İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türklük ve Türkiyelilik

Türklük ve Türkiyelilik (I)
Hadi Uluengin

ŞÜKÜR, bin şükür, gerçekler inatçıdır! Ve işte, hayat bunu bir defa daha ispatladı.

Çünkü, velev ki dün kendi genelkurmay başkanını bile “yorumlamak” (!) ihtiyacını hissetsin, dağa taşa “Türklük” empoze eden cihet-i askeriye dahi, konuşması sekiz ayrı kanal tarafından naklen yayınlanan İlker Başbuğ’un ağzından, bu satırlar yazarının tam kırk yıldan beri savunduğu “Türkiyelik” kavramına nihayet “açık kapı” bırakmak lûtfunda bulundu.

O halde, bu ikinci terimin niçin doğru ve zorunlu olduğu konusuna tekrar dönelim.

***

HER şeyden önce, biz kendi kendimizi asla ve asla “Türk” ismiyle vaftiz etmedik.

Sözcük anayurt lûgatimizde de, atayurt kámusumuzda da yoktur. Námevcuttur.

Biz, bir “öteki” tarafından böyle adlandırıldığımız; yani Pekin – Hanbalık sarayının mandarin Çincesinde “Batıdan gelen” anlamını ifade eden “t’kue” veya “tu-ku” tanımını fonetik bir evrimde tedricen benimsediğimiz içindir ki, gel zaman git zaman, “Türk” olduk.

***

KALDI ki, kelimenin “yerlileşmesi” ve kitleselleşmesi de sonsuz yenidir.

Taş çatlasa yüz elli yıllık mazisi vardır. Modern milliyetçiliğin başlangıcıyla sınırlıdır.

Nitekim, Arapların, Farsilerin ve Frenklerin dahi hanidir bizi böyle sıfatlandırmasına rağmen, İmparatorluğumuz en son ana kadar kendisine asla “Türk” dememiştir.

Tek istisnayı, devşirme yeniçerilerin “Türk’e vermek” deyimiyle evlendirildiği göçebe yörükler ve kısmen de, yerleşik tarıma henüz geçmiş Anadolu köylüleri oluşturmuştur.

Artı, bayrak coğrafyasının “Türkiye” sözcüğü dahi bize çok geç gelmiştir. Etimolojik yapı Latince olduğundan, ön Cumhuriyet döneminde bile “Türkiyá” diye telaffuz edilmiştir.

O halde özetleyelim: Bir; “öteki”nin bizi tanımladığı ve bizimse ancak çok sonraları benimsediğimiz “Türk” kelimesi ilkin etnik aidiyet vurgulamıştır. Kavmiyeti kastetmiştir.

İki; yine “öteki”nin bizi işaretlediği “Türkiye” deyimi ise artık etnik değil, siyasidir.

Aralarındaki fark h-a-y-a-t-i-d-i-r ki, buna sonra geleceğim.

***

İMDİİ, yukarıdaki olgu sırf bizim nev-i şahsımıza mahsus bir garabet değildir! Asla!

Asla, çünkü tam tersine, istisnai durumlar hariç hemen bütün etnisiteler tüm tarih boyunca, her hangi bir “öteki”nin onlara verdiği ad etrafında kimlik oluşturmuşlardır.

Nitekim, bize “t’kue” veya “tu-ku” diyerek “Türk” kelimesini üreten halkı biz de karşı taraftaki “öteki” olarak Çinli diye sıfatlandırıyoruz ama, zaman içinde aynı kelimeyi kullanmaya başlamış olsalar dahi, onlar aslında kendilerine “Han” diyorlardı.

Yahut, bugünkü Fransızların, Almanların, Anglo-Saksonların atalarını “Frank”, “Alaman” ya da “Angıl” diye isimlendirenler, Avrupa’daki diğer “öteki” Romalılardır.

Artı, muhtemelen en ilginç örnek, Slav halkların hanidir ve hanidir bizzat kullandığı bu “Slav” sözcüğü, Baltık’la step arasında yaşayan kavmin çoğu defa köle pazarlarına düşmesinden dolayı, aynı Roma Latincesinde “esir” anlamına gelen “slavus”tan türemiştir.

***

O halde demek ki, başkalarının “ben”i tanımladığı bir adı kabullenerek bunun ekseni kimlik inşa etmek sonsuz doğaldır. Gocunacak, yadırganacak bir şey yoktur.

Artı, yukarıdaki genel kuralı ve inatçı gerçeği reddedip, sanki kendim icád etmişmişim gibi, olmayan bir “Türk” kelimesini “esas lûgatim”e sokmaya kalkışmanın hiç álemi yoktur.

Hele hele, “öteki”nin bana bir kavmi aidiyet sıfatı olarak verdiği o “Türk” kelimesini böyle bir aidiyeti hissetmeyen bir başkasına bu defa benim empoze etmem, asla onaylanamaz.

Oysa, aynı sıfatı ha bre çekiştirerek; elástikileştirerek, kandırmaca bir “toparlayıcılık” (!) atfederek yapılmış olan şey budur ki, zaten kızılca kıyamet de ondan kopmaktadır.

“Türk – Türkiyeli” denklemine giren bu h-a-y-a-t-i konuyu Salı günü işleyeceğim.

Türklük ve Türkiyelilik (II)

20. yüzyıl başının ilk çizgi-romanı olan ve Fransız desinatör Joseph Pinchon’un Brötanyalı hizmetçi kız “Becassine”yi yarattığı albümlerden birinde şu porte de yer alır:

O “Becassine” bir vapur güvertesinde, başı fesli, sırtı stambulinli, karnı göbekli ve dili riyálı bir zata rastlar ki, bu çok tipik “şarkiyatçı” çehre okuyucuya “Türk” diye takdim edilir.

Sonra, aynı şahsın Osmanlı tebasından ve İsevi inançtan bir Levanten olduğu anlaşılır.

Ardından, senaryo icábı hazret kendi “gerçek” (!) kimliğini hatırlayacak ve hem avanak, hem de cingöz hizmetçiye yardım edecektir ama, burası bizim konumuza girmiyor.

Bizi ilgilendiren noktayı, yukarıdaki tatlısu Frenginin gerek maceranın başında, gerekse etnik ve dini aidiyeti anlaşıldıktan sonra bile “Türk” diye tanımlanması oluşturuyor.

***

İMDİİ, baştaki “oryantalist” şaklabanlığa ve “benmerkezci” Batı kibrine haklı bir küfür savuralım ama yine de kabul edelim ki, çizgi-romanın “Türk” genellemesi ülkemizde mevcut “Türk” tanımıyla tamamen uyuşuyor. Ezeli “resmi ideoloji”mizle tıpatıp benzeşiyor.

Zira demek ki “sıradan Avrupalı”, İmparatorluk döneminde dahi, farklı etnik ve dini köken taşısa bile tüm Osmanlı ahalisini “Türk” addediyordu. Irk ve iman káale alınmıyordu.

Ne álá, o halde, “ulus-devleti”ni de çoktan inşa etmiş bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi yurttaşlarını aynı kelimeyle sıfatlandırmasından daha doğal ve daha normal ne olabilir?

“Türkiyeli” gibi, yoktan bir kelime icád etmek “uydurmasyon” değil de nedir?

***

İŞTE gördünüz, ben ki ezelden beri bu “Türkiyeli” ifadesini savunuyorum, yine de kendime karşı şeytanın avukatlığını yaptım. “Türk” genellemesine ilişkin örnekle başladım.

Tamam da, “Becassine” istediği kadar bütün Osmanlı tebasına aynı unvanı versin; 20. yüzyıl başının Fransız desinatörü istediği kadar Levantenleri, Rumları, Ermenileri vs.’yi okuyucusuna aynı kategorinin insanı olarak sunsun, buradaki y-a-n-l-ı-ş değişmez!

Çünkü, özne gönüllü biçimde kabullenmediği müddetçe, her hangi bir “öteki”nin ona verdiği ad hiçbir kıymet-i harbiye ifade etmez. Çizgi-roman karesinde kalmaya mahkumdur.

Artı, aynı “öteki”nin Avrupalı, Batılı falan olması ne bu yanlışı doğru kılmaya; ne de, “medenidir” (!) diye benim onun cehaleti karşısında boyun eğecek kadar küçülmeme yeter!

***

HER şeyden önce, bir Osmanlıyı, üstelik de Hristiyan ve tatlısu Frengi bir Osmanlıyı “Türk” diye sunan Pinchon’un buradaki “hariçten gazel okuma” avanaklığı göz çıkartıyor.

Zira ilkin, Levantenler kimliklerini daima “Şark Latini” veya “Doğu Katoliği” diye tanımlamışlardır. Dolayısıyla, eğer maceranın fesli ve stambulinli tatlısu Frengi, “Becassine”nin kendisine “Türk” dediğini gerçekten işitmiş olsaydı, hizmetçi kızı anında boğazlardı.

Bırakın onu, hakiki etnik Türk ve İslam olan ve o fes ve stambulinle şehirlilik edinen insanların ezici çoğunluğu dahi, albumün yayınlandığı tarihte “elhamdülillah Osmanlıyım” derlerdi ki, nokta! “Etrak-ı bi idrak”tan addedilmeyi hakaretin daniskası sayarlardı.

O halde demek ki, Fransızın bir “öteki” olarak şunu veya “Türk” diye genellemesi, geçtim Katolik İseviyi, Müslüman Türkü dahi “Türk” yapmaya yetmiyordu ve de yetmedi.

Tá ki, esas olarak Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, çok önemli bölüm yurttaşımız kendisini gerçekten T-ü-r-k hissetsin ve de bu kimliği benliğinin en derininde duyumsasın!

***

PEKİ, ya duyumsamayanlar? At atamazsın, sat satamazsın, ya bunu hissetmeyenler?

Yani, “Türk” sıfatı aynı zamanda etnik aidiyet simgelediğinden ve kendileri o aidiyeti taşımadığından; dolayısıyla, diğerleri için genelleyici olan bu sıfat onlar için sınırlayıcı olduğundan, 86 yıl sonra dahi daha kucaklayıcı ve daha toparlayıcı bir üst kimlik isteyenler?

“Türk-Türkiyeli” ikileminin özü işte burada yatıyor ki, yarın değineceğim.

Türklük ve Türkiyelilik (son)

BEN Türküm! O nefret ettiğim şoven ve ırkçı tábirle bile, “Türk oğlu Türküm”!

Birinci olarak, soy itibariyle yedi kuşaktır bu etnisiteye ait olduğum; Dede Korkut diliyle düşündüğüm ve konuştuğum ve Sünni İslamın din kültüründen indiğim için Türküm.

İkinci olarak da, zaten en önemlisi, kendimi “Türk” hissettiğim için Türküm!

Ámenna da, şimdi “öteki”ne ilişkin olarak şu soruları soralım.

***

BEN Türksem, isimleri öylesine uyduruyorum, hepsi TC hüviyeti taşıyan ama adları Rojan Dersimi, Agop Keşişyan, Raşel Kohen veya Koço Zakariadis olan yurttaşlar nedir?

Ata ve anadilleri farklı, kültürel birikimleri ise değişik olan bu “öteki”ler kimlerdir?

“Kürt”, “Ermeni”, “Yahudi” yahut “Rum” değil midirler?

Tabii ki öyledirler ve bunu inkára kalkışmak kendi Türklüğümüzün de inkárı olur!

***

AMA yoook, şayet onlara da “Türk” demekte inat ediyorsak; daha doğrusu empoze ediyorsak, o halde niçin ve tabii ki çok doğru olarak, yukarıdaki etnik sıfatları da ekliyoruz?

Böyle bir ihtiyaç, her şeyden önce bizzat “resmi tez”imizi yalanlamış olmuyor mu?

Artı, lûgate ilk girdiği andan itibaren “Türk” kelimesinin kavmiyet çağrıştırdığını bile bile, hangi hak ve selahiyetle bu kavimden olmayanlara da aynı unvanı dayatıyoruz?

Üstelik, neden ben ve benim gibiler hem etnik, hem duygusal aidiyet bab’ında iki defa “Türk” oluyoruz da, yukarıdakiler ilk hasletle donanmadığı için “üvey evlát” kalıyorlar?

Buradaki eşitsizliği görmek ve farketmek istemeyecek kadar vicdansız mıyız?

***

KALDI ki, Şumnu’da, Gümülcine’de, Sancak’da yaşayan ve evlád-ı fatihandan inme öz be öz Türk olan soydaşlarımıza “sen Bulgarsın, sen Helensin, sen Sırpsın” dayatması yapıldığında ilk ayaklanan biz olmadık mı? Yine yapılsa, yine ayaklanmayacak mıyız?

Yani, “öteki”nin “biz”e karşı saygı ve empati göstermesini beklerken, rabbena hep bana, o “biz”imiz o empatiyi ve o saygıyı kendi “öteki”sinden esirgeyecek kadar bencil mi?

Ve en önemlisi, ulus-devletimizin 86 altı yıldır sürdürdüğü asimilasyoncu baskıya ve beyin yıkamaya rağmen, başta Kürt yurttaşların ciddi bölümü, bir kesim TC vatandaşı eğer hala kendini “Türk” hissetmiyorsa, aynı yanlış rotayı izlemenin faydası ve álemi var mıdır?

Hayır yoktur, fakat o ulus-devletimizi bir üst aşamaya ulaştırmanın çaresi vardır!

***

BU çareyi, “üst kimlik” olarak “Türkiyelilik” kavramının yerleşmesi oluşturuyor.

Çünkü, nesnel bir siyasi sathı ve mevcut bir ulus-devleti tanımlayan Türkiye; artı, onunla vatandaşlık bağını vurgulayan “Türkiyeli” sözcükleri, gerçekten to-par-la-yı-cı-dır!

Yine çünkü, böyle bir tanım, Türk, Kürt, Ermeni, Çerkes, Rum, vs; İslam, Ortodoks, Musevi, istisnasız tüm etnisitelerin, dinlerin ve “alt kimlikler”in ortak paydasını içerir.

***

ÖYLE, zira “Türkiyeli” deyimi nötrdür. Herhangi bir etnik aidiyet çağrıştırmaz.

Kabul, çoğunluk kavmin adı yine zikredilir ama, “li” eki coğrafi bir genelleme yayar.

Dolayısıyla, kendisini “Türk” hissetmeyenler de ne gocunur, ne yaralanır!

Aksine, eşitleyici sıfat onları ulus-devlete daha çok perçinler. Yek ve ortak kılar.

Başka bir deyişle, “Türk”ten “Türkiyeli”ye geçiş “milli laikleşme” anlamına gelir.

Evet evet, “Türkiyeli” sıfatı tıpkı İngiliz, İskoç, Gal ve Kuzey İrlanda farkını Birleşik Krallık kimliğinde hamurlayan Londra’nın; veya, bizim yanlış tercümeyle Fransız dediğimiz ama Bröton, Oksitan, Burgon vs. etnisiteleri kapsadığı için aslında kendisini “Fransalı” diye tanımlayan Paris’in gerçekleştirdiği gibi, ülkemizde de millet kaynaşmasını sonsuz pekiştirir.

Şu kesin, “Türk” dayatması ulus-devleti ayrıştırır, oysa “Türkiyeli” tanımı birleştirir.

Yorumlar kapatıldı.