Orhaneli olarak değiştirmişler. Ama yöre halkı, Adranos’u, Türkçe telaffuz kolaylığıyla Adırnaz olarak söylemeye devam ediyor. Vaktiyle kasabamız olan (şimdi ilçe) Orhan-ı Kebir’in ismini de, Türkçeleştirme gayretkeşliğiyle Büyükorhan olarak değiştirmişlerdi ama halk Orhan-ı Kebir demeye devam ediyor.

Selçuklu’nun kurucu aşireti olan Oğuzlar’ın Kınık boyundan geldiği anlaşılan köylülerimizin ne Müslümanlıklarına ve ne de Türklüklerine bir şey olduğu yok. Adırnaz demekle Rumlaştıklarına; Orhan-ı Kebir demekle de Araplaştıklarına dair en küçük bir emare yok ortada.

Şoven milliyetçilerimize duyurulur.

Cemal UŞŞAK / Bugün
cussak@bugun.com.tr

Yorumlar kapatıldı.