İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sırtlan Ruhlu Timsahlar Diyarı

Sırtlan Ruhlu Timsahlar Diyarı
HALÛK SUNAT
haluksunat@superonline.com

Hayat sahnemize çıkan irkiltici, tedirgin edici ve üzücü birçok olay sonrası yaşanan teessüriyetle -güya insani duyarlılığa yaslanarak- ilgili meselelerin ruhbilimcilere havale edilmesi, bizde, neredeyse teamüldendir: ‘Yok canım, artık bu, psikiyatrların ilgilenebileceği bir iş, psikolojik bir vak’a!’

Bir psikiyatr ve psikanalist olarak, bana, bu tavrın, içtenliksiz ve ikiyüzlü geldiğini yüksek sesle söylemek ihtiyacındayım. Zira, ruhbilimcilere havale edilen sorunun ardında –çoğu kez- sözde duyarlık sahiplerinin marifetlerinin yattığını ayrıştırmak, dahası, ihalenin ruhbilimcilere çıkartılmak suretiyle meselenin çevresel/ toplumsal dayanaklarının gözden ırak tutulmak istendiğini görmek, niyeti görmek olan göz için işten bile değildir. Hani, -örneğimiz en ufağından olsun- aileye bakmadan ailenin delisini anlamak, ailenin deliye muhtaç veliliğini tartmadan deliye yardımcı olmak nasıl mümkün değilse, o hesap.

Öyleyse, o yüklü duyguları ayaklandıran olaylar karşısında, ‘Yahu, biz ne menem bir ahaliyiz, kabahatimiz nedir ki şunca melanet başımızdan eksik olmamakta?’ deyip meseleyi sorgulama ya da kendi gerçekliği ile içtenlikle yüzleşme zahmetine girmeden kanlı gözyaşı dökenleri sırtlan ruhlu timsahlar olarak ansak, münasip değil midir? Örnekse, Kertê (Zanqırt) köyü katliamı ve biz.

Başına çöktüğüm bu yazıyı, saymakla tüketip üstesinden gelemeyeceğim –içtenliksizlik mahsulü- onlarca olayı anımsayıp ‘Lanet olsun!’ diyerek bıraktıydım önce. Sonra, televizyonda Beşiktaş-Fenerbahçe Türkiye Kupası final maçı vardı, ona bakmaya gittim. Yarabbim, yine aynı samimiyetsizlik, aynı riyakârlık. Dünyanın hiçbir yerinde yok ama bizde var: Takımlar maç öncesi dizilmiş ve ‘ulusal marş’ söylenmekte yine. Düşünebiliyor musunuz, Alex, Lugano, Deivid, Guiza, Carlos, Bobo, Holosko, Ernst, Cisse, Tello, Sivok… artık adını anımsayamayacağım başka kimler varsa, ‘İstiklal Marşı’na durmuşlar! Ve bu hal kimsenin garibine gitmiyor, ‘tutarsızlık’ diye bir şey kimsenin aklının ucundan bile geçmiyor. Nihayetinde, Beşiktaş kupayı kazanıyor ve stad –merkezi seslendirme desteğinde- ‘Onuncu Yıl Marşı’ ile inliyor! Kimsenin, ‘onuncu yıl’ ya da ‘istiklal’ duyguları ile halvet olma iştiyakında gözüm yok, ama, ‘her şey olur’… ‘biz bildiğimizi okuruz ve okuturuz’ zihniyetinin akıl sağlığının teminatı ‘gerçek(çi)lik/ tutarlılık’ duygusunu ihlal edici mahiyetini ve yukarıda onlarcasının hatırıma geldiğini söylediğim hadiselere dair maliyetini hesaba katan var mı? Ya da bunlar hesaba katılmıyorsa, fatura önümüze düştüğünde sırtlanlaşıp ağlaşanların timsahlığına itirazımız olabilir mi?

Az ilerledim, karşımda, sol tepesinde ekranın, ‘S’ ile takdim edilen bir televizyon kanalı. Sağ altta, ‘Ölümsüz Kahramanlar’ ya da, ‘Kahramanlar Ölmez’ ibaresi. Beyaz camda bir çarpışma hali. Komando giysili ve ay-yıldızlı olanların kahramanlığı, can verip can almadaki maharetleri, karşıdaki PKK’lilerin kahpelik ve acımasızlığı aşikâr. Ve sonra, acılı aileye başsağlığına giden kumandanlarımız. Onları uzaktan görüp alacağı haberin acısı o ân yüreğini dağlayan annenin dizlerinin bağının çözülüşü. Yere düşen bir plastik tas ve (bilhassa yavaş çekimle) yuvarlanan yeşil biberler. Omzundan küreğini mi, belini mi, artık neyiyse, aynı yürek yanıklığıyla donakalıp düşüren bir baba. Ve bir reklam arası: ‘Neşeli bebekler, gerçek gülücükler’. Altları o en cazip bezle bezlenmiş bebeklerin gülücükleri. ‘Gerçek gülücükler’ ya da gülücüklerin gerçeği!

Yazıya başlarken, andıydım, Mardin Mazıdağı Bilge Köyü’nde yaşananlar vardı aklımda. Ya, kardeşim, pervasızlıktan adım atamıyorsun memlekette, lafa gireceksin, bismillah, karşında bin yıldır orada yaşayan insanın kendi dilinde ad verdiği köyün adını değiştirmiş bir mütehakkim zihniyet. Bir başka kültür ve insanını (Ermeniler ve dahi Alevi Kürtleri) kırayım diye kurulmuş Hamidiye Alayları uzantısı köy korucuları. Kirli savaşın iyiden iyiye kirlettiği ruhlar. Devletin verdiği silahla kardeşlerinin kökünü kazımaya soyunmuş, devletin yarattığı kirlilik ortamından nasiplenmeye azmetmiş (toplamı, neredeyse, Birleşik Krallık ordusuna denk!) ‘insanlar’.

Başka türlü bulmak kolay değil ya, o nedenle ‘Bilge Köyü’ diye giriyoruz ve karşımızda, benzer olayları -daha dumanı tüterken- ‘İşte PKK vahşeti!’ diye teşhis etmeyi alışkanlık bellemiş ‘Türkiye’nin sahibi Türkler’in gazetesinden bir haber nakli: “Ve daha köydeki ilk 15 dakikamızda, acı ve üzüntü dışında hissettiğimiz ilk duygu şaşkınlık! İyi anlamda bir şaşırma bu: Devlet, tüm kurumları ve olaydan sonra anında soluğu orada alan sivil toplum kuruluşlarıyla organize olmuş çalışıyor [devletin oradaki işi bir başka türlü ezbere alındığı için, anlaşılan, beklenmeyen karşısında olumlu bir şaşkınlık yaşanıyor -hs]. Taziye ve dua çadırları dışında, çocuk oyun çadırları, toplantı çadırları, yemek çadırları, seyyar tuvaletler, yemek ve çay dağıtan Kızılay görevlileri, gezici sağlık ekipleri, psikiyatrlar, psikologlar, sosyal hizmet uzmanları, bakıcı anneler, hemşireler…”

Elbet, düşene el uzatmadaki insani ivecenliği önemsizleştirmek, kıymetini yadsımak istemiyorum. Ama ben onu teslim ederken bütün bu acıları koynunda hazırlayan ve bizler kolda sepet güya anneannemize hoplaya zıplaya yol alırken yattığı yerde diş uzatan Devlet’in (askerin ve onun sırt sıvazlayıcısı sivil bürokrasinin) marifetlerini görmezden gelip şimdi göz yaşı dökenlerin timsahlığının da görünür olmasını istiyorum.

Açıyorum ‘Gelen Kutusu’nu, karşıma çıkan ileti şu oluyor: Tiyatro sanatçısı Ferhan Şensoy, tek kişilik ‘Fername’ adlı oyununu sergilemek için gittiği Eskişehir’de, ‘Darbe vakti geldi, askerden ses yok,’ demiş. Türkiye’nin çağdaş değerlerden uzaklaştığını iddia eden Şensoy, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ve Ak Parti hükümetine siyasi göndermelerde bulunarak ‘darbe çağrısı’ yapmış. Kıymetli aydınlarımızdan Nedim Saban, Füsun Akatlı, Genco Erkal, Gülriz Sururi, Tilbe Saran ve Zuhal Olcay’ın da imzacısı olduğu ‘Laik Cumhuriyet Tehlikede’ başlıklı bir çağrı yayımlanmış ve halkımız, 18 Mayıs günü Galatasaray Lisesi önünde, ‘Sessiz Kalmayın!’ etkinliğine davet edilmiş.

Evet, meramım o idi; bir ülkenin sanatçıları, aydınları, boydan boya saydam, eleştiri ve denetime kendini açık tutan, özgürlükler ve demokrasi ile örülmüş bir hayat değil de, yalnızca dindar/AKP karşıtı bir duyarlıkla asker sopasına talimli sıkıdüzenli bir hayata talip olabiliyor; emekçinin, tüm mağdur, mazlum ve madunların yanında değil de, genelkurmay başlarının (dünya demokrasilerinde eşi benzeri olmayan, olsa, kovuşturulması kaçınılmaz olan) antidemokratik rol ihlalleri karşısında kırıtarak saf tutabiliyorlarsa ve bütün bunların kaçınılmaz eseri, bütün bir hayat (binlerce faili meçhulü, meşhuru ölüm ve katliamıyla), kavga-dövüş-kıyamet kopkoyu bir akıl tutulması ile tüketilebiliyorsa, o ülkede, akıl ve ruh sağlığı ışığının, asıl, can alan faillerden önce can almaya meşruiyet tedarik eden manevi evren mimarlarının gözüne tutulması gerekir kanaatindeyim.

Yorumlar kapatıldı.