İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Spinoza: ‘Hey, Or’da Kimse Yok mu?’

Spinoza: ‘Hey, Or’da Kimse Yok mu?’

HALÛK SUNAT
Psikiyatr
haluksunat@superonline.com

Çok şeyi görünür kıldı ya, hadi hepsi bir yana, kendine özgü ‘geometrik’ yordamıyla şunu tanıtlaması, -kıymetini bilecekse- necip Türk milletine kıyağıdır bence, Benedictus de Spinoza’nın: ‘Zorla güzellik olmaz’!

Hoş, bağlılığımızla müstesna övünç duyduğumuz atalarımız kimbilir daha ne zamandan kulağımıza kiraz misali küpelemişlerse de o bilgece tespiti, biz, ha babam, de babam –ataya mataya da kulak asmadan- aksini icra etmek azmiyle debelenmekteyizdir kendimizi bildik bileli: ‘Zorla güzellik yaratma hasleti = Cumhuriyet’in kurucu maluliyeti’!

Genişleyeceği yere kadar genişleyen Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklamaya, duraksadıkça çatlamaya ve çatlak sesler çıkarmaya başladığı 17. yy., Spinoza’nın Hollanda’sının da çalkalanmaya başladığı yüzyıldır. Tabii, Osmanlı’nın o vakte dek kararlı –o anlamda, değişime/ dönüşüme dirençli- kurumsal (idari, askeri) yapılanma ve işleyişi sayesinde, kararsız, çözündürülmeye müsait Batı coğrafyasında ilerleyip hükümranlığını kabul ettirirken tarihin zembereğini bir başka türlü kurmakta olduğu, Osmanlı’nın hayatına katamadığı üretim ilişkileri ve üretici güçler zenginliğinin Batı’da giderek ticaret burjuvazisi üzerinden sermaye birikimi ile yeni bir sınıfı ve hayatı tomurcuklandırdığı da unutulmamalıdır.

İşte, hal o haldir ve Spinoza’nın entelektüel/ felsefi üretkenliği de, Hollanda’nın bu ileriye sıçratıcı, çalkantılı sürecine denk gelmiştir. Fevkalade iktisadi hareketlilikle birlikte, monarşi eğilimli Orange ailesi ile cumhuriyetçi Regent partisi arasındaki kapışma, dönemin Birleşik Eyaletler’indeki (bugünün Hollanda’sı yani) siyasi çalkantının da vesilesidir.

Yahudilere yönelik baskılar sonucu Hollanda’ya geçen ailenin Benedictus’u 1632’de Amsterdam’da doğar. ‘Kutlu’ anlamına gelen adına rağmen Benedictus de Spinoza, heretik fikirleri yüzünden –henüz bir şey yazmamış ve yayımlatmamışken- daha 23 yaşında cemaatinden dışlanır, aforoz edilir. Hem de nasıl: “Tanrı onu hiçbir zaman bağışlamasın, Tanrı’nın gazabı ve kıskançlığı hep bu adamın üzerinde tütsün; Yasa Kitabı’nda yazılı bütün lanetler onun üzerine olsun ve Tanrı ismini göğün altından sonsuza dek silsin…” (1)

‘Zorla güzellik olmaz’ı tanıtlayan Spinoza, işte o hay huy içinde, -bana göre- varoluşsal bütünlüğü eşsiz bir eytişsel (‘dialectical’) duyarlıkla ortaya koyacağı Etika’yı tamamlamadan bırakmış (1665), aynı yıl başladığı -siyasi öznenin teolojik ayakbağını ortadan kaldırıcı mahiyetteki- Tractatus Theologico-Politicus’u (Teolojik-Politik İnceleme) 1670’te bitirmiş, yayımlayamayacağı Etika’yı da 1675’te tamamlamıştır.

Kendimizden saymadıklarımıza, -ölçüsünü kendimizin düşürdüğü bir güzelliğe boyun eğdirmek üzere- ‘nefret’le yaklaşan bize, bundan neredeyse üç yüz elli yıl öncesinden seslenen Spinoza’ya gelmeden, şimdiki kendimize nasıl geldiğimize bir bakalım önce –attığımız adımlara: Balkan savaşları ile birlikte Anadolu’ya gerileyen Müslüman-Türk ahaliye yer açmak ve yekpare bir güzelliği tedarik etmek üzere tüm gayrimüslim unsurlara nefretimizi yönlendirişimiz. Nefretin marifeti; mübadeleler, akıl dışı uygulamalarla canından bezdirmeler, sürmeler, kırımlar, kıyımlar. Ve bunun kaçınılmaz sonucu, Türkiyeli üretici güçlerin (emek ve sermaye) gelişiminin ketlenmesi, dolayısıyla, burjuva-demokratik evrensel duyarlıklara uzak düşmemiz. Ama asıl önemlisi, farklı olana tahammülsüzlüğü (nefreti!) ve farklı olandan kendini arındırmayı (ötekini bir biçimde yok etmeyi) ulusun ve -içinde kendi kimliğimizi erittiğimiz- devletin sebebi hikmeti kabul eden, Cumhuriyet’in varoluşsal marazı ve kurucu maluliyeti! Geldiğimiz yer neresi? Eh, ecnebisini tükettiğimize göre, çaresiz, daha yerli malzeme ile daha yerli malı düşmanlar (ve nefretler) üretilmesi. Nedir eldeki: Kürtler ve ‘mürteciler’! Eh, gelsin JİTEMler, açılsın kuyular, gömülsün faili –sözde- meçhuller, modern/ postmodern darbeler, ergenekler, engerekler… hâlâ o askercil devlet katında –devletine kurban, hepsi bir ve bizdenlerin cemaatiyle vücut bulacak olan- yüceleştirilmiş güzelliği tedarike seferber nefret erbabı neferler. (Kuşkusuz, anılanın, temel siyasi/ varoluşsal hat olduğunu, hepimizin gündelik hayatımızda –büyük bir hamaratlıkla- ikincil örneklerini ürettiğimizi de unutmadan!)

Spinoza, Etika’nın, ‘Duyguların Kökeni ve Doğaları’ başlıklı III. Bölüm’ünün 13. Önerme’sinin ‘Not’unda, sevgi (‘amor’) ve nefret’in (‘odium’) ne olduğunu açıklar: “Sevgi, dışsal bir nedenin ideasının eşliğindeki hazdan ve nefret, dışsal bir nedenin ideasının eşliğindeki acıdan başka bir şey değildir” (2). Demek ki, bizim dışımızdaki bir şey, bizde iki temel duyguya yol açıyor: sevgi ve nefret. Ancak, sevginin karşılığı haz, varoluşsallığımızı donatan bir şeyken, nefretin karşılığı acı, varoluşumuzu eksilten, yoksullaştıran bir şeydir (kuşkusuz, bunların tanıtlamaları bütünlüklü bir Etika okuması ile öğrenilebilir).

Dikkat ediniz; ‘birlik ve beraberliğe’ ezel-ebed muhtaç ve fetişleştirdiği ihtiyacını ötekini tepelemek üzerinden tedarik etmeye azimli ahalinin sahte güzellikçiliğine dair şunları da ekleyecektir, Spinoza: ‘Eğer, biri, bir şeyi gerçekten seviyorsa, zorunlu olarak onu elinde tutmaya ve saklamaya; nefret ediyorsa, zorunlu olarak onu uzaklaştırmaya ve yok etmeye çalışır’. Dahası, “Nefret, karşı nefret ile artar; ama sevgi ile yok edilebilir” (43. Önerme). Üstelik, sevgi tarafından yenilen nefretin duygu yükü –olumlu anlamda- sevgiye katılacaktır. Yoksa, “Seneca’nın [da] dediği gibi, kimse şiddete dayalı bir siyasi bütünün uzun süre devamını sağlayamamıştır”. (3)

Varoluşsal ussallığı oralardan geçiren Spinoza, kaçınılmaz, “hiçbir şey insana insandan daha yararlı değildir” de diyecektir. “Usun kılavuzluğu altında kendilerine yararlı olanı arayan insanlar, kendileri için, geri kalan insanlar için istemedikleri hiçbir şeyi istemezler ve dolayısıyla doğrudurlar, bağlılık gösterirler ve onurludurlar” (4).

Evet; Spinoza, üç yüz elli yıl öncesinden buralara böyle seslenmekte: ‘Hey, or’da kimse yok mu?’ Ve herhalde öte yanda kendi söylediğini kendi işitmekte: ‘Yok mu, yok mu, yok mu…’

_____________________________________
1. Kötülük Mektupları/ ç. Alber Nahum, Norgunk, 2008, s. 13.
2, 4. Törebilim [Etika]/ ç. Aziz Yardımlı, İdea Y., 1997, s. 89 ve s. 143.
3. Tractatus Theologico-Politicus/ ç. Cemal Bâli Akal, Reyda Ergün, Dost Y., 2008, s. 235.

Yorumlar kapatıldı.