İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İttihat ve Terakki’nin Çocuk Askerleri

İttihat ve Terakki’nin Çocuk Askerleri
Ayşe Hür – 12.04.2009

TAŞ ATAN KÜRT ÇOCUKLARI .Bugün Diyarbakır, Adana, Mersin, Hatay, Mardin, Siirt, Şırnak, Van ve İzmir’de yaşları 13-17 arasında değişen 800 civarı Kürt çocuğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin altına imza koyduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyenler örgüt üyesi gibi cezalandırılır” diyen maddesi yüzünden ‘yetişkin’ koşullarında yargılanıyor. Bugüne kadar 130’a yakın çocuğa 5’e yıla varan ağır hapis cezaları verildi. Bazı çocuklar yüzlerini kapatan bereler giydikleri için, bazıları ellerinde taş izi olduğu için, bazıları atletleri ıslak olduğu için, bazıları kalpleri hızlı çarptığı için cezaya çarptırılıyorlar. Bazıları yetişkin koşullarında hapiste tutuluyorlar.

DAĞA ÇIKARMAK MI? Bu çocuklar, önce büyük şaşkınlık, sonra psikolojik sorunlar yaşıyorlar. Sonra büyüklerine, devlete, kanunlara güvenlerini, sonra da geleceğe dair umutlarını yitiriyorlar. Çocuk haklarını ihlal eden TMK uygulaması bugünkü haliyle devam ettikçe yarın aynı mağduriyeti bizim çocuklarımızın, kardeşlerimizin de yaşamayacağı garantisini kimse veremez.Dağdakileri silah bırakıp demokratik yaşama nasıl katacağımızı düşünürken, sadece slogan ve taş atan çocukların dağa çıkmalarını ister gibi davranmak gerçekten yaman çelişki. Bu vesileyle bu haftayı, İttihatçılar tarafından ‘milli’ amaçlarla örgütlenmiş ve cephelere sürülmüş Türk çocuklarıyla yine İttihatçılar tarafından ‘milli’ amaçlarla hayatları karartılmış Ermeni çocuklarına ayırdım.

İzcilikten paramiliter örgüte

Osmanlı İmparatorluğu’nda izcilik (keşşaflık) örgütlenmesinin ilk adımları 1910 yılının sonlarına doğru yayınlanan “Sayi ve Terakki” Mecmuası ile Lozan’da bulunan Ragıp Nurettin’in izcilik hakkındaki yazılarının basımı ile başladı. Soylu bir İngiliz ailesinin Hindistan doğumlu oğlu olan ve eğitimini Mekteb-i Sultani’de (bugünkü Galatasaray Lisesi) tamamlayan, futbolcu ve spor adamı Ahmet Robenson tarafından İstanbul’da kurulan ilk izci oymağının faaliyetleri, boru trampet takımları ile şehir içi turları ve doğa yürüyüşlerinden ibaretti. Bu ilk oymağı Darüşşafaka, Kadıköy Numune Mektebi, İstanbul Lisesi, Vefa ve Üsküdar liseleri takip etti. İstanbul dışında ilk izci teşkilatını kuran iller ise Bursa, Beyrut, İzmir, Sivas, Kayseri ve Kütahya idi.

8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlayınca İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Edirne’deki İttihat Mektebi Müdürü Nafi Atuf (Kansu) ile arkadaşı Manastır’daki Öğretmen Okulu Müdürü Ethem Nejat’ı “mükemmel bir gençlik teşkilatı” kurmak üzere incelemeler yapmak için Avrupa’ya göndermişti. Atıf Bey dönüşte Enver Paşa’ya izciliğin bu iş için ideal bir faaliyet olduğunu, Batı’daki örnekleri gibi bir teşkilatın kurulabileceğini belirtti.

Bu iş için Belçika İzcilik Teşkilatı kurucusu İngiliz Harold Parfitt ülkeye davet edildi. Parfitt, 9 Nisan 1914’de Keşşaflık Cemiyeti İzci Ocağı’nı kurduktan sonra Darü’l-Muallimin-i Aliye’de (Yüksek Öğretmen Okulu) izcilik dersleri, yürüyüşler, kamplar, oymak beyi kursları ile izciliği kurumsallaştırmaya başladı. Ocağın 22 Mayıs 1914’te hazırlanan 35 maddelik Nizamnamesi’nin 2. maddesine göre “İzci oymakları (tabur) teşkil edilerek, bunlar vasıtasıyla gençliğin “açıkgöz, çevik, becerikli, yiğit, tehlikeci, fedakâr, vatanperver olarak yetiştirilmeleri, aynı zamanda tesanüd (dayanışma), yasacılık (disiplin), mes’uliyetperverlik ve namusperestlik duygularıyla müteallik (donanmış) olmaları” sağlanacaktı. Ocağın ilk ‘Başbuğ’ u Enver Paşa, ‘Kalgay’ı (Başbuğun yardımcısı) ise Harold Parfitt oldu.

Başbuğ Enver Paşa

Ancak izcilik örgütüyle gençliğin tamamına ulaşılamayacağı düşünüldüğünden, 15 Haziran 1914’de Osmanlı Güç Dernekleri’ni kurdu. Diğer gençlik örgütlerinin aksine, geçici kanunla kurulan ve Enver Paşa’nın “gençlerin siyasetle uğraşmasının yasaklanmasını” isteyen talimatı ile sanki İTC ile irtibatı yokmuş havası verilmeye çalışan Osmanlı Güç Dernekleri (OGD) aslında Harbiye Nezareti’ne bağlıydı. OGD’nin başbuğluğuna yine Harbiye Nazırı Enver Paşa getirildi. Diğer yöneticiler ise Doktor Nazım, Eyüp Sabri (Toprak), Burdur Milletvekili Atıf, Trabzon Milletvekili Resuhi ve Ziya beylerdi.

Başlangıçta, beyaz tenis şapkası giyen bu gruplar, kimi çevrelerce Müslüman çocukların İngilizler tarafından Hıristiyanlaştırılması olarak algılandı. İzcilerin kısa pantolon giymeleri öncelere tutucu kesimlerce tepkiyle karşılandı ancak Darülfünun Emini’nin (Rektör) izciliği desteklemek amacıyla izci kıyafetini giyip kısa pantolonla dolaşmasıyla tepkiler azaldı. Derneklerde, milli duyguların yoğunlaşması için sözlerini Türkçülük akımının ideologlarından Ziya Gökalp’in şiirleriyle bestelenmiş marşlar ile İsveçli bestesi Felix Körling’e ait Şakıyan Üç Genç Kız (Tre Trallade Jantor) şarkısından uyarlanan Dağ Başını Duman Almış marşı söyleniyordu.

Alman modeli genç dernekleri

Savaş devam ederken “Osmanlı gençliğini savaş içinde silah altında tutmak ve bir milis örgütü etrafında toplamak” amacıyla yeni bir örgütün kurulması fikri ortaya çıktı. Bu para-militer örgütün fikir babası, Osmanlı ordularını Prusya usulüne göre örgütlemek için gelen Alman Goltz Paşa’ydı. Goltz’un tavsiyesiyle Almanya’da Kaiserlich Deutshe Jugendwebr veya Jugendwehr gibi gençlik örgütlerinin kuruluşunda ve idaresinde çalışmış Miralay von Hoff İstanbul’a getirildi. Alelacele paşalığa terfi ettirilen von Hoff ve yardımcısı Selim Sırrı’nın (Tarcan) önderliğinde Nisan 1916’da Osmanlı Genç Dernekleri kuruldu.

Hey Onbeşli Onbeşli!

Harbiye Nezareti’ne bağlı olan dernek, 12-17 yaş arası Müslim ve gayrimüslim gençlerin üye edildiği Gürbüz Derneği ile 17 ve yukarı yaşlardaki gençlerin üye yapıldığı Dinç Derneği şeklinde örgütlenmişti. Edirne’den Kudüs’e, Bitlis’ten Basra’ya kadar geniş bir alanda teşkilatlanan Genç Dernekleri’nin sayısı 1917’de 706’ya ulaşmıştı. Dinç Derneği üyeleri, 1917’de çıkarılan ve 1315 (1899) doğumluların askere alınmasını öngören bir kanun uyarınca askere alındılar. Daha sonra adlarına “Hey Onbeşli, Onbeşli, Tokat yolları taşlı…” türküsü yakılan bu gençlerin akıbetlerini ne yazık ki bilmiyoruz.

Kazım Karabekir’in Gürbüzler Ordusu

Milli Mücadele döneminde Kastamonu’da Gençler Kulübü, Çerkeş’te Gençler Mahfili adları altında Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine yardım eden bazı gençlik örgütlenmeleri biliniyor. Ama en ilginç örgütlenme Kazım Karabekir’in ‘Gürbüzler Ordusu’.

Milli Mücadele sırasında Doğu Cephesi komutanı olan Kâzım Karabekir, Erzurum civarında yetim kalan 2 bin kız, 4 bin kadar erkek çocuğu sokaklardan ya da bakamayacak durumda olan akrabalarının yanından toplatmış oğlanların yarısıyla, ‘Gürbüzler Ordusu’ kurmuştu. Bu çocuklara kayak dersi de dahil olmak üzere askeri eğitim verilmiş, bir kısmına Sanayi Gürbüzler Mektebi’nde zanaat öğretilmiş, orduya kaput, potin diktirilmişti. Ama hepsine Türklük bilinci verilmişti. Karabekir’in 26 Eylül 1920’de Sarıkamış’ı Ruslardan geri alırken, Gürbüzler Ordusu’nu da seferber ettiği söylenir. Karabekir’in koruma altına aldığı kimsesiz erkek çocuklar arasında, Ermeni yetimler de bulunuyordu. Bu çocuklardan kabiliyetli olanlar, Karabekir tarafından, sanki Türk ailelerin yetimleri gibi gösterilerek Bursa’da yeni açılan Işıklar Askerî Lisesi’ne gönderilmiş, bir bölümü ise meslek erbabı olarak hayata karışmıştı.

Millet-i müsellaha için gençlik örgütü

3 Ocak 1924’te İsmet (İnönü) Bey tarafından meclise verilen bir kanun teklifiyle on iki yaşından askerlik çağına giren bütün gençleri içine alan bir teşkilat kurulması ve bu teşkilatın ülke savunmasında kullanılması öngörüldü ama teklif mecliste ilgi görmedi. Bu sefer işi Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa ele aldı. Mareşale göre halkı “millet-i müselleha” haline getirecek böyle bir teşkilatın kurulması hazırlıklarına derhal başlanmalıydı. Ancak bu girişim de sonuç vermedi. Konu 1927, 1928 ve 1932’de tekrar meclis gündemine geldi ama yine kanunlaşmadı. 1937’de Alman Gençlik Teşkilatı Başkanı Baldur Vol Schirach geldi ama bu tarihten sonra konu kapandı.

Kaynakça: Zafer Toprak, “Meşrutiyet ve Mütareke Yıllarında Türkiye’de İzcilik”, Toplumsal Tarih, İstanbul, Nisan 1998, Sayı 52, s.13-20; Toprak, “II. Meşrutiyet Döneminde Paramiliter Gençlik Örgütleri”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C.2, İstanbul, 1985, s.531-536; Mustafa Balcıoğlu, “Osmanlı Genç Dernekleri” Türk Kültürü, Şubat 1992, S. 346, s. 98-102; Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, 2 cilt, Emre Yayınları, 1995.

***

Ne Ermeni ne Türk, sadece yetim….

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nda kimsesiz kalan ve yetim veya öksüz kalan çocukların koruma altına alınması ve bakılması görevi Dâr’ül-Eytâm’ın (Yetimler Cemiyeti) sorumluluğunda idi. Hem çeşitli cephelerde hayatını kaybeden askerlerin çocukları, hem de 1915 Ermeni kırımından sağ kurtulan şanslı (!) çocukların sayısı o kadar fazlaydı ki, bir süre sonra İstanbul’daki tüm yetimhaneler, yatılı okullar ve bakımevleri hıncahınç doldu. (Murat Bardakçı tarafından yayınlanan Talat Paşa’nın kara kaplı defterinde ‘Ermeni Eytamı’ yani Ermeni yetimlerinin sayısının 10 bin 314 olduğu yazılı. Başbakanlık Arşivi ise kız ve erkek çocukların ailelerinden alınmaları, Ermenilerin bulunmadığı Müslüman köylerine dağıtılmaları ve Müslümanlarla evlendirilmeleri veya yetimhanelere konulmaları ve özellikle Müslüman adetlerine göre yetiştirilmelerini yani zorla asimile edilmeleri konusunda onlarca belge ile dolu. Bu belgelerdeki ifadelere bakılırsa, yönetim bu konuyu önceden öngörmüş.)

Evlad-ı Şüheda Vergisi

Mevcut yetimhaneler yetmediği için devlet, Elmadağ’daki Notre Dame de Sion, Yedikule’deki İtalyan Mektebi, Galata’daki Rus Manastırı, Kadıköy’deki Saint Joseph Mektebi gibi yabancılara ait binalara el koyarak yetimhaneye dönüştürüldü. Ancak İttihatçılar, işletme işini yüzlerine gözlerine bulaştırdılar ve yetimhaneler kısa sürede yolsuzluk ve yoksunluk yuvaları haline geldi. Mecliste eleştirilere cevap veren Maarif Nazırı’na göre güya 65 merkezde 16 bin çocuğa bakılıyordu ancak bu sayının doğru olduğu şüpheliydi.

Yetimhanelere gelir sağlamak için, 1915’de tütünden alınmak üzere ‘Evlad-ı Şüheda Vergisi’ konuldu, ayrıca çeşitli kurumların yetimhanelere kaynak aktarması kararlaştırıldı. Dâr’ül-Eytâm’a destek olmak üzere Hilal-Ahmer Cemiyeti, Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) ve Kadınları Çalıştırma Cemiyeti İslamiyesi gibi kuruluşlar harekete geçirildi.

Kadınları Çalıştırma Cemiyeti

Harp dolayısıyla erkeksiz kalan Müslüman kadınları çalışma yaşamına alıştırmak amacıyla 1916’da Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın idaresinde kurulan Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi’nin ilk yönetim kurulu, Harbiye Nezareti’nin yüksek rütbeli subaylarından yedi kişilik bir erkekler grubuydu. Yönetim güya kadınlara devredilecekti ancak sonuna kadar erkekler tarafından yönetildi. Cemiyetin en ilginç işlevi, dul üyelerini evlendirmek, en faydalı işi Ermeni Tehciri yüzünden ortada kalan 750 Ermeni çocuğun bakımını üstlenmek oldu. Ancak, 1.800 çocuğun daha geldiği haberleri çıkınca, cemiyet müdürü İsmail Hakkı Bey’in aklına dâhiyane (!) bir fikir geldi ve Dahiliye Nezareti’ne bu çocukların ülkenin değişik bölgelerindeki ticarethanelere, sanayi işletmelerine, çiftliklere, evlere işçi, hizmetli veya besleme olarak gönderilmesini teklif etti. Amaç güya çocukların kendi ekmeklerini kazanarak devlete veya yanlarına verildikleri ailelere yük olmamasıydı. Küçücük yaşlarında büyük trajedilerin kahramanı olmuş olan bu yavrucakların bir de boğaz tokluğuna işçi veya hizmetçi olarak çalıştırılmaları teklifi tahmin edileceği gibi, Dahiliye Nezareti tarafından pek beğenildi ve hemen uygulamaya konuldu. Öyle ki, Enver Paşa’nın Küçükçekmece’deki çiftliğine bile 50 kadar yetim yollanmıştı. Yabancı misyonların gözü önünde olduğu için tehcirden kurtulan Ermeni cemaati bu uygulamaları kıyasıya eleştiriyor, İttihatçıların ‘devşirme’ sistemi ile Türkleştirme politikalarına devam ettiğini söylüyordu.

Mondros Mütarekesi sonrası

2/3 Kasım 1918’de Enver, Talat ve Cemal paşaların Almanya’ya kaçmasının ardından İstanbul’un yönetimini ele alan İtilaf Devletleri’nin ilk işlerinden biri yetimler konusu oldu. Özellikle Amerikalı görevliler, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti tarafından ülkenin dört bir yanına ucuz emek gücü veya hizmetçi olarak dağıtılmış bulunan çocukların listelerini incelemeye aldı ve ‘Müslüman’ olarak etiketlenerek Müslüman-Türk ailelerine dağıtılmış çocukları tespit etmeye başladı. İmparatorluğun dört bir yanından İstanbul’a kimsesiz çocuk akarken, her iki taraf da, çocukların kendilerine ait olduğunu ileri sürüyordu. Çocukların konuştukları dil veya isimleri açıklayıcı değildi çünkü küçük yaşlarda ailelerinden ayrılmak zorunda kalan çocuklar ana dillerini unutmuş oluyorlar, isimleri de zaten kimliklerini gizlemek için başkaları tarafından konmuş oluyordu. Bazı çocuklar ise kökenlerini bildikleri halde, geçmiş tecrübelerden dolayı, tedbir olarak sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. Yaşı biraz büyük olan erkeklerin sünnetli olup olmadıklarından kalkarak teşhis yapmak bir ölçüde mümkündü ama kızlarda ve yaşı çok küçük olanlarda bu yöntem işe yaramıyordu.

Bitarâfhane’nin oluşturulması

1919 yılı Nisan ayında, İtilaf Devletleri çeşitli yerlere dağıtılmış kimsesiz çocukların bulundukları yerlerden alınarak İstanbul’da İngiliz işgal kuvvetlerinin gözetimi altında oluşturulacak tarafsız bir merkezde toplanmasını kararlaştırdı. Edirne, Bursa, Konya ve Kırklareli’de birer yetimhane bırakılıp diğerlerinin çocukları İstanbul’a nakledilmeye başladı. Bu merkezde toplanan çocuklardan Türk olan çocuklar Osmanlı Emniyet Müdürlüğüne, Ermeni çocuklar ise Ermeni Patrikhanesi’ne teslim edileceklerdi. Bu amaçla Nişantaşı’nda bir ev kiralandı ve başına Amerikalı, Türk ve Ermeni kökenli üç kişilik bir heyet atandı. Halk arasında ‘Bitarâfhane’ adıyla anılan evde ayrıca, biri Müslüman biri Ermeni olmak üzere iki aşçı ile bir Ermeni hizmetçi ve bir Müslüman kapıcı görev yapıyordu. Mayıs ayı geldiğinde, İtilaf Kuvvetleri’nin polis teşkilatı söz konusu çocukları toplayıp İstanbul’a getirmeye başlamıştı bile. Ancak sorunlar da hemen boy gösterdi.

Kayseri’den gelen 360 kişilik ilk grup büyük bir tartışmaya neden olmadan etnik-dinsel tasnife tabi tutulup taraflara teslim edildi ancak yine Kayseri’den getirilen 220 çocukluk ikinci ‘parti’ sorunlara neden oldu. 26 Mayıs 1919 tarihli İkdam gazetesine göre Ermeni Patrikhanesi, çocukların tamamını ‘Bitarafhane’ ye değil, Beyoğlu’ndaki Ermeni Kilisesi’ne götürmüş ve çocukları zorla ‘tenassur’ ettirmiş, yani Hıristiyanlaştırmıştı. 5 Haziran 1919 tarihli İleri gazetesi de Patrikhane’nin çocukları Hıristiyan olmaya razı etmek için bisküvi verdiğini, buna rağmen din değiştirmeyen çocuklara alenen dayak atıldığını ileri sürüyordu. Gazeteye göre çocukların 42’sinin şiddetli dayağa rağmen Müslüman olduklarında ısrar etmişler ve Dar’ül-Eytam’a iade edilmişlerdi.

Kopan bağlar

Bu ağır suçlamalar üzerine Ermeni Patrikhanesi basına açıklama yapmak zorunda kaldı. Patrikhane, bu 220 çocuğun Beyoğlu’ndaki kiliseye getirildiğini inkâr etmiyor, ancak 108’inin Ermeni, 85’inin Müslüman olduğunu, 27’sinin kimliğinin tespit edilemediğini ve ‘Bitarafhane’ye teslim edildiğini, ayrıca ortada zorla Hıristiyanlaştırılma diye bir şeyin olmadığını söylüyordu. Patrikhane temsilcisine göre bu iddialar Emniyet Müdürü’nün işiydi. Bir hafta sonra İkdam gazetesine bu sefer Patrik Vekili Yervant Efendi çocukların Türk, Ermeni ve Amerikalı üç görevlinin huzurunda verdikleri bilgilere göre yerleştirildiğini ancak zaten Ermeni çocuklarının çok küçük yaşlarda evlatlık veya işçi olarak verilmeleri yüzünden Ermenice’yi unuttuklarını, dolayısıyla her Türkçe konuşan çocuğu Türk saymanın haksızlık olacağını belirtiyor, ‘bir polis şimdiye kadar bir Ermeni çocuğunu getirip bize teslim etmedi. Ele geçirdiklerimiz hep bizim bulduklarımız” diyerek, kendi çabaları olmasa Ermeni kimsesizlerine kavuşmalarının imkânsızlığına işaret ediyordu. Yervant Efendi röportajı “ben öyle zannediyorum ki bundan sonra Ermeni ve Türklerin beraber yaşaması biraz güç olacaktır. Çünkü iki unsurun birbirine karşı kuyruk acısı var ve bu acının giderilmesi kolay kolay mümkün değildir” diye bitirmişti.

Polis Müdürlüğü ise, Ermeni Patrikhanesi tarafından görevlendirilen Çakıryan Efendi’nin Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi’nde yetim çocukların kayıtlarını aldığını, üç ay geçmesine ve yapılan bütün teşebbüslere rağmen zamanında iade etmediğini belirtmişti. Çakıryan Efendi’nin defter kayıtları üzerinde tahrifatta bulunduğu ve Türk çocuklarını, Ermeni çocukları gibi göstermeye çalıştığı iddia ediliyordu. İtilaf Güçleri tarafından çocukları Ermeni sanılarak ellerinden alınan onlarca Türk ailesinin şikâyetleri de vardı.

Kuleli Askerî Mektebi yetimhane oluyor

İtilaf Güçleri Kuleli Askerî Mektebi’ne el koyarak Ermeni Yetimhanesi yaptılar. Uzun müzakerelerden sonra Beylerbeyi Eski Jandarma Mektebi ve Beylerbeyi Sarayı’nın bazı binaları Ermeni Yetimhanesi yapıldı ve okul boşaltıldı. İngiliz ve Fransızların desteğiyle 3 bin yetim Kıbrıs’a götürüldü. Amerikan yardım kuruluşu Near East Relief, 1921’den itibaren Güneydoğu Anadolu’daki Ermeni yetimlerini Suriye’ye sevk etmeye başladı. 1922’nin sonunda sayı 8 bin yetime ulaşmıştı.

Kaç Ermeni yetimi vardı?

1915 Tehciri ile ilgili arşiv belgelerinin büyük bir kısmı gizli tutulduğu için kaç Ermeni yetimi olduğu, bunların kaçının evlatlık verildiği bilinmiyor. Türk Tarih Kurumu’nun yayımladığı Ermeniler: Sürgün ve Göç adlı kitapta yer alan bir belge, 1921’de Ermeni Patrikhanesi tarafından hazırlanan ve İngilizce kopyası 26 Nisan 1921’de ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen rapor. Raporda 1921 itibariyle Müslümanların evlerinde ‘halen kurtarılamayan’ Ermeni yetimlerinin sayısının 63 bin olduğunu belirtiyor.

Çocuklara kıymayın efendiler!

Sayı belli değil ama binlerce çocuğun, sorumsuz ve vicdansız insanlar tarafından Türk mü Ermeni mi diye incelendiği, sorgulandığı, oradan oraya savrulduğu, aileden aileye geçtiği, dayak yediği, hakarete uğradığı, yalan söylemeye zorlandığı ortada. Bu çocukların çoğu hayatlarını kaybetti. 1914-1918 arasında sadece İstanbul’da 25 bine yakın yetim çocuk öldü. Cumhuriyet döneminde ülkedeki yetimhanelerde hala etnik ve dinsel kimliği netleşmemiş on binlerce çocuk vardı. Bu çocukların çoğu gerçek ailelerine kavuşamadan bu dünyadan göçtüler. Bunlardan ikisinin yürek paralayan gerçek hikâyesini, Fethiye Çetin Anneannem (Metis 2008, 8. Baskı), İrfan Palalı ise Tehcir Çocukları: Nenem Bir Ermeniymiş (Su Yayınları 2008) adıyla kitaplaştırdı. Okumanızı tavsiye ederim.

Kaynakça: Yavuz Selim Karakışla, “Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar: Ermeni mi, Türk mü?”, Toplumsal Tarih, Eylül 1999, sayı:69, s.46-49; Bülent Bakar, “Mondros Mütarekesi’nden Sonra Yaşanan Önemli Bir Problem: Türk ve Ermeni Yetimleri Sorunu”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.62, c.XXI, Temmuz 2005, s.569-588; İbrahim Ethem Atnur, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi, Babil Yayıncılık, 2005; Elçin Macar, “Ortadoğu Yardım Örgütü”, Toplumsal Tarih, S. 120, Aralık 2003, s. 80-85.

Yorumlar kapatıldı.