İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Özür kampanyası’ndan Fransa’da Ermeni günlerine

‘Özür kampanyası’ndan Fransa’da Ermeni günlerine 

Özür Kampanyası ve Hrant’ın cenazesi kapıları araladı. Belediye meydanında Hovannes Altunyan’ın heykeli dikili. ‘24 Nisan’ Marsilya’da bir cadde adı.
06/07/2009

Ana caddenin adı: ’24 Nisan 1915 Caddesi.’ Altında da izahatı: Ermeni Soykırımı

BASKIN ORAN (Arşivi)

BAŞLARKEN

1915’te yaşananlar nedeniyle derin bir kırılmaya uğrayan Türk- Ermeni ilişkilerinde son yıllarda, bütün olumsuzluklara rağmen, iyi gelişmeler de yaşanıyor. Bundan 10 yıl önce İstanbul’da bir ‘Ermeni Konferansı’ düzenleneceğini söyleseniz kim inanırdı; hele bir de bu konferansta bazı katılımcıların 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak niteleyeceğini.
Ya ‘Özür Kampanyası…’ Sadece dar görüşlü Türk milliyetçilerinin değil, şahin Ermeni diasporasının da ideolojik denklemlerini altüst eden ‘Ermenilerden Özür Kampanyası’na Türkiye’den 30 bini aşkın kişinin imza kayacağına birkaç yıl öncesine kadar kaç kişiyi inandırabilirdiniz.
Yüzlerce yıl aynı topraklarda iç içe yaşamış Ermenilerle Türklerin geçmişle hesaplaşarak barışmaktan başka şansları var mı; bunu başarmanın da diyalog dışında bir yolu?
Baskın Oran’nın diaspora köyünde geçirdiği üç güne ilişkin notları, her şeye rağmen diyaloğun mümkün ve zorunlu olduğunu gösteriyor.

Geçen yılın 26 Ocak günü Paris’in 10. Bölge belediye sarayındaydık. Cânım Hrant’ın yurtdışında yapılan ilk anma toplantısı. Özelliği şu: Paris’teki Türklerden ve Ermenilerden birer dernek ilk defa ortak bir platform oluşturarak ilk kez ortak bir faaliyet yapıyor: Türklerin Şimdi, Ermenilerin Hos=Burada derneği. Hrant’ın ölüsü birleştirdi onları; kim olacak.
Agos’un yazıişleri müdürü Aris Nalcı ve Hrant’ın avukatı Fethiye Çetin’le birlikte yaptığımız ‘Hrant İçin, Adalet İçin’ başlıklı açıkoturum sona erdi, dinleyicilerin soru ve yorumlarına geçiliyor.
Fransa’daki diasporayla ilk yoğun temasım. Onların da bizimle ilki. İki taraf da tedirgin hatta gergin. Ama Hrant’ın bağdaştırıcı ruhu dolaşıyor olmalı ki koca salonda, sorular ve yorumlar çatışmaya değil uzlaşmaya yönelik bir havada. İki taraf da rahatlıyor yavaş yavaş, dakikalar geçtikçe.
Derken, iriyarı bir dinleyici söz aldı. Söylediklerinden çok, coşkusu sarıyor insanı. Adının Michel Abrahamian olduğunu öğreniyorum. Sonra da Ermenice adını: Muşer.
‘AvrupalıTürkiye’ (TurquieEuropeenne) diye bir dernek var Fransızlar tarafından kurulmuş. Türkiye’nin AB’ye girmesi için çok mantıklı bir mücadele veriyor. Ertesi gün onlara ‘Türkiye’de Kimlikler ve Kimlik Çatışmaları’ üzerine bir konuşma yapacağım, ayrıca ‘M.K. Adlı Çocuğun Tehcir Anıları’nın yeni çıkan Fransızcasını imzalayacağım, baktım, dostum Dr. Dilaver’le (Erbilgin) Muşer de gelmiş. 1915’in dehşet anılarıyla dolan ve taşan, ama Türklerle de diyalog kurmaya hazır, çok ilginç bir insan. Çok ilginç, çünkü genellikle bu karışımdan pek yapılmıyor. Bağları koparmamak üzere vedalaşıyoruz Muşer’le.

Ermeni festivaline davet
Geçenlerde kendisinden bir ileti aldım. Özür Kampanyası’na çok mutlu olmuş. O coşkulu üslubuyla övüyor, tebrik ediyor. Bir de, Güney Fransa’da, Avignon kenti yakınlarındaki Althen-des-Paluts köyünde, ‘Althen Ermenistan’la Buluşuyor’ adlı Ermeni Günleri düzenliyormuş, bizim Kampanya’yı anlatayım diye beni davet ediyor. Şunlar şunlar gelecek, diyor.
Hoş olur. Diasporayla diyalogu fevkalade önemsiyorum. Ama terminoloji belası yine diyalogu engelleyecek diye korkarım. Her zaman başımıza gelen, daha bir süre de gelmesi kaçınılmaz gözüken şey vuku bulacak: Yok soykırımdı yok değildi kör dövüşü çıkacak. Ciddi bir şey konuşamayacağız. Tek bir kelime yine canımıza okuyacak.
Gerçi gidince davetliler arasında Michel Marian, Jean Kehayan, özellikle de Gerard ve Isabelle Torikian gibi çok rahat diyalog kurulacak insanlar bulduğumu göreceğim ama, bana bildirilen davetlilerin esas olarak her biri sertlikleriyle tanınmış kişiler. Her biri bir Ermeni kuruluşunun (radyo, dergi, dernek, vb.) yöneticileri olan Ara Toranian ve Laurent Leylekian gibi ağır toplar ve bu konuda onları aratmayan Yves Ternon ve Bernard Henri Levy gibi Fransızlar. Bendeniz, tek tabanca.
Larousse’ta “tête de Turc” karşılığında şöyle yazar: “Une tête sur laquelle tout le monde frappe” (herkesin bir şaplak attığı kafa). Muşer’e yazdım. Günah keçisi olacaksam olmaz, dedim.
Bir süre sonra, herhalde emin olmak için başkalarıyla konuştu, bütün samimiyetiyle garanti verdi: “Sen benim de misafirimsin, Tanrı’nın da misafirisin”. Zaten böyle durumlarda bir garanti de ancak bu kadar verilebilir.
Kararı verdik, ama benim endişemi artıracak bir olayla başlıyoruz. Açıkoturumun yöneticisi katılımcılara yazdı: “Açıkoturumun sonunda, inkârcı Türk devletini ve bu inkârcılığı Fransız basınına taşıyan Liberation gibi gazeteleri kınayan bir bildiri çıkarmayı öneriyorum” diyor. Liberation deyişinin sebebi, orada geçenlerde çıkan iki makale. Birisi, Özür Kampanyası başlatıcılarından Cengiz Aktar’ın Kampanya’da kullandığımız, sonra da Obama’nın aynen tekrarladığı “Medz Yeğern” (Büyük Felaket) terimini ele alan makalesi. Diğeri, ünlü Fransız kamuoyu araştırmacısı Pierre Weil’in yine Kampanya’yı öven yazısı. Bu nasıl basın özgürlüğü anlayışı yahu? Zavallı Muşer arada kalacak ama, öneriyi yapan yöneticiye özetle şunları yazdım:

‘İnkârcı’ kimdir?
“Korkarım, ‘inkârcı’ tanımınız epey sorunlu. 1915’teki dehşete soykırım adını vermeyen herkesi ve her kurumu böyle anıyorsunuz. Benim lügatçemde ve Özür Bildirgesi’nde ‘inkârcı’ şudur: Anadolu Ermenilerinin etno-dinsel bir temizliğe tabi tutulduklarını reddeden kişi veya kurum.
“1915’teki insansal kanamayı, 1948 BM sözleşmesindeki hukuksal terim olan soykırım’la anmayı siyasal olarak tercih edebilirsiniz. Böyle bir adlandırma, bilimsel olarak yetkili bir uluslararası yargı organı kararı gerektirdiği halde, itirazım yok. Ama, özellikle de moderatör olarak, konuşmacıları bu terimi kullanmaya zorlamamalısınız. Ermeni olayında hiçbir hukuksal ve ekonomik sonuç yaratmayan bu terim, Türk devletinin inkarcılığı yüzünden şu anda Ermeniler için sosyo-psikolojik bir tuzak oluşturmuş vaziyette. Her yılın aynı günü bu büyülü kelimenin bir Amerikalının ağzından çıkması için gözlerini dikip bekliyorlar. Ermeniler gibi onurlu bir halk için çok aşağılayıcı bir durum bu. Aynı şey Türkler için de geçerli: Bu kelimenin bir Amerikalının ağzından çıkmaması için gözlerini dikip bekliyorlar.
“Osmanlı Ermenilerine eşi menendi görülmemiş bir adaletsizliğin yapılmış olduğu konusunda herkes hemfikir ise, bırakalım herkes istediği terimi kullansın.
“Bir de, açıkoturumun, adına rağmen, iki konusu olacak diyorsunuz. Bunlardan birincisi yani ‘Sivil toplumun rolü’ zaten açıkoturumun konusu. Diğeri, yani ‘Türk devletince 90 yıldır inkâr edilen bir soykırıma uğramış olan Ermeni halkının ‘temel haklarının tanınması için mücadele’ ise siyasal bir tavır alış. Her Allahın günü ben ve arkadaşlarım Türk devletinin Ermeni konusundaki inkârcı tavrını kınıyoruz. Ama bunu yurtdışındaki bir Ermeni festivalinde tekrarlamak fazla kolay ve benim için fazla şekerli olur. Bana onur getirmez. Hele Fransız basınını kınamak konusunda hiç aynı fikirde değilim”.

Muşer’in öyküsü
Olaydan haberi olan Muşer her zamanki samimiyetiyle her şeyin iyi gideceğini bildiriyor. Yeter, benim için. Marsilya havaalanına vardığımızda da, kucağında Feyhan’a getirdiği sarı-kırmızı güllerle ve o kocaman gülümsemesiyle karşılıyor bizi.
Ben Marsilya’yı biraz sübyanken, taa 1962’de görmüştüm. Yaklaşık 1.5 saat mesafedeki köye hareket etmeden kentin içinden geçip Feyhan’ın da bir görmesini sağlamak mümkün olur mu acaba diye düşünürken Muşer diyor ki: “Şehrin içinden geçerek gitsek… Festival için baklava ısmarlamıştım da.”
Yolda konuşuyoruz. Ailesinin Türkiyeli olup olmadığını soruyorum. Annesi 1911 Kırşehir doğumlu imiş. Annesinin babası Mihran Bayramyan toprak sahibi. 1915’te kaymakam (“Kaymakam veya başka bir mudir” diyor Muşer) tarafından çağrılıyor, herhalde tehcir haberi için. Eve giderken saldırıya uğrayıp öldürülüyor. “Elimde Arapça harfli bir tapu var, neye yarar bilmiyorum. Galiba eşraftanmış dedem” diyor.
Babasını sordum, “O da 1911 doğumlu. Süphan Dağı eteklerindeki Adilcevaz’dan olabilir; belki de Van Gölü kuzeyinden. Ama o günkü isimlerle bugünkülerin alakası yok ki” diyor. Babası sadece “Bir suyun kıyısından gittik, atın üstünde, annemle” dermiş; o kadar hatırlarmış. “Bütün bunlar geçmiş, gitmiş. Önemli olan bu halkı o toprağa bağlayan şeylerin sökülüp atılması, tarihten kazınması” diyor Muşer.
Geride kalanların Fransa’ya nasıl vardıklarını bilmiyor. Kendisi orada doğmuş.

‘24 Nisan 1915 Caddesi, Marsilya baklavası
Marsilya’nın özellikle Ermenilerin oturduğu mahallesinde olmalıyız şu anda. Ana caddenin adı: ‘24 Nisan 1915 Caddesi.’ Altında da izahatı: “Ermeni Soykırımı”.
Tatlıcı dükkânı, adını Hamidiye Alayları’nın ilk ciddi katliamını 1894-96 yıllarında yaptığı yerden almış: Sasun. On beş-yirmi paket baklavayı Muşer’in jipine yükleyip bir de kent merkezi turu atıyoruz. Eski Liman’ın hemen çıkışında, 1962’de yerde gördüğüm mermer yazıtı soruyorum Muşer’e, “Hemen şu anda önünden geçiyoruz” diyor. “Marsilya kenti, İ.Ö. 600’de buraya ilk ayak basan Foçalılar tarafından kurulmuştur”.
Bir buçuk saat sonra Althen-des-Paluts köyüne giriyoruz. Etraf tabii ki yemyeşil ama ben bu kadar sulak yer görmedim hayatımda. Her yer akarsu ve kanal. Zaten yerleştiğimiz otel de eski bir su değirmeni. Bir ilginç tarafı daha var: Hiç kalkmadan sürekli uyuyan Mastiff cinsi devasa bir siyah köpek. Bu üç günü bizimle geçirmeye gelen dostum Dr. Dilaver’in üstü açık Volvo C70’ine bir pençe atsa devirir alimallah ama Allahtan sürekli uyuyor. Uyuyor da, Dilaver’in davetlisi olarak bize katılan Pınar’ı (Selek) ben yokken bir kovalamış ki, o kadar olur!
Köyün festival yeri olarak seçiliş sebebi ise, 250 yıl önce buraya gelen bir Ermeni! Adamın heykeli bugün Belediye meydanında dikili. 1943’te Naziler obüs yapmak için alıp eritmişler, 2005’te tekrar yaptırıp dikmiş köy halkı.

Altunyan, nam-ı diğer Althen
Nahçıvan’da İran Ermenisi olarak doğan Hovannes Altunyan (1710-1774) Osmanlı’dan kalkıyor, bu köye 15 km mesafedeki Avignon’a geliyor 1756’da. Torbasında, hani adını çok duyduğumuz ama ne olduğunu, ne renk olduğunu genellikle bilmediğimiz ‘kök boya’yı köklerinde taşıyan ‘kızılkök’ bitkisinin tohumları. Gizlice getirmiş. Çünkü, özel olarak kızılkök için incelemedim ama, biliyoruz ki o tarihlerde Osmanlı idaresi birçok hammaddenin dışsatımını çoktan yasaklamış durumda. Sebebi, ilk duyana acayip gelebilir ama, küreselleşme!
15. yy sonunda Yeni Dünya’nın keşfi üzerine İspanyollar G. Amerika’ya üşüşüyorlar, Yerli uygarlıklarının o cânım altın ve gümüş yapıtlarını Avrupa’ya getirip eritiyor ve para basıyorlar. O parayla Avrupalı tüccar Osmanlı’nın üretimi kendine ancak kâfi gelen ekonomisinde muazzam bir hammadde talebi yaratıyor. Böyle bir durumla (yani enflasyonla) ilk defa karşılaşan Osmanlı idaresi de çareyi kolayında buluyor: İhracatı yasaklamak. Sonuçta hem ihracat gelirinden yoksun kalıyor, hem de sınırları kevgir gibi olduğundan hammaddeler bu sefer kaçakçılıkla çıkıp gidiyor.
Kralın kendisine bölgede tahsis ettiği topraklarda Altunyan (artık Avignon’da Jean Althen olmuştur) kızılkök ve pamuk ekimine başlıyor. Ama, Lyon’daki ipekli üreticilerinin düşmanlığını celbetmiştir. Henüz elle tutulur bir başarı sağlayamadan kızının evinde fakr-u zaruret içinde ölüyor. İşte köye adını veren Althen, bu Altunyan.

YARIN: Diaspora nereye gidiyor?

———————
Diasporanın diyalogla tanışmasını canlı yaşıyorum

07/07/2009

‘Diasporanın Durumu ve Perspektifleri’ adlı oturumda farklı söylemler uçuşuyor. Hrant’ın cenazesi ve Özür Kampanyası’ndan sonra diaspora da tartışmaya başlıyor şimdi. Her şeyi ve tabii ki en başta kendini

BASKIN ORAN (Arşivi)

Festival 8 ilâ 10 Mayıs arasında üç gün sürecek. İlk gün, Venedik’teki Katolik Ermeni rahiplerinden Harutyun Bezdikyan’ın bir filmiyle başlıyoruz. Senin-benim gibi Türkçe konuşmayı doğduğu Lübnan’da öğrenmiş olan Bezdikyan’ı bir yerden hatırlıyorum ama nereden. Kendisi anımsatıyor: 2004’te Venedik’te bir sempozyuma gitmiştik. Adacıklardan birinde bir Ermeni manastırı vardı, bize gezdirmişti. Napoleon burayı fethettiğinde bütün manastırları kapatmış, bir tek bu Mıhitaryan Tarikatı manastırına dokunmamış. Çünkü bir gözlemevi ve bayağı zengin bir Mısır müzesine sahip olmanın yanı sıra, araştırma yapan bir kurum.
Bezdikyan bütün Ermenistan’ı dolaşarak ormanların içinde veya dağların tepesinde kaybolmuş kiliseleri ve manastırları çekmiş. Ermenistan topraklarından ulaşmak imkânsız ise Gürcistan’a geçmiş, oradan dolaşıp filme almış.
Bunun yanı sıra festivalde 6 film, 3 konser, Ermeni folkloru gösterileri, Ermeni mutfağı dersleri var. Konserler arasında özellikle, 1957 Lyon doğumlu caz ustası Andre Manoukian ve Caz Triosu çok önemseniyor. Büyük toplantı salonunun önünden geçerken gördüm, orta boy bir TIR kamyonu yanaşmış, kuyruklu bir Steinway piyano indiriyorlardı pırıl pırıl. (Çok yanıyorum, biletini aldığım halde bu konsere gidemediğime; farkında olmadan birine bir akşam yemeği sözü vermişim, vazgeçemedim). Manoukian konserinin yanı sıra Nevchehirlian (Nevşehirliyan) ve Lavach (Lavaş; geleneksel Ermeni ekmeğinin adı) gibi Ermeni müzik gruplarının isimleri.
Açık havada kermes biçiminde kitaplar, el sanatı eserleri, incik-boncuk satılıyor. Öğlen yemekleri, hep aşina olduğumuz şakşuka, humus, zeytinyağlı yaprak sarma, acılı ezme, lahmacun… Ve tabii bir de, Marsilya’dan aldığımız baklavalar.
Festivalin onur konuğu çok güzel bir kadın. Adı Shamiram Sevak. İncecik, alımlı, zarif, kibar. Her gün çok şık ve farklı giyiniyor, genellikle kot pantolon tercih ediyor; arka cepleri taş işlemeli. Yanında, İsabelle adlı daha genç bir hanım.
Eğer biraz daha ayrıntı istiyorsanız, kendisinin doğum yılı 1914. Tekrar edeyim: 1914. Feyhan’a sordum, bu hanımın yaşını tahmin eder misin, dedim. En fazla 75, dedi. Oysa resmen 95 yaşında. Bu kadar olur. 24 Nisan 1915 günü İstanbul’dan toplanan ve neredeyse tamamı öldürülen Ermeni aydınlarından olan, 26 Ağustos’ta Ankara yakınlarında katledildiği bilinen şair Dr. Ruben Sevak’ın kızı. “Babamı kollarımdan aldılar” diyor. 1 yaşında olduğu için hatırlamasına imkân yok; anlatılanlar belleğinde kalmış olmalı. Fakat bütün olay da zaten bu değil mi? Yetmez mi?
İlk açıkoturum:

Diaspora nereye gidiyor?
Bir de, 3 tane açıkoturum var. ‘Diasporanın Durumu ve Perspektifleri’yle başlıyoruz. Kısaca ve bölük pörçük de olsa not edebildiklerimi toparlamaya çalışayım. Konuşmacılardan ilki bir tahlille başlıyor: “Diaspora dört kuruma/kavrama dayanıyor: Kilise, Taşnak Partisi, Jenosit, Ermenistan. Sonuncusu yirmi yıldır var”. Soru-cevap bölümünde itirazlar geliyor: “Fransız dediğin zaman, benim nüfus cüzdanımdır. Gerisi, Ermeni kültürümdür. Ben ateistim. İnanç önemli değildir”. Ona da cevap veriliyor: “İman cemaatle ilgilidir; bireyle değil”.
Bir diğer konuşmacı eleştirel giriyor: “Jenositten sonra hayat var mı? O kadar mazoşistiz ki arkamızda bir devlet bile yok. Size şunu söylemeye geldim: Bütün bunlar böyle kaldığı sürece müzelik olacak. Kendimizi bir hücreye kapattık. Artık zamanı geldi: Mülteci psikolojisinden çıkmak ve üretmeye başlamak. Bir ışığa ihtiyacımız var. Gomitas yirmi yılda dört bin şarkı topladı. Milliyetçi, yalnız kendi ulusal değerlerini değil, başkalarının değerlerini de anlayandır”.
Çok farklı söylemler birbirini kovalıyor, uçuşuyor: “Bizim derdimiz devletle; Türk halkıyla değil”. “Çocuklarımızı kin olmayan bir cemaatte nasıl yetiştirmeliyiz?” “Ermenistan-Türkiye yakınlaşması diasporayı zayıflattı”. “Öldürülme tehlikesi altındaki Türkler hakkında ne düşünüyorsunuz?” “Diasporanın bir kısmı Anglo-Sakson, bir kısmı Roma hukuku ülkelerinden. Bazı konularda teknik olarak, mesela tazminat konusunda, nasıl anlaşacağız?” “Ermenilerin tarihi jenositten ibaret değildir”. “Büyük Felaket için özür dileyenlere ve Hrant’a çok yakınım”. “Biz diaspora olarak görüşmelerden uzak tutulduk. Medz Yeğern hiçbir zaman jenosit anlamına gelmedi”. “İsterdim ki Kampanyacılar devletlerini özür dilemeye davet etsinler”. “Bir Ermeni [Ermenistan] köylüsüyle bir Türk köylüsü arasında nasıl ilişki kurmalı?”
Bu arada ASALA’nın terörist olup olmadığı konusu ortaya atılıyor. Biraz önce “Üşüdüm, üşüdüm, saramam ben” türküsünü tempo tutarak kulağıma mırıldanan yanımdaki adam, ki insanlara çok suhuletle yaklaşmayı gerektiren bir meslekten kendisi, kalkıyor, “ASALA’ya terörist demek doğru değil” diyor.
Konuyu yakından izliyorsanız siz de bunları okurken büyük olasılıkla aynı şeyi düşünmüşsünüzdür, ben dinlerken diasporanın kendi içinde diyalogla yeni tanışmasını canlı yaşıyorum. Şimdiye kadar bu diyalog yoktu. Çünkü Türk inkârcılığıyla mücadeleden başka hiçbir konu yoktu. Açık konuşalım, biz Türkiyeliler Ermeni meselesini kendi içimizde tartışmamakla kalmadık, diasporanın intikam almaktan başka şeyler düşünmesini de önledik dolaylı olarak. Hrant’ın cenazesi ve Özür Kampanyası’ndan sonra diaspora da tartışmaya başlıyor şimdi. Her şeyi ve tabii ki en başta kendini.

Bizim oturum: Türkiye’de İnkârcılık ve Sivil Toplum
İkinci gün saat 10’da bizim açıkoturum var: ‘Devlet İnkârcılığına Karşı Sivil Toplum’. Benden başka dört kişi: Michel Marian, Yves Ternon, Jacky Mamou ve Laurent Leylekian. Marian mülayim, diyalogun çok mümkün olduğu biri. Yves Ternon pek öyle değil; Venedik’teki konferansta Türkiye’den gelen bizlere şöyle demişti: “Şimdi gidin, bu söylediklerimi Ankara’daki efendilerinize anlatın!” ve şu anda Adalar Belediyesi’nde encümen üyesi olan Raffi Hermonn’un sert tepkisiyle karşılaşmıştı. Mamou’yu tanımıyorum. Leylekian’ın Taşnak Avrupa yöneticilerinden biri ve çok katı olduğunu duymuşluğum var.
Bildirim için 1 saat istemiştim, bana 30 diğerlerine 20’şer dakika verildi. Konuşmalarımı normalde yazmadığım için tamı tamına buraya geçiremem ama, aşağıdaki gibi bir konuşma yaptım:
Önce Türkiye’de sivil toplumun inkârcılık konusunda neler yaptığını, sonra da bu inkârcılığın sebeplerini anlatacağım. Birincisinden başlayalım.
Genel olarak azınlıklar konusu ve özel olarak da Ermeni meselesi Cumhuriyet Türkiyesinde daima tabu olmuştur. Tabu’nun tanımını isterseniz, sizin için kıymetli olan şeyleri (onurunuzu, özgürlüğünüzü, bazen de hayatınızı) tehlikeye sokmaksızın ilgilenemeyeceğiniz konudur.
Türkiye sivil toplumu son yirmi yılda doğdu. Ermeni meselesinde iki cephede mücadele veriyor: 1) Devlet katındaki inkârcılık; 2) Halk katındaki inkârcılık. Bu ikincisi çok daha önemli çünkü hem birincisi tarafından eğitim yoluyla besleniyor, hem de onu besliyor.
Zaman sorunu olduğundan, bu mücadelelerin birkaçını saymakla yetiniyorum (Şu unsurların adını sayıp geçtim: Taner Akçam ve Ragıp Zarakolu başta olmak üzere yayın faaliyeti, 2004 Azınlık Raporu, 2005 Ermeni Konferansı, 2007 Hrant’ın cenazesi, 2009 Sarı Gelin CD’si olayı, Eskişehir’deki “Köpekler Girer Ermeniler Giremez” ve Kayseri’de Hitler’in ruhuna dağıtılan helva gibi olaylara verilen tepkiler, 24 Nisan’da İstanbul’da 1915’i anma)
Şimdi size Türkiye sivil toplumunun düzenlediği Aralık 2008 Özür Kampanyası’nı ayrıntısıyla anlatmak isterim.

Özür Kampanyası
Dört kişinin hazırladığı metin 350 aydın tarafından desteklenerek 14 Aralık 2008 gecesi bir internet sitesinde imzaya açıldı. Birkaç gün içinde 30 bin kişi imzaladı. Metin şuydu: “1915’de Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”
Neden bu kampanya? İki temel amaca ulaşmak için:
1) Bir vicdan görevini yerine getirmek için: Ermenilerin yaklaşık bir asırdır evlerinde beraber yaşadıkları sevgili ölülerini nihayet gömebilmeleri ve onların yasını tutabilmeleri için bunu yapmak gerekiyordu.
Özür dileyenler, bir asır önce yapılanlardan hiçbir biçimde sorumlu değildi. Ama yine de özür dilediler. Çünkü:
– Asıl özür dilemesi gerekenlerin bunu yapmaya hiç niyetleri yoktu;
– “Kolektif suç” kavramı yoktu ama, “kolektif vicdan” diye bir kavram vardı.
2) Türkiye’de Ermeni meselesini nihayet enine boyuna tartıştırmak için: Kamuoyunda derhal patlayan protestolar sayesinde bu amaç tam olarak gerçekleşmiş bulunuyor.
Bir de, daha uzun vadede, Türkiye’de yapılmış tarihsel haksızlıkların artık tanınması devrini açmak için. Diğer gayrimüslimlere, ayrıca Kürtlere, Alevilere yapılmış haksızlıklardan söz ediyorum. İmzacılar en büyük tabuyu “kırılabilir” kılarak diğer tabuları kırmanın da yolunu açtılar.
Ermeni kamuoyunda bazıları Kampanya’dan rahatsız oldular. Düzenleyicilerin “gizli” emelleri olduğu söylendi; mesela Türk dış politikasını rahatlatmak gibi. Bu, tabii ki diasporadaki büyük bir huzursuzluğu, güvensizliği gösteriyor. Bu noktaya döneceğiz.

YARIN: Protestolar ve saldırılar
————————————–

Özür Kampanyası ve Hrant’ın cenazesi kapıları araladı 

08/07/2009

Ermeniler, Özür Kampanyası sonrası konuşmaya başladılar bizimle. Aslında bu tavır değişikliğini başlatan olay Özür Kampanyası değil, Ocak 2007’de Hrant’ın tabutu ardından 100 bin insanın yürümesi oldu

BASKIN ORAN (Arşivi)

(Baskın Oran’ın konuşması devam ediyor) 15 Aralık sabahından itibaren ortalık cehenneme döndü. Protestocular özellikle iki noktaya çok sinirlenmişlerdi: ‘Büyük Felaket’ ve ‘Özür diliyorum’.
‘Büyük Felaket’e niye sinirlendiler? Çünkü Türkler bu terimi ‘Soykırım’ olarak okudular. Soykırım kelimesi Türk kamuoyu için tek bir anlama gelir: Nazilerin Yahudileri ortadan kaldırması. Duydukları anda çok öfkelenirler ve kulaklarını otomatik olarak tıkarlar. Artık bir şey dinletemezsiniz. Olay kilitlenir.
Oysa, Ermenice ‘Medz Yeğern’ teriminin tam çevirisi olan bu terim imzacılar tarafından özenle seçilmişti:
1) Soykırım kelimesinin kullanılmaması Türk kamuoyunun yabancılaşmasını önleyecekti,
2) Bu Ermenice terim Ermenilerin soykırım kelimesi 1944’te icat edilmeden önce 1915 için kullandıkları en yaygın terimdi. Böylece Ermenilerin acılarına mütevazı bir ilaç olacaktı. Ayrıca Erivan’daki anıtın da ismiydi.
İlginçtir: Daha önce de dediğim gibi, ulusalcı Türklerin yanı sıra kimi Ermeniler de tam ters bir simetrik nedenle Medz Yeğern’e çok sinirlendiler: Soykırım teriminden başka terim duymak istemiyorlardı. Bazıları, Özür Kampanyası’nın Soykırım terimini sulandırmak ve Ermeniler arasında kargaşa yaratmak için başlatıldığını söylediler. Bir başkaları, Medz Yeğern’i hayatlarında ilk defa duyduklarını bildirdiler. Hiç Ermenice bilmeyen Ermenilerdi bunlar; çoğu Amerikalı.
Dikkat ettiyseniz biraz önce “Erivan’daki anıtın adı” dedim. Özellikle ABR Başkanı Barack Obama, Medz Yeğern terimini kullandıktan sonra Erivan’daki anıtın ismi hakkında diasporada çok yanlış bilgiler yayılmakta. Bu terimi reddetmek bağlamında, anıtın adının ‘Soykırım Anıtı’ (Tzidzernagabert) olduğu söylenmekte.
Oysa bu, yine diaspora Ermenilerinin Ermenistan’ı ve Ermeniceyi pek bilmemesinden kaynaklanan ciddi bir yanılgı. Bir dilbilimci olan Mıhitaryan ilahiyatçı dostum Prof. Dr. Levon Boğos Zekiyan’dan da özenle tahkik ettim. Tzidzernagabert, anıtın değil, üstünde bulunduğu tepenin adı. Anlamı da: ‘Kırlangıç Kalesi’. Bert: Kale. Tzidzernagabert üstündeki bu anıtın gerçek ve resmi adı şöyle: ‘Medz Yegherni Hushardzan’ (Büyük Felaket Anıtı).
Belki hatırlayacaksınız, Papa 2001’de Erivan’ı ziyaretinde Medz Yeğern’i kullanınca Ermenistan’daki hiçbir Ermeni protesto etmeyi aklına getirmedi çünkü herkesin kullandığı buydu. Ermeni Patriği Karekin II, aynı terimi aynı gün Ermenice yaptığı konuşmada kullandı ve bu konuşma İngilizceye çevrildiğinde terimi ‘Büyük Felaket’ değil ‘Soykırım’ olarak çevirmek tercih edildi.
‘Özür diliyorum’a gelince. Hiçbir şüphe yok ki eğer Kampanya “Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyorum” deyip bıraksaydı ve “Onlardan özür diliyorum” diye bitirmeseydi 30 bin imzayı üçe katlamak işten bile değildi. Yaptığımız bütün nabız yoklamalarının gösterdiği budur. Fakat o zaman da, yukarıda anlattığım iki amaca ulaşılmamış olacaktı. Her şey bir arada olmuyor.

Protestoların ‘tez’leri ve ‘tema’ları
Eğer aldığımız ölüm tehditlerini, hakaretleri, Kampanya’yı sabote etmek için gönderilen ve teker teker temizlediğimiz 6 bin sahte imzayı ve sitemizin 9 kez çökmesine yol açan sayısız siber saldırıları bir kenara koyacak olursanız, bu protestolarda iki ‘büyük tez’ görülüyordu:
1) “Sizler mutlaka Ermeni kökenli olmalısınız!”
2) “Eğer değilseniz, söyleyin kaç para aldınız!” Yoruma gerek yok.
‘Tema’lara gelince, onları da şöyle özetleyebilirim:
– “Sen bizim adımıza nasıl özür dilersin!”. Adamların yazması var ama okuması yok. Metni okumamışlar.
– “Yapmadığım bir şey için niye özür dileyecekmişim?” Aynı hazin durum.
– “Kimse benim dedelerime Nazi diyemez!” Daha önce söylemiştim.
– “Özür dilemek Soykırım’ı kabul demektir. Arkasından da tazminat ve toprak talebi gelecektir”. Oysa, biraz sonra anlatacağım gibi, bu kelimenin hiçbir hukuksal sonucu yok. Ayrıca, insanlar gelip de tapu veya benzeri bir belge gösteriyorsa neden hakları verilmesin? Türk devletinin ABD’de lobi şirketlerine ödediği milyonlarca dolardan daha mı pahalıya gelecek?
– “Milli davayı ve dış politikamızı zayıflattınız!”. Tam tersine, Türkiye sonuçta güçlenmiş oldu. İnsanlar Türkiye’de Hrant’ın katillerinden başka insanların da yaşadığını öğrendi.
– “Olanlar Türkiye’nin değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun zamanındadır!”. Evet ama, Cumhuriyet de bütün bunları saklamak için kendini paraladı. Bizim itirazımız buna.
– “Onlar da bizi öldürdüler. Onlar da özür dilesinler!”. İçinizden birçoğu muhtemelen şu söyleyeceğimden hoşlanmayacak ama, Ermenilerin de Müslümanları öldürdüğü doğru. Ama Armenian Weekly’de uzun uzun anlattığım bu kadar önemli bir şeyi buraya sıkıştıramam; sorular sırasında nasıl olsa sorulacaktır, o zaman ayrıntısıyla anlatacağım. Burada şu kadarını söyleyeyim:
Ermeniler de Müslümanları iki dönemde öldürdü: Birincisi 1870’lerin sonunda başladı. Doğu Anadolu Ermenilerini Kürt ve Çerkes saldırılarından korumak isteyen Hınçak çeteleri Bulgar Modeli’ni taklit etmek için (bunları sorularda açacağım) Müslüman köylerine saldırdılar. İkinci dönem, 1915 sonrası intikam saldırılarıdır ve Türkiye’de esas tepkiyi yaratan da budur. Fakat bütün bunlar bir ülkedeki iki halkın birbirini kırmasıdır. 1915’in farkı ve fecaati şuradadır ki, devlet kendi vatandaşlarını kırmıştır. Affedilemez.
– “Aynı kötü koşullarda Balkanlardan atılan milyonlarca Müslüman için kim özür dileyecek?”. Tabii ki Balkanlı aydınlar. Ayrıca, 1912 Balkan felaketinden niye Ermeniler sorumlu olsunlar ki?
– “Bize bütün tavizleri verdirmiş oldunuz. Artık Ermeniler niye oturup bizimle konuşsun ki?” Tam tersine. Ermeniler asıl şimdi konuşmaya başladılar bizimle. Mesela, beni buraya davet ettiniz. Önceden eder miydiniz?

Sizler Ermeni olmaktan önce insansınız
Aslında bu tavır değişikliğini başlatan olay Özür Kampanyası değil, Ocak 2007’de Hrant’ın tabutu ardından 100 bin insanın yürümesi oldu. Çünkü sizler Ermeni olmaktan önce insansınız. İster istemez etkilendiniz. Arkasından sırayla şunları yaptınız:
* Ocak 2008: Paris’te Hrant’ı anma töreni yapıldı. Ben de davetliydim ve yaklaşık olarak burada söylediklerimi söyledim. Diaspora dikkatle dinledi ve hiçbir tatsızlık çıkmadı.
* Mayıs 2008: Yönetmen Serge Avedikian, ‘Aynı Sudan İçtik’ adlı bir film yaptı ve Hrant’a adadı.
* Temmuz 2008: Uzun bir mülakatım Taşnak organı Armenian Weekly’de çıktı. Orada, biraz önce sözünü ettiğim “Ermeniler de Müslümanları öldürdüler”i enine boyuna anlattım.
* Ekim 2008: Fransız tarihçileri “Siyasiler tarihçilerin işine karışmasın” diyen Blois Bildirisi’ni yayınladılar.
* Aralık 2008: Ermeni Soykırımı’nı cezalandıran yasanın Senato gündemine alınmayacağı açıklandı.
* 05 Ocak 2009: Jean Kehayan, ki kendisi aramızda, Özür Kampanyası’na teşekkür için Liberation’da ‘Türk Kardeşlerime Mektup’u yayınladı.
* 19 Ocak 2009: Siz Fransız Ermenileri bizim Kampanya’ya ‘Merci’ diye bildiri yayınladınız.
* 28 Ocak 2009: Avustralya Sydney’den Dr. Armen Gakavian, çeşitli dönemlerde öldürülen Müslümanlar için özür bildirisi yayınlama girişiminde bulundu. Ama teşebbüs halinde kaldı. Epey itiraza uğradı.
* 24 Nisan 2009: Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkissian yayınladığı mesajda bizim Kampanya’ya gönderme yaparak şöyle dedi: “Tarihsel adalet için mücadele eden ve bizim acılarımızı paylaşan Türk aydınlarını destekliyoruz”.
Türkiye’de sonuç ne oldu? Savcılık Özür Kampanyası’na soruşturma açmadı. Bir mahkeme soruşturma açılması için karar aldıysa da Adalet Bakanlığı önledi. Ama, Başbakan’dan tut Genelkurmay’a kadar, üniversite senatoları dahil, Kampanya’ya çok ciddi biçimde karşı çıktılar. Bunların yanı sıra çok sayıda internet sitesi açılarak ‘Özür Dilemiyorum!’ diye imza toplandı.
Şimdi, bu inkârcılığın sebeplerine girebiliriz.

Devlet ve halk katındaki inkârcılığın sebepleri
Bu konuyu iki başlık altında ele alacağım: 1) Kuşatılmışlık Psikolojisi, 2) İnkarcılığın tarihsel ve diğer nedenleri.
Ermenilerin tek bir derdi var: Soykırım kelimesini kabul ettirmek. Sebeplerine geleceğim.
Oysa Türklerin birden fazla derdi var: Kürt, İslam, Ermeni, Kıbrıs sorunları. Ermeni sorunu şiddet ve önem açısından Türklerin kafasında ancak üçüncü sırada gelir; sağlam tahlil yapacaksanız bunu bilmek lazım.
Niye birden fazla dert? Çünkü Türkler 1915’ten beri temel sorunlarına hiçbir zaman kalıcı çözümler aramadılar. Fransızların tabiriyle bu cesetleri dolaplara tıktılar. Şimdi bunlar Zombilere dönüştü ve hep birlikte dışarı uğruyorlar ve insanları fena korkutuyorlar. Biz buna Sevr Paranoyası diyoruz. Bu paranoyanın sloganlarını özetlersek:
– ‘Emperyalist ve Hıristiyan Batı bizi parçalayacak!’
– ‘İslamcılar kızlarımızın başını zorla örttürecek!’
– ‘Bütün bunlar demokrasi yüzünden; Ordu iktidara!’
Sonuç olarak, kabul etseler de etmeseler de bu korkular hem Kemalist seçkinler hem de halk arasında dolaşıyor.
Kemalist seçkinler bugünden korkuyorlar çünkü AB kuralları gelirse ayrıcalıklarını yitirecekler. Geçmişten korkuyorlar çünkü ellerindeki 1930’ların reçeteleri 2000’li yıllarda yaraları azdırmaktan başka işe yaramıyor.
Kitleler panikte çünkü küreselleşmenin getirdiği ortama uyum sağlamanın kolay olmadığı bir yana, zihinlerinin işletim sistemi hâlâ 1454-1839 arası resmen uygulanmış olan Millet Sistemi. Hâlâ Millet-i Hakime ideolojisinin kendilerine verdiği üstünlük hissi içindeler. Gayrimüslimleri ikinci sınıf sayan bu rahatlıktan yoksun kalmaktan korkuyorlar. Tabii, bir de, Ermeni malları üzerinde yaşayanlar rahatsız. Hem seçkinler hem kitleler için ileri sürülebilecek genel ve çok doğru bir teşhis ise şu:
– Ankara’nın batısında insanlar Ermeni meselesi hakkında bilgisizlik içinde, Ankara’nın doğusunda ise bu bilgisizliğin yerini dedelerin anlattığı kanlı Hınçak ve intikam öyküleri alıyor.
– Dahası, her ikisi için de, inanılması güç bir ‘eğitim’ boyutu var. Tek kelime yazmamış ama büyük hikmetler söylemiş olan Sakallı Celal’in tabiriyle, “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür”. Anladığım kadarıyla siz Ermeniler bunu pek bilmiyorsunuz, tekrar söylememe izin verin, doğru tahlil yapmak istiyorsanız öğrenmenizde yarar var: Türkiye halkı bu meseleyi bilmiyor. Veya, sizin bildiğinizin tersi biçimde biliyor. Gerçeği anlatınca da, inanmak istemiyor. Yaklaşık doksan yıllık bir ‘eğitim’in sonucu bu.
– Yalnız, çok dikkat, fotokopi gibi değil ama bu ‘eğitim’ sizin aranızda da var. Siz de Müslümanlara yapılan saldırılara inanmak istemiyorsunuz.
Gelelim, tarihsel ve diğer nedenlere.

YARIN: İnkârcılığın tarihsel nedenleri
———————————–
‘Ermeniler Türkiye sivil toplumuna güvenmeli’ 

09/07/2009

İnkârcılığın önlenmesi için Ermenilerin iç dinamiğe, yani Türkiye sivil toplumuna güvenmesinin en sağlam yol olduğunu düşünürüm. Çünkü ancak bu sivil toplumdur ki Türkiye halkına tarihsel gerçekleri öğretebilir

BASKIN ORAN (Arşivi)

(Baskın Oran’ın açık oturumdaki konuşması devam ediyor)

İnkârcılığın tarihsel ve diğer nedenleri
Bunlara girmeden önce şunu söylemek isterim: Bu sayacağım nedenler her iki tarafın da bilinçli veya bilinçsiz işbirliğiyle yürüyor. Yani her iki tarafın aşırıları bunları sürdürerek birbirini memeden sütle besliyor.

* ASALA cinayetleri ve Ermenilerin bunları kınamaya yanaşmamaları. 1973-85 arasındaki bu cinayetler Türkiye’de çok büyük tepki yarattı. Çünkü tekrar söylüyorum inanın veya inanmayın, kimsenin Ermeni meselesinden haberi yoktu ve haberi olan da sizin bildiğinizin tersini biliyordu. Diğer yandan, öldürülen bu diplomatlar masumdu; inkârcı devletin memuru olmaları öldürülmeleri için bir sebep doğurmuyordu.

* ‘Ermenistan’ın Bağımsızlığına İlişkin Bildiri’de Türkiye’nin doğu illerini kastederek kullanılan ‘Batı Ermenistan’ terimi. Biliyorum, 1990’daki bu bildiriden sonra 1991’de çıkan asıl Bağımsızlık Bildirisi’nde bu terim yoktu. Anayasaya da ne bu terim sokuldu, ne Soykırım terimi. Ayrıca, kaç kere Ermenistan yetkilileri toprak talepleri olmadığını belirtti. Ama bu türden şeyler sürekli üretiliyor ve unutulmuyor. Bugün Türkiye’de bir sürü insan “Ermenistan bizim doğu sınırımızı tanımıyor, bizden toprak istiyor” huzursuzluğu içinde. Bu da inkârcılığı mükemmelen besliyor.

* Dağlık Karabağ’ın, ve daha da önemlisi, onun ötesindeki Azerbaycan topraklarının işgali.

* Üç T’nin birbirini izleyeceği endişesi: Tanıma, Tazminat, Toprak. Birçok Türk ulusalcısı özellikle bu üçüncüsüne hiç inanmadığı halde bunu bol bol kullanıyor. Ermeni aşırıların büyük yardımıyla, tabii.

* ‘Soykırım’ kelimesi. Bu bir tek kelimenin her iki taraf üzerinde birden yaptığı psikolojik etki inanılır gibi değil.

Kördüğüm noktası: Soykırım terimi
Daha önce de söyledim, Türkiye’de bu kelime sadece Yahudilerle ilgili sayıldığı için “Senin deden Naziydi” izlenimi uyandırıyor ve büyük tepki doğruyor.
Terimin Ermeniler nezdinde yaptığı psikolojik etki ise bambaşka. Israrla kullanmak için birçok sebep görüyorlar:

* Üçüncü devletler nezdinde etki yapmayı kolaylaştırıyor,

* 3 T’nin bir gün gelip gerçekleşeceği umudunu yaratıyor,

* İnkârcılığın bu kadar katı olduğu bir ortamda Ermenilere muazzam psikolojik tatmin sağlıyor; bir tür intikam,

* Bu terim Ermeni kimliğinin belkemiğini oluşturuyor. Bu acı, onların yerleştikleri Hıristiyan ülkelerde (Fransa, ABD, vb.) asimile olmalarını önlüyor. Kimliklerini canlı tutuyor. Buna sosyal psikolojide ‘chosen trauma’ denir. Seçilmiş Travma. Acı sayesinde birbirine tutunmak.
Bu koşullar altında Soykırım kelimesi bir yandan Ermenilerin acılarını uyuşturuyor, bir yandan da Türkiye’deki inkârcılığı besliyor.
Diğer yandan, bu terimin kabulünün tazminat ve toprak açısından hiçbir hukuksal ve cezai sonucu yok. Buna, dediğim gibi, sonda geleceğim.

Tek güvence: Sivil toplum
Bu durumda, inkârcılığın önlenmesi için Ermenilerin iç dinamiğe, yani Türkiye sivil toplumuna güvenmesinin en sağlam yol olduğunu düşünürüm. Çünkü ancak bu sivil toplumdur ki Türkiye halkına tarihsel gerçekleri öğretebilir. Bunun dışındaki tüm ‘çözüm’ler dış dinamikten geldikleri için tepki yaratıcı olacaklar. Devlet katındaki inkârcılığı ve buna destek veren halk inkârcılığını güçlendirmekten başka işe yaramayacaklar.
Ama, kabul ediyorum, bunları kabul etmeniz zor. En azından bu atmosfer şu anda sizlerden çok uzak. Ne söylesem sizleri ikna etmeyecek.
Bakınız, belki şöyle söylersem anlatabilirim: Türkiye’de sivil toplum bu meselede gerçeği Ermeni diasporasının yayınlarından öğrendi. Mesela ben 45 yaşımdan sonra öğrendim. Tamam. Ama şu andaki aşırılıklar (overdoing) yapana zararlı hale geldi çünkü uzmanlık konusu azınlıklar olan insan hakları savunucusu ben bile tepki duyuyorum.
Bu konuda ‘aşırılık’la neyi kastediyorum? Bazı Ermenilerin ‘inkârcı’ terimine verdikleri anlamı kastediyorum. Bu tanım şöyle: “İnkârcı, 1915’te cereyan eden olayları Soykırım’dan başka herhangi bir terimle adlandırmaya kalkan kişi veya kurum”. Oysa benim ve arkadaşlarım için ‘inkârcı’nın anlamı şudur: “İnkârcı, Osmanlı Ermenilerinin 1915’te İtthatçılar tarafından Anadolu’dan etno-dinsel temizliğe tabi tutulduklarını reddeden kişi veya kurumdur.”
Bu aşırılığın sonuçlarını size yeterince anlatabilmek için iki önemli örnek vereyim. Biri Türklerden, öbürü Ermenilerden.

‘Yukarıdan’ ve ‘dışarıdan’ devrim 1 kere yapılır
Türklerden örnek: Türkiye’de Kemalistler 1923’ten itibaren yaptıkları ‘yukarıdan’ devrimle tembel iç dinamikleri tetiklediler ve Fransız tipi laik bir Cumhuriyet kurdular.
Zamanla, Türk Ordusu devrimin yeterince hızlı gitmediğine ve hatta tehlikeye girdiğine karar verdi ve onu sağlamlaştırmak için arka arkaya üç askerî darbe yaptığı gibi iki de askerî müdahalede bulundu.
Halbuki, yukarıdan devrim ancak
1 kere yapılabilir. Her on yılda bir yapılırsa hem tetiklemek istediği iç dinamiğin gidişini bozar, hem kendisi yozlaşır, hem de bizzat kendi karşıtını yaratır. Nitekim bu darbe ve müdahaleler her seferinde kitlelerin sert tepkisine yol açtı. Bunların her birinden sonra yapılan seçimde, bastırılmak istenen parti başa geldi.
Gelelim Ermenilerden örneğe: ‘Dışarıdan’ devrim de özellikle böyledir. Bir defa yapılır. İç dinamikleri tetikledikten sonra devam etmeye kalkarsanız kendi tepkinizi kendiniz yaratırsınız. Yukarıda da söyledim: Şimdi ‘inkârcı’ terimini böyle tanımladığı için diaspora kendi yarattığını kendi yıkıyor. Üniversitede ‘diyalektik’ diye öğrendiğimiz şey de bundan ibaret zaten. Şunlar oluyor:

* Soykırım kelimesinin dua gibi sürekli kullanılması Türkiye insanının tarihsel gerçeği okumasını imkânsızlaştırıyor,

* Bilmiyorum farkında mısınız ama, tek bir kelime üzerine bu kadar ısrar hem Türkleri hem Ermenileri fena halde aşağılıyor:

* Bu halklardan biri bu kelimeyi duyarsa kulaklarını tıkıyor, diğeri bu kelimeyi duymazsa kulaklarını tıkıyor.

* Bu iki halkın her biri her yılın aynı günü gözlerini ABD Başkanı’nın dudaklarına kilitliyor.

* Bu iki onurlu halk aynı kutsal kelimenin esiri olmuş vaziyette. Ben bunu her ikisi için de fevkalade aşağılayıcı buluyorum.

– Özetin özeti:

* Bu durum Türklerin inkârcılığından besleniyor,

* Bu durum Türklerin inkârcılığını besliyor.

YARIN: Evet sayın Oran dedeleriniz Nazi idi
————————————————–

Leylekian konuşuyor: Evet sayın Oran dedeleriniz Nazi idi 

10/07/2009

Diasporanın şahin kanadının klasik sözcüsü Laurent Leylekian’ın bildirisi fazlasıyla ilginç ve temsiliydi. Leylekian konuştukça açıldı: ‘Evet sayın Oran dedeleriniz Nazi idi.’ Türkiye inkârcılığını yumuşatır, kendini düzeltiverir diye ödü kopuyor Leylekian’ın

BASKIN ORAN (Arşivi)

Evet, benim Altunyan köyünde anlattıklarım aşağı yukarı böyleydi. Zamanım bittiği için, 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak anmanın diasporanın umduğu biçimde Türkiye’ye hukuksal ve cezai sorumluluk taşıyıp taşımayacağı meselesini de soru-cevaplara bıraktım.
Benim arkamdan sırayla diğerleri konuştular. Michel Marian her zamanki gibi sakin ve ölçülü, Yves Ternon ise ateşliydi. Dedi ki: “Nazi, Ermeni, Ruanda olayları. Üçü de kesin olarak jenosittir. Bunlar arasında bir dereceleme yapmak değil, bunların jenosit olup olmadığını tespit etmek gerekir. Neden jenosit kelimesinden vazgeçecekmişiz?” Jacky Mamou tamamen konu dışı konuştu; ayağının tozuyla geldiği için geç katıldığı oturumda sadece Ruanda’dan bahsetti.
Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Laurent Leylekian’ın bildirisi ise, nasıl söyleyeyim, ‘fazlasıyla ilginç ve temsilî’ idi. Diasporanın şahin kanadının klasik sözcüsü. 24.05.09 tarihli Radikal İki’de yazmıştım. Atmosferi yansıtmak açısından burada da özetleyeceğim. Konuşmasının özü şöyle:
Bazı Türkler var. Batı kalıplarını iyi bildikleri ve genelde de ulusalcılığı/devleti eleştirdikleri için liberal-sosyalist Avrupa’yı etkiliyorlar. Biz Ermeniler bunları Soykırım’ı bütün sonuçlarıyla tanıyan ve tanıtan kişiler sanıyoruz. Oysa bunların amacı makyaj yapıp Türk devletinin imajını düzeltmek ve Türk amaçlarına hizmet etmek. Onun içindir ki bu adamlar Türk sistemi tarafından yüceltiliyorlar. Yöntemleri şöyle:
1) Avrupa Türkiye’yi eleştirince aşağılanmış gibi davranmak;
2) Tarih Komisyonu isteyerek tartışmanın çerçevesini daraltmak;
3) “Acıysa, hepimiz çektik!” diyerek ve şimdi de Soykırım yerine ‘Büyük Felaket’ kullanarak bizim acılarımızı hafif göstermek. Özür Kampanyası da aynen bu çizgide;
4) Aşırıların her iki yanda da bulunduğunu söyleyerek Türkleri aklamak;
5) Ermenileri tartışmadan dışlayıp, ‘1915 Olayları’ dedikleri şeyin nasıl tartışılacağına kendileri karar vermek.
Bu son üç taktiğin derdi, bizim konumuzda bizim için karar vermek. Amaçları bir yandan bizi adaletten bir yandan da kelâmımızdan yoksun bırakmak. Bunlar, insanlık haysiyetine doğrudan saldırıdır.

‘Evet sayın Oran, dedeleriniz Nazi idi!’
Leylekian konuştukça açılıyor. Bundan sonrasını, üslubu tam görebilmeniz için Leylekian’ın ağzından vermem lazım: “Sayın Oran bu işin büyük uzmanı. Diasporanın Şahinleri’nden, ASALA’dan, 1917’de intikam için birkaç yüz kişi öldürmüş olan Komitacılar’dan bahsediyor sürekli. Sayın Oran, tekrar sizden alıntı yapmak zorundayım, ‘Ermeniler için Soykırım 1915 demektir, Türkler içinse 1933-45 demektir. Bu, Türklere deden Nazi idi demek anlamına geliyor’ dediniz. Evet sayın Oran, dedeleriniz Nazi idi; veya mütekabili. Kolay değil ama, kabul edin artık. Ne kadar geciktirirseniz o kadar acılı olacaktır.”
Saha ve seyirci avantajı önemli bir şey tabii. Muşer şimdi eminim rahatsızdır ama Leylekian gittikçe ateşleniyor ve bizim gibilerle konuşmayı yasaklamaya kadar gidiyor:
“Bu insanlar işte böyle bir projenin bilinçli aletleridir. Bunlarla sürdürülecek her kontrolsüz diyalog meşruiyetimizi elimizden alacak, bizi felakete götürmüş olan hâkimiyet biçimini yeniden üretecektir. Bunlar, özünde, uğursuz girişimlerden ibarettir.”
Ve şöyle bitiriyor: “Biz artık bu kişilerle diyaloga önkoşullar getirmeliyiz. Bir: Soykırım’ı tanıyacaklar. Öyle felaket, trajedi falan değil; tek kelimeyle Soykırım. İki: Soykırım’ı yapmış devletin halefi olarak Türkiye’nin siyasal, hukuksal ve manevi sorumluluğunu kabul edecekler. Bu arada, muhataplarımızı en berbatlar arasından seçmek zorunda olmadığımızı da bilelim”.
“En berbatlar arasından” derken bendenizden bahsediyor. Diasporanın bu türü bendenizi hayret verici derecede önemsiyor, sağolsun. Hazret bizim ulusalcılardan mı tüyo aldı, nedir. Zavallı Muşer; fatura sonunda ona çıkmış oluyor çünkü o davet etti kırmızı mumla, bu en berbatlardan birini. (Leylekian konuşmasının tamamı için bkz.:www.france-armenie.net/spip.php?article391#forum587)

Aslında, Leylekian’ı anlamak kolay
O kadar insanı ürperten cinsten kin ve nefret dolu (ve maalesef tartışma âdâbı dışına rahatlıkla kayıveren) bir konuşma ki, o kadar olur. Radikal İki’de de yazdım: Bir an düşündüm, yahu ben bu adamı daha önce tanımış ve kavga etmiş olabilir miyim, diye. Yok. İlk defa karşılaşıyoruz.
Sonradan farkına varıyorum: Leylekian kendi içinde tamamen tutarlı. Ben ve arkadaşlarımdan söz ederken “Sistem tarafından yüceltiliyorlar” demesi (bizimkiler, kulaklarınız çınlasın!). Bunu yaparken tam bir ‘nefret söylemi’ sergilemesi (özetlemediğim paragraflardan birinde Türkler için ‘vampirleşme’ tabirini kullanıyordu). Sakın bu adamlarla temasta bulunmayın sizi de aldatırlar, diye herkesi uyarması. Hepsi de fevkalade tutarlı.
Tutarlı, çünkü Türkiye şu andaki inkârcılığını yumuşatıverir, kendini düzeltiverir diye ödü kopuyor Leylekian’ın; şu andaki durum tam dişine göre. Bu tür Taşnakların tüm yakıtı bu inkârcılıktan gelmekte. Çünkü Türk devletinin bugüne kadar ürettiği (ve bize ‘hain’ diye bildiri yayınlamış emekli diplomatlarımızın hem ürettiği hem uyguladığı) inkâr politikamız sayesinde taş gibi yerleşmiş ‘soykırım’ teriminin tekeli sona eriyor, alternatifler çıkıyor. Genel manzaranın siyah-beyaz değil gri olduğu anlaşılıyor.
Bütün bu gelişmeler panik yaratıcı. Çünkü, 1915’in devlet katliamı olduğunu tartışmaya yeltenecekse tabii ki saçma olur ama Tarih Komisyonu 1839’dan 1915’e kadar adım adım tırmanan merdiveni tespit edecek. Yahudi olayı ile Ermeni olayının farkları ortaya çıkacak. Bu arada Türkler de 1915’te atalarının ne korkunçluklar yaptıklarını görecekler. Leylekian bütün bunların farkında. Kendi gücünün, meselenin çözümüyle ters orantılı gittiğinin farkında. Taşnakların aşırılarının Türk inkârcılığına fevkalade ihtiyacı olduğunun farkında. Aynen ne gibi, bizdeki militaristlerin PKK’ya ihtiyacı olduğu gibi. Leylekian sermayeyi yitirmekte olduğunun, bugünkü Ağlama Duvarı vaziyetlerinin yarın tarih olacağının farkında. Durum aynen şu andaki gibi kalsın istiyor.
Ama bizdeki Leylekgiller hiçbir şeyin farkında değil. Ömürleri aynı lâklâkanın Türkçesiyle geçiyor. Okur-yazarları bize ‘hain’ diyor, yazması olan ama okuması olmayanları ise “Kendi hesabıma özür dilerim” demiş insanlardan “Bizim adımıza nasıl özür dilersin?” diye hesap soruyor.

Asıl hüzün şurada ki…
Ciddi biçimde hazin. Bir değil, en az üç açıdan hazin. Birincisi, bizim bu Leylekgillerin derin cehaleti hazin. İkincisi, intikam psikolojisiyle hareket etmek yüzünden bu söylediğimi “Vay! Laurent’ın soyadında Leylek kelimesi var diye dalga geçiyor utanmadan!” diye anlayan Ermeni web sitelerinin vaziyeti hazin (ör. bkz. http://www.armenews.com/article.php3?id_article=52709). Üçüncüsü, benim bu düzeydeki insanlarla aynı gezegende doğmuş oluşum hazin.
Bu üçüncü noktayı Yaşar Kemal çok güzel anlatır. Akçasaz’ın Ağaları üçlüsünden Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde Derviş Bey, kendisi gibi bir Çukurova derebeyi olan Akyollu Mustafa Bey’in kardeşini öldürtmüştür. Kardeşi kalmadığı için, ‘kural’lara göre Mustafa Bey kendisini öldürtecektir. Fakat, konağından çıkmayan Derviş Bey’i öldürtemeyen Mustafa Bey, yanaşmalarından birinin harmanını yaktırır. Feodal kodlara hiç sığmayan bir aşağılık davranış.
Bunun üzerine Derviş Bey şöyle der: “Aç kalacak değilsiniz Herkes zararını alacak. Ben buna yanmıyorum. Ben böyle bir rakibi hakketmedim. Buna yanıyorum”. Bilmem anlatabildim mi.
Ama şunu da söyleyeyim ki Ermeni sitelerinin aşırılıklarına da fazla kızmamak lazım. Onların maluliyeti, dünyanın en baştan çıkarıcı duygusu olan intikam hissiyle hareket ediyor olmalarından geliyor. Asıl ilginci, böyle bir hisle malul olmayanın da böyle anlayabilmesi. Nitekim, yeterince ‘keskin’ bulmadığı için Özür Diliyorum’u imzalamayı reddetmiş bir arkadaşım ertesi hafta yine Radikal İki’de yayınladığı yazıda aynı ‘anlama’yı sergiledi.
Onun maluliyetinin sebebi de ‘keskin’ olmayı bizatihi bir meziyet sayması idi…

YARIN: Ermeniler Müslüman öldürdü mü? 

————————————–
Beş sorudan dördü bana ama cevap süresi eşit dağıtılıyor 

11/07/2009

Konuşmalar bitince sorular alındı. Beş soru geldi. Tahmin edileceği gibi dördü ismen bendenize. İkinci soruyu yanıtlarken oturum başkanından ‘Bir dakikanız kaldı’ uyarısı geldi. Beş sorudan dördü bana geliyor ama cevap süresi ‘eşit’ dağıtılıyor. Arkada iki soru daha var. Saha ve seyirci avantajı doğal; ama hakem olayını kabul edemem

BASKIN ORAN (Arşivi)

Konuşmalar bitince sorular alındı. Beş soru geldi. Tahmin edileceği üzre dördü ismen bendenize. Birincisi şöyle: “Milliyet gazetesi size atfen şu sözleri yayımlandı: ‘Sayın Başbakan bize teşekkür etmelidir. Dünyanın her yerinde parlamentolar Ermeni tasarıları geçiriyordu; şimdi duracak. Diaspora yumuşadı. Dünya basını jenosit teriminden başkalarını kullanmaya başladı’. Bu demeç size mi ait?”
Ben konuşmamda bunun cevabını vermiştim. Ama ‘dava sahibi’ insanlar bir konferans dinlerken konferans dinlemezler. Önceden ezberledikleri soruyu unutmamak için kafalarında tekrar ederler ve sormak için bitmesini beklerler. Aynen, bizdeki ‘Nasıl benim adıma özür dilersin!’ türünden bir soru. Bizim devlet ajanı olduğumuza, Ermenileri aldatmak misyonuyla ortaya çıktığımıza inanmak ihtiyacı içinde. Şöyle cevap verdim:
“Buna daha önce değindim. Gazeteci şöyle sordu: ‘Milli davayı ve dış politikayı zayıflattığınız söyleniyor, ne dersiniz?’ Cevabım tamamen doğru. Parlamentoların sanki mahkemeymiş gibi seri karar almaları devam ediyor mu? ABD Başkanı daha önce kullandığı jenosit terimini kullandı mı? En önemlisi, siz yumuşamadınız mı? Yumuşamadınızsa beni Kampanya’yı anlatmaya niye davet ettiniz? Yumuşamayıp da sertleştiğiniz için mi? Tabii ki etkilendiniz. Çünkü sizler Ermeni olmaktan önce insansınız. Türkiye’den insanca şeyler geldiğini görünce etkilendiniz.
“Yalnız bu, Kampanyamızın kendiliğinden oluşmuş bir yan ürünüdür. Amacı asla değildir. Eğer öyle anlamaya kalkarsanız çok yanlış tahlil yaparsınız ve yanlış sonuca gidersiniz”.
Bu cevaptan sonra ikinci soruya geçtim: “Ermenilerin de Müslümanları öldürdüğünü söylediniz. Bunu açar mısınız?” Birincisinin aksine, öğrenmek için sorulmuş son derece iyi niyetli bir soru. Şöyle dedim:
“Dediğim gibi, 1915’i affetmek mümkün değil. Çünkü devletin kendi vatandaşlarını öldürmesi. Diğer yandan, olay sandığınızdan daha ayrıntılı. 1915’te başlamadı. Yahudi olayıyla esas farkı da buradadır. Ermeniler de, tekrar söylemem gerekirse 1915’le asla kıyaslanamaz ama, ASALA cinayetleri dışarıda bırakılacak olursa iki ayrı dönemde Müslümanları öldürdüler.
“Bunlardan birincisi 19. yüzyılın son çeyreğindedir. Bunları Armenian Weekly’de ayrıntısıyla anlattım [Türkçesi için bkz. Radikal, 17-20 Ağ. 08]. O zamana kadar Kürt beyleri Ermenilerden yıllık haraç alıyor ve onlara ilişmiyorlardı. 1840’ların sonunda bu beylikler ortadan kaldırılınca Kürt köylüsü altın yumurta yumurtlayan tavuğu kesmeye başladı. Bu kanlı yağmaya, 1859’da Rusya’dan Anadolu’ya sürülen güney Kafkasyalılar da katıldı. Bunun içindir ki 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’nın 61’inci maddesi ‘Babıali, Çerkes ve Kürtlere karşı Ermenileri korumayı taahhüt eder’ diye yazar. Ama bu dönemde reform taleplerine Saray kulaklarını tıkadı. Daha kötüsü, İstanbul Ermenileri de tıkadı çünkü doğudaki dindaşları yüzünden rahatlarının kaçmasını istemiyorlardı.
“Bu durumda Ermeni küçük burjuva gençleri Hınçak çetelerinde örgütlenerek silahlandılar. Bir yandan da Müslüman köylerine saldırdılar çünkü böyle yapıp Avrupa’nın ilgisini çeken Bulgar Modeli 1878’de ülkeyi özerkliğe götürmüştü. Büyük burjuvazinin sahip çıkmadığı milliyetçilik küçük burjuvanın eline geçince çok radikalleşir. Louise Nalbandian’ın kitabını okuyun. İkinci duruma yani intikama gelince …”
Beş sorudan dördünün muhatabına ‘eşit zaman’
Sözün yaklaşık burasında oturum başkanından ‘1 dakikanız kaldı’ uyarısı geldi. Beş sorudan dördü bana geliyor, ama cevap süresi ‘eşit’ dağıtılıyor. Bunun üzerine başkana dedim ki: “Bu 1 dakikayı arkadaşlarımın süresine eklemenizi rica ediyorum çünkü benim bir işime yaramaz; benim söyleyeceklerim bitti.” Arkada iki soru daha var çünkü. Saha ve seyirci avantajı doğal; ama hakem olayını kabul edemem.
Diasporanın şahin kesimindeki zihniyet yapısını sizlere anlatmak için yazıyorum, “Milliyet’teki demeci siz mi verdiniz?” diye soran kişi otelde ben yemek salonuna girdiğimde, arkası dönük olduğu için farkında değil, masadakilere şöyle demekteydi: “Soruma karşı bin dereden su getirdi. Bu demeci verdin mi vermedin mi? Evet veya hayır! Verdim veya vermedim diyemiyor bir türlü!” Acaba benim Fransızcam anlaşılmıyor mu? İşin bir ilginç tarafı da şu ki, bu aynı kişilerle aynı akşam şarap içerken çok güzel sohbet oluyor; bu kişiyle de birden fazla akşam oldu nitekim. Gerçeküstü bir durum. Sanki adam gündüz vazifesini yapıyor, gece de tatil yapıyor.
Neticede, diğer panelistler kendilerine soru gelmediği için ikinci bir tur yapmış oldular. Mesela Ternon şöyle dedi: “İnkârcılık suçtur. AB yasa hazırlıyor bunu suç ilan etmek için. Onun için 1948 Birleşmiş Milletler (BM) Jenosit Sözleşmesi geriye yürüyebilir”.
Manoukian konserini kaçırmama yol açan akşam yemeğinde de, ki muhatabım ilk açıkoturumda eleştirel konuşmayı yapmış kişiydi, bunu dinledim: “Uluslararası hukuk şu anda 1948’in geriye yürümesine uygun değil, ama bu değişebilir”.
Jenosit terimi üzerindeki bu kadar ısrarda bu geriye yürüme umudu ve onun sonucu Türkiye’yi dize getirme beklentisi çok açık. Onun için, Althen’de anlatamadığımı burada bir kutu içinde çok kısaca özetlemem uygun olur. Anlatacaklarımı, Türkiye’de insan hakları hukukunu en iyi bilen birkaç kişiden biri olan genç arkadaşım Yd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak’la konuşarak oluşturdum, kendisine çok teşekkür ederim. Şöyle anlatayım:

Türkiye Cumhuriyeti 1915 için sorumlu tutulabilir mi?
Soykırım (jenosit) terimi siyasi olarak kullanılıyor, kullanılabilir. Ama hukuk’u guguk yapmadan hiçbir hukuksal sonuç doğurmaz. (Bu husus, geçenlerde Prof. Fikret Adanır tarafından da ifade edildi; bkz. Milliyet, Devrim Sevimay’ın mülakatı, 22.06.09).
1948 Sözleşmesi’nin can damarı, ‘kasıt’ olayıdır. Sözleşme’nin 2. maddesi: ‘Bu sözleşmede jenosit; ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen tahrip kastıyla şu eylemlerden herhangi birisidir’ der ve
dört tane durum sayar.
Bu durumlardan biri (‘grup içinde doğumları engellemek’) hariç diğerleri 1915’te mevcuttur ve
bunlardan tek bir tanesinin mevcudiyeti bile olayın Soykırım ilan edilmesine yeter: Grubun üyelerini
öldürmek, grubun kısmen veya tamamen fizikî tahribi sonucunu doğuracak yaşam koşullarına grubu maruz bırakmak, grubun çocuklarını zorla başka gruba transfer etmek.
Ama kasıt (Ermenileri ortadan kaldırma kastı) ispat edilmemiştir, edilmesi de beklenmemektedir, edilse dahi aynen bütün ceza hukuku metinleri gibi 1948 de geriye yürümez. Bunu biraz açalım.
Uluslararası sorumluluk iki türlü olabilir: Cezai ve hukuki. Cezai sorumluluk 1948’de bireyseldir ve sorumluların hepsi ölmüştür. Hukuki sorumluluk ise bazı şeyleri yaptığı veya Sözleşme’de gösterilen önlemleri almadığı için devletin olabilir ve bu açıdan tazminat ödenmesi istenebilir. Fakat
bunun için de Tehcir’in 1948’den sonra olmuş olması gerekir. Yani 1948 geriye yürümez. Nitekim, Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu’nun (TARC) başvurduğu Ulusötesi Adalet Uluslararası Merkezi (ICTJ) Şubat 2003’te aynı mütalaayı vermiştir.
Bunun bir istisnası vardır gerçi: ‘Süregelen ihlal’ durumu. Mesela Ermeni malları hâlâ tazmin edilmemiştir, vb. Fakat bunun için de ‘makul süre’nin geçmemiş olması gerekir. BM İnsan Hakları Komitesi bu süreyi II. Dünya Savaşı öncesine götürmemektedir.
I. Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı yönetimini cezalandırmamışlardır. Çünkü o dönemde uluslararası hukuk sadece başka ülke vatandaşlarına zarar veren devletleri cezalandırmaya müsaitti; kendi halkına zarar verenleri cezalandıramıyordu. BM Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun on yıllar boyu çalışarak 2001’de ortaya koyduğu ‘Devlet Sorumluluğuna İlişkin Taslak Maddeler’den Md.
13 şöyle demektedir: “Eylemin meydana geldiği anda devleti bağlayan bir uluslararası kural yoksa, devletin eylemi uluslararası kuralları ihlal etmiştir denemez”. Yani 1915’te Osmanlı’yı bağlayan böyle bir kural olmadığı için, geriye yürüme bu açıdan da mümkün değildir. 1915’in değil sözleşmeler hukukunda, teamül hukukunda bile devletin kendi vatandaşlarına yaptıkları nedeniyle cezalandırılması diye bir durum yoktur.
1915’ten sonra kabul edilen ceza hukuku metinleri ve tesis edilen uluslararası hukuk ve ceza hukuku kurumları da (Uluslararası Adalet Divanı, 1948 Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi/Mahkemesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi) aynı durumdadır: Kabul edildikten/kurulduktan sonra ve yetkilerini kabul eden devletler için yetkilidirler ancak. Ayrıca, bunlar da ‘makul süre’yle bağlıdırlar.
Devletler de iç hukuklarında başka devletleri yargılayamazlar.
Diğer yandan, çok taraflı bir uluslararası konferans olan 1923 Lozan’da kabul edilen bir protokol ve bildiriyle, 20 Kasım 1922’den önceki siyasal ve askerî eylemler için genel af çıkartılarak her türlü sorumluluk nedeniyle yargılama önlenmiştir.

YARIN: Diaspora içinden aykırı sesler

Yüz küsur yıllık Türk-Ermeni didişmesi sonun başlangıcına geldi

12/07/2009

Paris’ten Donikian, Leylekian’ı ‘Dedeleriniz Nazi idi’ söylemi nedeniyle öyle temelden sarsıyor ki kimin önüne atsanız yemez. Donikian bir entelektüel olarak olup bitenin farkında. Yüz küsur yıllık Türk-Ermeni didişmesi sonun başlangıcına geldi. Çünkü iki tarafın da içinde tartışma başladı

BASKIN ORAN (Arşivi)

Aykırı sesler başladı: Donikian Leylekian’ın “Evet! Dedeleriniz Naziydi işte!” söylemi Ermeniler arasında nasıl karşılandı? Bilemiyorum çünkü bu konuda henüz çıt yok. Çıkması da kolay değil. Çünkü Türkler “Ne sözde Ermeni kırımıymış? Onlar bizi öldürdüler!” süphanekesini okumaya devam ettiği sürece diasporanın genelinde bir değişme beklemek saçma olur.
Bununla birlikte, sessiz çoğunluk düşünedursun, kimi aydınlar böyle durumlarda birdenbire ses yükseltebilir. Ondan sonradır ki o sessiz çoğunluk mırıldanmaya, arkasından da konuşmaya başlayabilir. Hep böyle olur bu.
Ve şu anda bu başlamış vaziyette. Paris’ten Denis Donikian konuştu. ‘Soykırım’ terimini kullanan, bu arada da blogunda yayınladığı ‘Ermeni Jenosidinin Küçük Ansiklopedisi’nde alt-başlık olarak ‘Metz Yeghern 1915’ yazan Donikian (denisdonikian.blog.lemonde.fr), ‘Laurent Leylekian’da katıldıklarım ve katılmadıklarım’ diye iki uzun makale yayınladı internette. (denisdonikian.wordpress.com).
Şayan-ı dikkattir, Leylekian’ın bildirisi ile benim konuşmamı Fransızca olarak tam metin yayınlayan diaspora dergileri ve siteleri Donikian’ın bu tarihsel dönemdeki bu tarihsel makalelerinden tek kelimeyle şu saate kadar bahsetmediler. Çünkü Donikian bu iki yazıda Leylekian’ı bu “Dedeleriniz Naziydi!” söylemi nedeniyle öyle temelden sarsıyor ki, kimin önüne atsan yemez. Çünkü Donikian bir entelektüel olarak bütün olan bitenin farkında. Birçoklarının aksine, yepyeni bir evreye girdiğimizi görüyor. Pasajlar vereyim:
Diyor ki Leylekian’a hitaben: “Siz, insanlar ile onların devletlerini karıştırdınız. Size göre, bireyin devletinin ona empoze ettiğinden farklı bir varlığı olamaz. Bu çok yanlış bir yaklaşım. Değişen bir sürü şey var ve siz sanki hiçbir şey değişmemiş gibi konuşmaya devam ediyorsunuz.”
Diyor ki: “Jenosit, Ermenilerin Türkleri birer insan olarak algılamalarına engel oldu. Türk dedin mi, geçmişin celladı geldi hep Ermenilerin aklına.”
Diyor ki: “Yaşadığınız Brüksel’deki faaliyetlerinizi besleyen Türk inkarcılığını ‘Dedeleriniz Naziydi!’ diyerek bizzat inşa etmeyi başardınız. Mahsus mu yaptınız acaba, diyor insan.”
Diyor ki: “Althen köyünde siz sanki bütün Ermenilerdiniz, Baskın Oran da Türk devleti. Kendisi oraya bir birey olarak çıkıp gelme cesaretini göstermişti. Ermenilerin konuğuydu. Kendisine reva gördüğünüz, konukseverliğe aykırı muameleye maruz kalmamalıydı. İstanbul’a Türkler tarafından üniversitede ders vermeye davet edilmiş bir Marc Nichanian’a aynı şeyin yapıldığını düşünün. ‘Nazi’ cümlenizle Althen’in havasını bir anda teneffüs edilemez hale getirdiniz.”
Ve sonunda Donikian, cidden yoğun bir entelektüel birikimi yansıtan şu ağır tespiti yapıyor:
Konuşmanızda, diyor Leylekian’a, Kafka’nın ‘Dava’sını okuduğunuzdan bahsetmişsiniz. Aslında B askın Oran’a yaptığınız suçlamaları yönelten siz değilsiniz; bizzat temsil ettiğiniz sistem yani dava’nın bizzat özü yöneltiyor suçlamayı. Çünkü jenosit kadar mutlak bir suç için mutlak bir adalet isteyen mutlak hukuk, sizi mutlak bir mahkeme kurmaya götürüyor. Milan Kundera’nın dediği gibi, Kafka’nın kitabındaki mahkeme “Yargılama gücünü bizatihi güçlü oluşundan alan bir güçtür”. B. Oran’ı o gün Althen köyünde bir Kafkasal kurban haline soktunuz, kendinizi de Kafkasal bir mahkeme.

Sonuç: Sivil Toplum bu işi bitirecek
Donikian’ın bu sözlerinin de gösterdiği gibi, yüz küsur yıllık Türk-Ermeni didişmesi sonun başlangıcına geldi. Çünkü hem Türklerin hem de Ermenilerin içinde tartışma başladı. Hey Koca Hrant! Senin ölün tetikledi bunu.
Tabii ki henüz barışmaya çok var. Daha epey didişeceğiz. Birbirimizi kıracağız. Üzeceğiz. Çünkü iki taraftan da diyalogu önlemek isteyen bedbahtlar var; onlar da ayakta kalabilmek için çabalarını artıracaklar. Diyalog isteyenlerin yazılarını görmezden gelecekler; onları cemaat dışına sürecekler. Bazılarımızı da yine mahkemelerde süründürecekler.
Kolay değil, aramızda ‘bıçak’ var; İttihatçıların bıçağı. Ayrıca, oluşmuş koca bir menfaatler silsilesi.
Ama değişme mayası girdi bir kere içimize, ikimize. Süte giren yoğurt veya peynir mayası gibi. Bundan sonra artık hiçbir şey, şükür ki, eskisi gibi olmayacak. Türkler dedelerinin yaptığı korkunçlukları görecek, Ermeniler intikamcılıktan vazgeçecek. Türkiye şu veya bu şekilde, tekrar ediyorum, şu veya bu şekilde bir özür dileyecek.
Bunun mutlaka “Özür dilerim” formülüyle olması şart değil. “Gerçekten üzgünüz” de yetebilir. Ayrıca, malı gasp edilmiş olanın torununa, sembolik dahi olsa, malını tazmin etmeli Türkiye.
Hak yerini bir biçimde bulacak. Kan davası bitecek. Post-endüstriyel dönemde kan davası kadar gerizekalılık olamaz.
Şu anda kurulmuş olan Biz-Myassine (Biz Birlikte), Yavaş-Gamatz (Yavaş Yavaş), Şimdi-Hos (Şimdi Burada) gibi ortak sivil toplumlar yapacak bu işi, bu değişimi.
O sivil toplumlar ki, bilim onları her çeşit devlet ve her çeşit cemaat fikrine uzak, sadece ‘insan’ fikrine yakın olarak tanımlıyor.
Olacak. Yakındır. Fazlaca uzadı.

– BİTTİ –

Yorumlar kapatıldı.