İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Asıl bizim aramızda güzeldir hasret

Asıl bizim aramızda güzeldir hasret

HALUK SUNAT
Psikiyatr

Berna Müküs Kaya (Radikal İki’deki yazısında), akıp giden zaman çok uzun yıllara yayılmamış olsa da, ayrıldığı şehre, Van’a, öncesinde sormadığı sorularla dönüyor. Neden, Agop adında bir komşuları ya da Vanuhi isimli bir halaları olmadığını, mesela, sormak istiyor. Merakını giderecek sorular değil, kendisini belleksiz kılmış hayattan hesap sormak -belki de zaman aşırı bir yası tutmak- üzere şehrine döndüğü anlaşılıyor.

Binbir Gece Masalları’nın tınısı ile bir iç dökümü olan yazısını şöylece bitiriyor, sevgili Berna: “Ah sevgili Van! Senin hüznünden kalbime akan bir damlanın ağırlığından bitkin, geriye kalmış sayılı bahçelerden birinde dedemi dinliyorum şimdi: ‘Buraların hepsini beton yaptılar kızım. Bize de bu bahçe için çok para teklif ettiler ama yok dedim. Ben yaşadığım sürece Van’da olmak istiyorum. Bu bir yudum bahçe bana Van’dan geriye kalan tek şey. Anlayacağın sen Van’ı bırakıp gittin, Van da bizi’”.

O tek bahçe var mı, bahçeler ne âlemde, ben de o merakla gittim Van’a, sevgili Berna. Dedenizinkini bilemezdim elbet, ama bir benzeri olsun, var mı diye çok bakındım etrafıma –nafile, bulamadım. Evet, her yer betona kesmişti. Geçmiş zaman bahçelerinden ne bir örnek, ne de bir iz. Dedeniz, o bilge, o ziyade insan diliyle, o her şeyi adlı adınca anmanın dahi yüreğinizi iyiden iyiye dağlayacağı endişesi ile beton diyor, bahçe diyor, kendisini geçmişe bağlayan bir yudum bahçeye sığınmak istiyor ya usulca, inanın, dilindeki zarafet daha da dokundu bana, sevgili Berna.

Berna deyip duruyorum, bağışlayın, dedesi hayatta olamayacak yaşta olduğumdan zahir. Sizinse dilinizdeki incelik dedeli bahçenizin mahsulü olmalı –hiçbir şey sebepsiz değil. Evet; zamanın o geriye dönüşsüz yolculuğunda belki bir noktacıktı şehrinizden ayrılığınız. Gözünüzde yaşlarla Van Gölü otobüsünden terk ettiğiniz şehre baktığınız o ân ile ziyaretiniz arasına sığabilecek bir noktacık. Ama iç takviminiz, sizin dede dilinizle, öyle demiyordu: “Asırlardır ayrısın!”

Bak, ne diyeceğim, ilk gün, akşama doğru, hani sizin oranın tatlı serin yaz esintisi başlıyor ya, o saatlerde Kale’ye çıkmak istedik. Meğer asıl giriş yeri ötedeymiş –epeyce ötede. Neyse, hamle ettiğimiz kapının arkasında bir güzel insan vardı, Erol Bey diye (hayatta bizden başka kimseciklerin ağzından ‘Bey’i işitmediğini hissettiren) bir bey. Bir de ortalıkta dolanan bir kedicik. Radyosunda da yanık güzel türküler. Nöbetteydi Erol Bey. Hemencecik kedisinin hikâyesini anlatır oldu. Geçende bir bisikletli kapıp götürmüştü, daha ‘isim bırakmadığı’ kediciğini. İnanır mısın, sevgili Berna, “Çok koştum peşinden, ama nasıl, yetişemedim. Döndüm çaresiz. Geldim oturdum buraya. Ağladım, ağladım. Belki yarım saat, bir saat,” dedi, o güzel insan bir yandan da bize çay ikram ederken. Dedim, bağı-bahçeyi yıkan, hayatımızı tekmil betonlaştıran, Erol Bey’inki gibi bir yürek olamaz. Kedinin dahi yarenliğinin kıymetini bilen, elinden koparılıp alındığında yasını tutabilen bir yürek… Şükür, kediciği de çıkıp gelmişti sonradan. Yokluklarının acısı ‘asırlarcasına’ içimize işlemiş olanların dönüp gelmesi ise ne mümkün!

Ertesi gün, -sizin orada bizden başka herkesin ‘Akdamar’ diye andığı- Ahtamar Adası’na gider olduk. Edremit minibüsüne binmişiz, Gevaşınkilere binmek gerekirken. “Durun hele, geçer bir Gevaş minibüsü, geçin oturun şöyle,” diye, dükkânının gölgeliğinde bizi ağırlamak isteyen bir beyden de söz etmeliyim, sevgili Berna. Gevaş minibüsü hiç geçmedi mi, geçenleri biz mi durduramadık, bilemedim (zira, günlerden pazardı, pek sık geçmezlerdi, belki de düğünlere gitmişlerdi) ama oracıkta o bey, -nereden geldiğimizi, kimlerden olduğumuzu, kendine göre tespit etti ya- Kürtlerin ne kadar işe yaramaz, dahası, nasıl da her türlü belanın müsebbibi olduklarını anlatadurdu -şehvetle, bir Sünni Müslüman Türk olarak. İşte, o adamdan biraz şüphelendim ben sevgili Berna. Betonculardan olmalıydı. Yoksa bir insan, şunca tarihi paylaştığı ve paylaşmakta olduğu insanlar hakkında nasıl böyle konuşabilirdi -misafirine üstelik?

Sonra, bu soruyu, o, ötedeki Kale kapısından girip de yorgunlukla düzüldüğümüz dönüş yolunda bizi arabalarına alanlara sordum. Arabanın sahibi olan, “Evet, ben Türküm, bakın bu arkadaş da Kürt,” diye yan koltuğunda oturan genç adamı işaret ederek, “Kürtler öyledir, yaramaz adamlardır, ama ben bu adamı severim Kürt olduğu halde” diye yüksek perdeden bir sesle -gayet tutarlı bir biçimde ve isabetle- açıkladı kanaatini. “Peki ama, Türkler de şöyledir yollu toptancı kötülemeler olduğunda hoş gelir mi size?” diye üstelememle, “Asıl ben size söyleyeyim mi, Türk-Kürt meselesi de değil, bizi bölen, bize düşman olan Ermenilerdir, başka bir şey değil!” diye kükremesin mi! Usulünce helalleşip tatlı canımızı Türk-Kürt ittifakı Hamidiye Alayı cipinden gecenin karanlığına hoplatışımız karımının böğrümü dürtmesi marifetiyledir, sevgili Berna. Hopladığımız yerde, dedim, bağı-bahçeyi viran eden antropolojik tür bu olmalı.

Ahtamar Adası’na, Ahtamar Kilisesi’ni ziyarete gitmeden önce, Kültür ve Turizm Bakanlığı İl Müdürlüğünce hazırlanan kitapçığı da okudum. İngilizce ve her halde yabancılara hitap etmesi düşünülmüş olan kitap ‘Akdamar’ başlığını müthiş mizahi bir açıklama ile tamamlıyordu: “İki âşığın cansız bedeni Van Gölü’nün yüzünde buluştu böylece. Ve o günden sonra ada, ‘Ah Tamara’ (Oh, Tamara!), günümüzde ise ‘Akdamar’ diye anılır oldu”. Ahtamara, Ohtamara, Akdamar! Yakıştırılmış hikâyenin dahi devamlılığını bozan türde bir uyaksızlıkla, neredeyse, malum yakışıksızlığa işaret edilmekte. Yakışıksızlık, bütün bir dünyada Ortaçağ Ermeni mimarisinin en güzel eseri kabulü gören kiliseye muamelede de âşikâr. Birer ahıra dönüştürülmüş öteki örneklerinin yanında muhakkak öp de başına koy misali, lakin, başında durmayan bekçisi, içki içip âlem yapılan bahçesi (şen olasın Alperenler Ocağı!) ve tam teşkilatlı piknikçileri ile mâkûs âkıbet pek de uzakta olmasa gerek.

Sondan bir önceki günün akşam üstü, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’li, ‘Vatan Bölünmez/ Komando’lu, ay-yıldızlı tepelerin çevirdiği (Atatürk portresinin -Kale tepesinin tepesindeki- ışıkları yanmış mıydı, farkında değildim) şehirde, neredeyse ‘yapı-sökümcü’ bir duyarlıkla -‘alışılagelenin’ yerine- kavşaklara dikilmiş heykellerin (Van Kedisi Heykeli, Tahıl Öğüten Kadın Heykeli…) bir benzeri, ‘Van Gölü İncikefali Balığı Heykeli’nin oradan, ilginçtir, Cumhuriyet Caddesi’ne doğru yürürken karşılaştık Erol Bey’le. İki günlük hasretlikle sarıldık birbirimize. Kardeşimiz Hrant’ın -1915’in tasviri- duruşmalarındaki maskaralıktan, mezarsız -matemsiz- faili JİTEM kayıplarıyla ‘Cumartesi Anneleri’nin acılarından, ‘otuz üç kurşun’un kışlalı yankısından çok uzakta değildik.

Sarıldık. Tarihin tanığı ve belleği Van Gölü’nün acılı rüzgârı sarmaladı bizi, sevgili Berna. Ve her birimizin kulağına fısıldadı: “Kaç yıllık hasretimin koncası,/ Gözlerinden,/ Gözlerinden öperim./ Bir umudum sende,/ Anlıyor musun?”.

_____________________________
* Başlık, Ahmet Arif’in, ‘Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden’, yazının sonundaki dizelerse, ‘Anadolu’ isimli şiirindendir.

Yorumlar kapatıldı.