İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

PAYLAŞILAMAYAN ÜLKE: DAĞLIK KARABAĞ

PAYLAŞILAMAYAN ÜLKE: DAĞLIK KARABAĞ

GÜMRÜ ANTLAŞMASI. 30 Ekim’de Kazım Karabekir’in 15. Kolordusu Kars’a doğru yürüyerek Ermeni ordularını yenmiş, 2/3 Aralık 1920 gecesi, Ankara ile Erivan’daki Taşnak hükümeti arasında Gümrü Anlaşması imzalanmıştı. Ancak ertesi gün, Lenin’in emriyle Kızıl Ordu Erivan’a girerek ‘burjuva’ Taşnak hükümetini düşürdü ve Ermeni Bolşevikleri ile birlikte Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ni ilan etti. Yeni hükümet 10 Aralık 1920’de Ankara’ya bir nota vererek, Gümrü Anlaşması’nı tanımadığı ilan etti. İki ülke arasındaki sınır Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile TBMM Hükümeti arasında 13 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşması’yla tekrar çizildi ve iki ülke arasında sakin bir döneme girildi.

BAHANE ÇOK. Türkiye, SSCB’nin dağılması üzerine, 25 Ağustos 1990’da bağımsızlığını kazanan Ermenistan’ı 16 Aralık 1991 tarihinde tanıdı, ancak o tarihten bu yana diplomatik ilişki geliştirmedi. Kısa dönemler dışında sınırlar da hep kapalı tutuldu. Bunun nedeni olarak, yeni Ermenistan Cumhuriyeti’nin 1921 Kars Antlaşması’nı tanımayışı, 1990 tarihli Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. Maddesi’nde soykırıma atıfta bulunulması, devlet armasında Ağrı Dağı’nın yer alması ve Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorunu gösterildi. Ermenistan ‘tanınmayan sınırın açılması söz konusu olabilir mi?’ diyerek Kars Antlaşması meselesinde geri adım attığını gösterdi.

TARİHSEL KÖRDÜĞÜM. Ancak, Dağlık Karabağ meselesi hala çözülmedi. Ermeniler Dağlık Karabağ’ın ata toprakları olduğunu, üstüne üstlük bölgede çoğunluğu teşkil ettiklerini, bu nedenle kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olduklarını savunuyorlar. Azerbaycan ise, Dağlık Karabağ bölgesinin hukuki ve tarihî olarak kendisine ait olduğunu, bölgedeki etnografik yapının Rus ve Sovyet politikalarıyla suni olarak değiştirildiğini, bu nedenle toprak talebine temel teşkil edemeyeceğini iddia ediyor. Bu konudaki bilgilerimiz resmi tarih kanallarından geldiği için, bugüne kadar Azerilerin ‘haklı’, Ermenilerin ‘haksız’ olduğuna kesin gözüyle baktık. Halbuki bölgenin 100 yıllık tarihçesi incelendiğinde, 19. yüzyıl tipi katı milliyetçiliğine saplanıp kalmış iki ülkenin de haklı olmadığını, öte yandan durumun böylesine kördüğüm olmasında, SSCB’nin beceriksiz milliyetler politikasının büyük rolü olduğu görülüyor. Bu hafta, Kafkasya politikasında kilit öneme haiz bu meselenin bir kronolojisini sunmak istiyorum ancak, konuyu milliyetçi söylemlerden arındırayım derken, sıkıcı hale getirdiğim için de özür diliyorum.

Onlar yabancı biz yerli
Karabağ, büyük bölümü bugünkü Azerbaycan ile Ermenistan arasında, güney bölümü İran içinde kalan, yaklaşık 18 bin kilometrekarelik bölgenin adı. Dağlık Karabağ ya da Ermenice tarihi adıyla ‘Artsakh’ ise bu bölgenin içinde 4.392 kilometrekarelik alan. Ermenilere göre Dağlık Karabağ’da MÖ 7. yüzyıldan beri Ermeni nüfusu ve kültürü egemendi. Azerilere göre ise Ermeniler Yunanistan’ın Teselya (Selanik) bölgesinden, Doğu Anadolu’ya gelip Urartuların egemenliğinde yaşayan, sonra da Kafkasya’ya göçen yabancı bir halk olup, bölgenin esas sahipleri kendileriydi, çünkü Azeriler Orta Asya’dan Avrupa’ya doğru göç ederken bölgedeki Derbent Geçidi’nden geçen Türk boylarının soyundan geliyorlardı.

Karabağ Bölgesi 1555’te Amasya Anlaşması ile Osmanlı Devleti’ne katılmış; 1735 yılındaki Gence Anlaşması’yla İran’a bırakılmış, 1828 yılındaki Türkmençay Anlaşması’yla Çarlık Rusyası’nın hâkimiyetine girmişti. Bu tarihten sonra Ruslar Kafkasya’da güneye doğru indikçe Müslüman halk güneyde, Hıristiyan halk ise Ruslara sığınmak üzere kuzeyde toplanmaya başladı. Ancak toplumlararası gerginliklerin çatışmaya dönmesi gecikmedi. 1905’te, Azerilerin Ermenilere saldırısıyla başlayan yağma ve katliamlar yoğunluğu azalmakla birlikte, bir sonraki yıla da sarktı. Olaylar şehirlerle sınırlı kalmadı. Tahminen 128 Ermeni ve 158 Azeri köyü yağma ya da tahrip edildi. Ölenlerin sayısının 3 bin ila 10 bin arasında değiştiği belirtildi.

Maverâ-yı Kafkas Federasyonu
1917 yılında Rusya, Bolşevik Devrimi’ni takiben Birinci Dünya Savaşı’ndan fiilen çekildiğinde, Güney Kafkasya’da üç önemli siyasi güç vardı. Bunlar Gürcülerin Sosyal Demokrat Menşevik Partisi, Azerilerin Müsavat Partisi ve Ermenilerin Taşnaksütyun’u idi. Hepsi Bolşevik karşıtı olan bu üç hareket, 24 Kasım 1917’de, merkezi Tiflis olan Maverâ-yı Kafkas Federasyonu’nu kurdular. Ancak federasyon, Osmanlı ordularının bölgedeki harekâtları ve Bolşevik Rusya’nın savaştan hukuken çekilmesini sağlayan 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litovsk Anlaşması’nın ardından dağıldı ve yerine Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan cumhuriyetleri kuruldu.

Nerimanov’la Orconikizdze’nin manevraları
Nisan-Aralık 1920 arasında, Lenin ve Stalin’den Kafkasya’yı Bolşevikleştirme emrini alan Kızıl Ordu, bu bağımsız cumhuriyetleri tarihe gömdü. 1 Aralık 1920’d, Rusya Komünist Partisi’nin Kafkaslar sorumlusu Orconikidze’nin başkanlığında Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya Komünist Partisi temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda, Azerbaycan lideri Nerimanov, Zengezur, Nahçıvan ve Dağlık Karabağ bölgelerini Ermenistan’a bırakarak, Müslümanlarla Ermeniler arasındaki tarihsel kavgaya son verdiğini ilan etti. Karar Orconikidze tarafından Lenin ve Stalin’e ulaştırıldı ve 4 Aralık 1920 tarihli Pravda’da, Milliyetler Komiseri Stalin’in bu kararı ‘tarihte eşi benzeri görülmemiş bir olay’ olarak kutsadığını anlatan haber çıktı. Ancak bunun Ermeni Bolşeviklerini ve genel kamuoyunu etkilemek için yapılan bir manevra olduğu kısa sürede anlaşılacaktı.

Nahçıvan Azerbaycan’a veriliyor
16 Mart 1921 tarihli Moskova ve 13 Ekim 1921 tarihli Kars antlaşmalarının ödülü olarak Ermenistan Türkiye sınırında bulunan Nahçıvan, Azerbaycan’a bağlı özerk (otonom) bölge olarak tanımlandı. O tarihlerde Nahçıvan’ın nüfusunun yüzde 85’ini Azeriler, yüzde 15’ini Ermeniler oluşturduğu için Ermeniler karara itiraz etmediler. Bir ay sonra, Bolşevikler Zengezur bölgesinde Taşnaklar tarafından yönetilen milliyetçi bir Ermeni direnişi ile karşılaşıp, Zengezur’u Ermenistan’la Azerbaycan arasında paylaştırınca da ses çıkarmadılar. Çünkü Ermenistan ve Azerbaycan arasında imzalanan 12 Haziran 1921 tarihli deklarasyonla Dağlık Karabağ, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne bağlanmıştı.

Ancak sadece üç hafta sonra, 5 Temmuz 1921’de, Rusya Komünist Partisi Kafkasya Bürosu’ndan Stalin, Kirov, Orconikidze, Nerimanov gibi bir dizi önemli şahsiyetin katıldığı toplantıda yine fikir değiştirildi ve Dağlık Karabağ bu sefer Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olarak tanımlandı. Dahası bölgenin sınırları çizilirken, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’la fiziki ilişkisini kesmek için Laçin bölgesi Azerbaycan’a bırakılmıştı. Üstüne üstlük, 24 Temmuz 1923’te Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’a bağlı olduğu bir kez daha tekrarlanınca (tek değişiklik başkentin Şuşa, değil Hankend olmasıydı) Ermeniler büyük hayal kırıklığına uğradılar. Öyle ki, 1927’de, aralarındaki siyasi ayrılıkları bir yana bırakan Taşnaklar, Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’a bağlamak için Moskova’ya başvurdular ancak destek bulamadılar. Stalin’in bu çözülmemiş sorunu, iki tarafa da müdahale etmek için kullanmayı düşündüğü anlaşılıyordu.

Moskova’nın kötü sınavı
Konu yıllarca uykuda kaldıktan sonra 19 Mayıs 1964’te, 2.500 Dağlık Karabağlı Ermeni’nin imzaladığı bir dilekçe, SSCB Komünist Partisi Birinci Sekreteri Nikita Kruşçev’e verildi. Dilekçede Azerbaycan’ın ‘şovenist’ politikalar izleyerek Ermenileri ülkeyi terk etmeye zorladığından yakınılıyor, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a ya da Rusya Federasyonu’na bağlanması isteniyordu, fakat dilekçeye cevap bile verilmedi. Anlaşılan SSCB hem kendi içindeki başka sınır tartışmalarını hem de Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki benzer anlaşmazlıkları körüklemekten korkmuştu.

Moskova, 1966 yılında ve 1967’nin ilk yarısı boyunca, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki tartışmalarda sadece izleyici olmayı seçtiyse de, 1967 yılının Ağustos ayında Dağlık Karabağ’da bir Ermeni çocuğun bir Azeri tarafından öldürülmesi, Azeri yetkililerin katili cezalandırmakta gönülsüz davranması, bunun üzerine çocuğun ailesinin de katili öldürmesiyle patlak veren olaylara Kızıl Ordu aracılığıyla müdahale etmek zorunda kaldı. SSCB’nin 1977 tarihli yeni Anayasası’nın 87. maddesiyle Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’a bağlılığı tekrar teyit edilince Ermenilerin umudu bir kez daha söndü. (Bu arada, 1920’lerde Dağlık Karabağ nüfusunun yüzde 95’ini Ermeniler oluştururken, bu oran 1977’de yüzde 76’ya düşmüş, Azeri nüfusu yüzde 24’e çıkmıştı. Nahçıvan’da ise 1923’te yüzde 15 olan Ermeni nüfus, 1979’da yüzde 1,4’e düşmüştü.)

Doğu Bloğunun yıkılışıyla canlanan umutlar
1985’te ‘Glasnost’ (Şeffaflık) ve ‘Perestroyka’ (Yeniden yapılanma) diyen Mihael Gorbaçov’un iktidara gelmesi Dağlık Karabağ Ermenilerini yeniden harekete geçirdi. 1987’de 75 bin imzalı bir dilekçe Gorbaçov’a gönderildi. 25 Şubat 1988’de Ermenilerin ruhani lideri Katolikos I. Vazgen, Gorbaçov’dan, Dağlık Karabağ halkının ‘kendi kaderini tayin hakkı’nı kullanmasına izin vermesini istedi. Moskova muhtemelen yine duymazdan gelecekti ama Azerilerin bu talebi sessizce geçiştirmesi mümkün değildi.

Sumgait Katliamı
Nitekim 27 Şubat 1988’de, Bakû’nun kuzeyindeki, 19 bin Ermeni’nin yaşadığı Sumgait şehrinde, Azerilerden oluşan bir güruh Ermenilere saldırdı ve resmi kaynaklara göre 26 Ermeni ile 6 Azeri öldü. (Gayri resmi kaynaklara göre ölü sayısı en az 200’dü.) Ermenilere ait evler talan edildi. Olaylar yatıştıktan sonra, Azerbaycan’da yaşayan 300 bin civarında Ermeni, Rusya Federasyonu ve Ermenistan’a göç ederken, Ermenistan’da yaşayan 250 bin civarında Azeri de, Azerbaycan’a doğru yola çıkmıştı. Yaklaşık 60 yıllık sosyalist deneyimin milliyetçilik hastalığına çare olmadığı iyice anlaşılmıştı ki, aynı yıl Temmuz ayında, ilerde Ermenistan Cumhurbaşkanı olacak olan Dağlık Karabağlı milliyetçi lider Levon Ter Petrosyan’ın başkanlığını yaptığı bir komite, Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’a bağladıklarını ilan ettiler. Bunun üzerine bölgede toplumlararası çatışmalar başladı.

Muttalibov darbesi
7 Aralık 1988’de, Ermenistan’da 28 bin kişinin ölümüne neden olan büyük depremden yaklaşık bir ay sonra, Moskova durumun vahametini anladı ve Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’ni kendisine (merkeze) bağladı. Ancak, Azerbaycan’dan gelen baskılar üzerine tekrar fikir değiştirdi ve 28 Kasım 1989’da yönetimi yeniden Bakû Hükümeti’ne devretti. Merkezi hükümetin bu gelgitleri bölgenin zaten bozuk olan ‘kimyası’nı iyice bozdu. Bunun üstüne tüy diken olay, 13 Ocak 1990 Bakû’de 28 Ermeni 6 Azeri’nin ölümüyle biten olaylar üzerine 19 Ocak 1990’da Kızıl Ordu’nun olağanüstü hal ilan ederek Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’ne ve Bakû’ye (karadan, havadan ve denizden) harekât düzenlemesi oldu. Harekâtın amacı, Azeri Komünist Partisi’nin başına Moskova yanlısı Ayaz Muttalibov’u geçirmekti, nitekim öyle oldu.

Uçak kazasıyla sönen umutlar
25 Ağustos 1990’da bağımsızlığını ilan edip seçimlere giden Ermenistan’da, devlet başkanlığını Dağlık Karabağlı Levon Ter Petrosyan kazandıktan sonra, Ermenistan siyasetini esas olarak Dağlık Karabağ hassasiyetleri tayin etmeye başladı. Elbette 30 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’da da durum farklı değildi. Ancak Muttalibov, Dağlık Karabağ’ı doğrudan Bakû’ye bağladığını açıklayınca, Dağlık Karabağ Ermenilerinin cevabı 13 Ocak 1992’de bağımsızlığını ilan etmek oldu. O sırada Moskova’da da Boris Yeltsin, Gorbaçov’u bir darbe ile iktidardan uzaklaştırmakla meşguldu. Yeltsin, Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’i Dağlık Karabağ konusunda arabulucu olarak atayarak Kafkaslar’daki iddiasını sürdürmeyi denedi fakat Dağlık Karabağ’ın Başkenti Stepanakert’te görüşmeler sürerken, 26 Kasım’da Azerbaycan Adalet ve Savunma Bakanlığı yetkilileri ile, iki Rus generalini ve bölgeye ateşkes sürecini denetlemek üzere gönderilen Kazak ve Rus gözlemcileri taşıyan bir helikopter düşünce Azerbaycan Hükümeti, Dağlık Karabağ’ın özerklik statüsünü kaldırdığını açıkladı. Çünkü Azerilere göre kaza Ermeniler’in suikastıydı.

Kendi kaderini tayin hakkı
Ancak, Dağlık Karabağ Ermenileri kararlıydılar. SSCB Anayasası’nın 70. maddesine dayanarak ‘kendi kaderini tayin hakkını’ kullanma kararı aldılar ve 6 Ocak 1992’de Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Azerbaycan ise aynı anayasanın 78. maddesine referans vererek, tarafların onayı alınmadan iki Sovyet cumhuriyetinin sınırının değişemeyeceğini ileri sürdü. Ve korkulan oldu: Gözü kararmış milliyetçi liderlerin uzlaşmazlığı, zaten bir kıvılcıma bakan toplumları birbirine düşürdü ve 25–26 Şubat 1992 günlerinde (Sumgait katliamının dördüncü yıldönümünde) Ermeni çeteciler, Stepanakert’in kuzeyindeki Azeri yerleşimi Hocalı’ya (Hocalu) saldırdılar. 7 bin Azeri’nin yaşadığı şehir, Karabağ’daki tek hava alanına sahip olduğu ve demiryolu da geçtiği için stratejik öneme haizdi. 

Acı dönüm noktası: Hocalı Katliamı
Human Rights Watch (HRW) örgütünün raporlarına göre, 26-27 Şubat 1992 tarihlerinde Ermeni Ordusu ve Rus 366. Mekanize Alayı’nın saldırısı sonucu, aralarında 106 kadın ve 83 çocuğun da bulunduğu 613 Azeri sivil acımasızca öldürülmüştü. Aynı rapora göre, öldürülen sivillerin yanında, Ermeni kuvvetlerinin rehin aldıkları 1275 kişiden 56’sı işkenceyle öldürülmüş, 150 kişi de kaybolmuştu. Daha sonra, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, kendisine muhalefet eden Azerbaycan Halk Cephesi milislerinin, Hocalı-Agdam (nehir yatağı) yolunu kullanarak Ermeni çetelerinden kaçmaya çalışan Azerilere ateş açmasının da ölü sayısını arttırdığı iddia etti ancak eleştiriler üzerine ‘sözlerinin yanlış anlaşıldığını’ belirtti. Ermeni tarafına göre Azeri milisler, kendi öldürdükleri Azerileri Ermenilerin katlettikleriyle karıştırarak, ‘Azeri maktul’ sayısını yükseltmişlerdi. Ermenilerin suçlu olduğunu kabul eden yöneticiler de vardı. Örneğin Markar Melkonian “Hocalı stratejik bir hedefti, ancak aynı zaman da bir intikam hareketiydi…” demişti.
Uzun süre Ermenistan Savunma Bakanlığı ve Güvenlik Konseyi Başkanlığı yapan Serge Sarkisian, “Hocalı’dan önce Azeriler, Ermenilerin sivil nüfusa el kaldırmayan bir halk olduğunu düşünüyordu. Biz bu anlayışı sona erdirmeye muvaffak olduk…” diye övünmüştü.
Türk kamuoyuna pek yansımayan ise, Agdam’a doğru kaçanlar arasında Türk subaylarının da olmasıydı. Bu subaylar, sorgularında gönüllü olarak Azerbaycan’a geldiklerini iddia etmişlerdi. Kimbilir, belki de doğru söylüyorlardı…

Minsk Grubu’nun kuruluşu
Hocalı katliamı o güne dek birbirine düşman çetelerin çatışması şeklinde süren Dağlık Karabağ uyuşmazlığında bir dönüm noktası oldu. Bu tarihten sonra artık çetelerin değil ulusal orduların savaşı söz konusuydu. (Karabağ’a benzini, Ermeni mafyasıyla işbirliği içindeki Azeri mafyasının taşıması işin ironik yanıydı.) Çatışmalar sürerken, 24 Mart 1992’de Helsinki’de toplanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK, sonra AGİT) Dışişleri Bakanları Konseyi, Dağlık Karabağ sorununun çözümü için Beyaz Rusya’nın Minsk kentinde bir konferans düzenlenmesine karar verdi.

‘Minsk Grubu’nun katılımcıları Ermenistan, Azerbaycan, Almanya, ABD, Beyaz Rusya, İsveç, İtalya, Fransa, Rusya, Türkiye Çek ve Slovakya Federal Cumhuriyeti olacaktı. Ancak 8 Mayıs’ta Ermeniler bölgenin en stratejik kenti olan Şuşa’yı; yaklaşık 10 gün sonra da Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’dan ayıran Lâçin’i işgal edince dengeler Ermeniler lehine değişti. Hocalı katliamındaki ihmali yüzünden ağır şekilde eleştirilen Ayaz Muttalibov’un yerine geçen ‘Türk dostu’ Ebulfeyz Elçibey, Ekim 1992’de Dağlık Karabağ Ermenilerine ‘kültürel özerklik’ vererek barışı kısa sürede tesis edeceğini umduysa da, Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan, Dağlık Karabağ milliyetçiliğinin ağırlığı altında ezildi ve barış yapma iradesini gösteremedi.

‘Moskova yanlısı’ Haydar Aliyev
Dahası, Ermeni Ordusu, Mart 1993’ten itibaren Kelbecer, Akdere, Agdam, Fuzili, Cebrail, Kubatlı ve Terter’i işgal etti. Ebulfeyz Elçibey, Azerbaycan’ın toprak kayıpları ile Dağlık Karabağ ve işgal bölgelerinden kaçan (Azerice ‘kaçkınlar’) 1 milyonu aşkın kişinin barınma ve beslenme sorunlarını halledemediği için muhalefet lideri Suret Hüseyinov tarafından ağır şekilde eleştirildi. İkili çatışırken, aradan sıyrılan ‘Moskova yanlısı’ Haydar Aliyev (bugünkü Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in babası), Temmuz 1993’te Elçibey’i Azerbaycan’ı terk etmeye zorladı. Haydar Aliyev’in ilk işi Azeri Ordusu’nu eğiten 1.600 Türk subayının görevine son vermek oldu. Ancak Aliyev, Dağlık Karabağ meselesinde stratejik bir hata yaptı. Azerbaycan ile Ermenistan arasında 5 Mayıs 1994 tarihinde imzalanan ‘Bişkek Protokolü’nde, Dağlık Karabağ’ın ‘taraf’ olarak tanıması, Azerbaycan’ın elini siyasi ve diplomatik açıdan zayıflattı. O günden beri de Dağlık Karabağ, Azeri ve Ermeni milliyetçiliklerinin dinamosu olmaya devam ediyor.

Bu tarihçeye bakınca, ‘medeniyetler çatışması’nı çözmeye soyunmuş ‘büyük bir devlet’ olduğunu iddia eden Türkiye’nin, kendisiyle hiç ilgisi olmayan ve neredeyse 100 yılı devirmiş olan Dağlık Karabağ kördüğümü çözülmeden Ermenistan’la sınırları açmam diye ayak diremesi ancak ‘küçük politikalar’ ile açıklanabilir.

Özet Kaynakça: Svante E. Cornell, Small Nations and Great Powers: A Study of Ethnopolitical Conflict In The Caucasus, Ricmond, Surrey: Curzon, 2001; The Karabagh File, Documents and Facts on the Mountainous Karabagh 1918-1988, (Yay. Haz. Gerard Libaridian), The Zoryan Instutute, Cambridge, Toronto, Mart 1988; R. H. Dekmejian, “Soviet-Turkish Relations and Politics in the Armenia SSR,” Soviet Studies, Vol. 19, no. 4 (April, 1968): 510-525; Değişen Dünya Düzeninde Kafkasya, (Der. Okan Yeşilot), İstanbul Kitabevi Yayınları, 2005.

Yorumlar kapatıldı.