İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Özür Kampanyasında Değişik Bir Tavır

Özür Kampanyasında Değişik Bir Tavır

İsmail Beşikçi
Tarih: 28 Ocak 2009 Çarşamba
Siirt Vakayinamesi, Yaba Yayınevi’nin, Mezopotamya Kitaplığı dizisinde yayımlanan kitaplardan biridir. Piskopos Aday Şer tarafından hazırlanan bu kitap Celal Kabadayı tarafından çevrilmiş. Kitap 2002 de basılmış. Kitapta Yaba Yayınevi tarafından yazılan bir Önsöz var. Bu önsöze, Jan Bet Şevace’nin yaşlı bir Süryani kadınla yapığı görüşmeden bir bölüm alınmış. Burada, 1915 yılında, Mardin taraflarında, Osmanlı yönetimine bağlı güvenlik birimlerinin, Asurî-Süryanilere, Keldanilere, Ermenilere yaptıkları zulüm dile getiriliyor. 1915 de soykırım sadece Ermenilere karşı yapılmıyor. Asurîlere-Süryanilere, Keldanilere karşı da yoğun bir soykırım var.

İsveçli Profesör David Gaunt da, Katliamlar, Direniş, Koruyucular, Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğu Anadolu’da, Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, Belge yayınları, Çev. Ali Çakıroğlu, Ekim 2007 isimli kitabında bu olayları anlatıyor. Bu arada, 2006 sonbaharında başlayan ve 2007 bahar aylarında sonuçlanan bir ‘mezar açma’ olayına da değinmek gerekir. (İsmail Beşikçi, Olgular Karşısında, Bilim-Resmi İdeoloji, Etik, peyamaazadi.org 5 Temmuz 2007)

Bu olaylar, 1915 Bir Papazın Günlüğü, kitabında daha ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Fr. Hyac. Simon des Precheurs tarafından hazırlanan günlük, Kartal Yuvası Mardin’de, Beklenmedik Felaket, Ermeni, Asurî, Keldani Soykırımı alt başlığıyla veriliyor. Fransızcadan Türkçeye Mehmet Baydur tarafından çevrilen kitap, Kasım 2008 de, Tarih-Anı-Günlükler dizisinde Peri Yayınları tarafından yayımlanmış.

Mardin’deki soykırımın, 1915 yılında, Diyarbakır Valisi olan, Dr. Reşit Bay tarafından inceden inceye planlandığı anlaşılmaktadır. Dr. Reşit Bey, Mardin Mutasarrıflığına, vilayet Yazı İşleri Müdürü ve Mardin kaymakam Vekili İbrahim Bedrettin Bey’i tayin ediyor. Diyarbakır Valisi Dr. Reşit, Mardin’deki Hıristiyanlara karşı, soykırımı gerçekleştirmek için gizli bir komite de oluşturuyor. Bu gizli komitede, İbrahim Bedrettin, Jandarma Komutanı Çerkez Harun Bey ve yardımcıları, polis şefi Gavranizade Memduh Bey, Ağır ceza Mahkemesi Reisi Halil Edip Efendi, Diyarbakır vali yardımcısı Tevfik Bey, Tehcir Komitesi müdürü ve Gavranizade Memduh Bey’in yardımcısı Abdülkerim Bey, Mardin Hapishane Müdürü Şeyh Tahir Ensari, bulunmaktadır. (s. 23–24) Bu gizli komite, Diyarbakır Milletvekili Feyzi Efendi’nin Mardin’e geldiği Şubat ayında, (1915) kuruldu. Feyzi Efendi’nin, (Pirinççioğlu) Ziya Gökalp’ın dayısı olduğu biliniyor. (s. 24)
1915 yılı Nisan, Mayıs, Haziran aylarında, Mardin yöresinde, Hıristiyanlara ve Yezidilere karşı çok yoğun bir katliam yapılıyor. Bu kitlesel katliamları soykırım olarak değerlendirmemek için ciddi bir neden yoktur. Bu kitlesel katliamlar bilinçli bir yağma eşliğinde sürdürülüyor. Hıristiyan Süryanilerin, Keldanilerin, Ermenilerin birikimlerine bu katliamlar sürecinde el konuluyor. Ziynet eşyaları, nakitler, erzak ambarları yağmalanıyor. Bu kitlesel katliamları, yağmaları, yukarıda belirtilen İttihatçı gizli komite yönetiyor. Tetikçi olarak bölgedeki Kürtler, Kürt aşiretleri, sağdan-soldan derlenmiş serseriler kullanılıyor. Kitaptan, örneğin, bugünkü Kızıltepe’nin, 1915 yılında, bir Ermeni köyü olduğunu öğreniyoruz. O günkü adı Tel-Ermen. Ve çok zengin bir köy. 2000 kişilik atlı-silahlı bir Kürt grubu, Ermenileri Kiliselere doldurarak yakıyor, kalanları, sokaklarda, evlerinin içlerinde kılıçtan geçiriyor, birikimlerini yağmalıyor. (s.61) Bu tetikçi Kürt grubu İttihatçı yönetim tarafından teşvik ediliyor. Kürtlerin bu tetikçiliğine rağmen olay, Papaz Simon tarafından, sağlıklı bir şekilde algılanıyor. Papaz Simon’un bu konudaki düşüncesi şudur:

“… Başlangıçta bu tiksindirici işler Kürtlere ve jandarmalara yaptırıldı. Sonra durum değişti. İğrenç infazlar sözüm ona bu konvoyları korumakla görevli konvoylara, bu nedenle eşlik eden milislere bırakıldı sadece.

Şu kesindir ki, Kürtler ve askerler sadece enstrümanlar, sadece ölüm makineleriydiler, ama yalnızca dışarıdan aldıkları emirlere göre işlerini yapıyorlardı. Kararları verenler bizim dağlarımızdan değildiler. Başkentlilerdi bunlar. Ve de şu sözün doğruluğunu inkar etmektense, güneşin varlığını inkar etmeyi tercih ederim. Türkiye’nin Hıristiyanlarını İstanbul’un Jön Türkleri katlettiler.
Kanıtımız şu milis askerlerin formasyonu içindedir.
Milisler, işsiz güçsüz haytalardan oluşturulmuş birliklerdi, kötüydüler, eğitimsiz ve cahildiler. Bu berbat özelliklerini askeri işaretler altında gizlemiş olmaktan memnun, 50 yaşlarındaki insanlardı bunlar. O yaşlara kadar serseri serseri gezip dolaşmaktan bir baltaya sap olamamış bu adamlar, zengin olma imkanına kavuştukları ve soygunlara gittikleri için mutluydular.

Kürtlerde de aynı durumlara tanığız. Emir kulu olduklarını bir Kürt ağası kendi aklınca şöyle ifade ediyor ve kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyordu. “Eh!” diyordu, “neymiş yani, imparatorluk delirdi mi? Öldür dediler bize biz de öldürdük. Emir üzerine oldu bunlar, bize ceza mı verecek yani?” Bir güvenlik görevlisi de bana şöyle demişti bir gün: “Bizden ne istiyorsunuz, buna zorlandık işte.” Ayrıca en önemli ve en güçlü kanıt, infazdan önce cinayetleri yasal kılıfa sokmak için olacak, kurbanlara okunan ferman içinde bulunmaktadır.
Usul şöyleydi: Konvoy durdurulduktan sonra bir subay, kırmızı mühürle bezeli bir zarftan bir mektup çıkarıp okuyordu. “Hepiniz ölüme mahkûmsunuz!” Böyle kestirme bir hüküm, ancak, hükümete ait bir makamdan çıkar.” (s. 107–108)

Bu girişten sonra, “Özür Dilemede Değişik Bir Tavır” konusuna gelme gereğini duyuyorum.
1.Berzan Boti, 27 Ocak 2007 tarihinde “Asur Soykırımı: Tarihle Yüzleşmek” başlıklı bir yazı yazdı. (nasname, com) Bu yazıda Asur halkına yapılan zulüm anlatılıyor. Yazı şu ifadelerle son buluyor: “Asur halkına ait köyümüzde, 1915’de, kimisi zorla Müslümanlaştırıldı (torunları hala yaşıyor, orda) geri kalanlar katledilerek topraklarına el konuldu. Dedelerimiz tarafından el konulan bu topraklardan kendi payıma düşeni gerçek sahiplerine iade etmek istiyorum. Maddi bir değeri olmasa da, sembolik olarak bunun anlamlı olacağını ve uluslararası hukuk çerçevesinde, Asur halkının haklı tezlerine katkı sağlayacağını düşünüyorum.”

Berzan Boti bu isteğini ve tutumunu bir mektupla, 31 Ocak 2007 de, İsveç’te düzenlenen “1915 Asur Soykırımı” konferansına da iletiyor.
Berzan Boti 2007 sonlarında, Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi SEYFO CENTER’e da bir mektup yazıyor. O mektupta, 1915 olaylarına ilişkin duygularını, düşüncelerini ve kendi tutumunu belirtiyor.
2.Seyfo Center’den Sabri Atman, 28 Aralık 2008 de yayımladığı bir yazıda, “Özür kampanyası” ile ilgili olarak bazı düşüncelerini dile getiriyor. Sabri Atman, yazısına, Berzan Boti’nin, Süryanı Soykırım Araştırmalar Merkezi SEYFO CENTER’e yazdığı mektubun bazı bölümlerini de alıyor. Bu mektup şöyle:

Sadece özür değil; toprağını da geri veriyorum!

“Geçen yılın son ayında Türkiye medyasında yer alan konuların başında hiç kuşkusuz Ermenilerden özür dileyen metnin kamuoyuna açılması ve buna karşı başbakandan genelkurmay başkanlığına kadar yükseltilen şövenist dalga idi.

Yaklaşık bir sene önce, Türkiye’de ikamet etmekte olan Berzan Boti, Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi SEYFO CENTER’e bir mektup yazarak, Soykırımdan dolayı hem özür dilediğini hem de sahip olduğu araziyi ve evi eski sahiplerine devretmek istediğini, yazmıştı.
Kendisiyle bir seneden beri haberleşiyoruz. 6 Ekim 2008 yılında, imzalayıp noterlikçe hazırlanan resmi işlemler ve belgeler elimize ulaştırıldı.

2009 yılının Nisan ayında İsveç Parlamentosu’nda Berzan Boti’nin de hazır olacağı bir basın toplantısıyla bunu uluslararası kamuoyuna duyurmayı planlıyoruz.
Ne var ki Türkiye’de yürütülen imza kampanyası ve bunun etrafında sürdürülen tartışmaların aldığı boyut, bizlerin yapacağımız basın toplantısı öncesi bir ön açıklama yapmamızı gerektirdi. Şu bilinmelidir ki, 1915 Soykırımında sadece Ermeniler değil, Süryaniler de yok edildi. Fakat bunlardan pek söz edilmez. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda soykırımdan geçirilen Roman’lar gibi. Bunu anlamak mümkün değildir.
Oysa Süryanilerin yarısından çoğu, ‘soğan soğandır ve soğan doğranmalıdır’ anlayışıyla Ermenilerle birlikte yok edildi. Başka bir deyişle Hıristiyanlar arasında pek fazla bir ayrım gözetilmedi. Peki, Süryanilerden niye söz edilmez?
Ankara ve İstanbul’da, Adolf Hitler’in Türkiye’deki karşılığı, Talat Paşa’nın adının cadde ve meydanlara verilmesini, Giresun ve Boğazlıyan’da Kemal Bey ve Topal Osman’ların heykellerinin dikilmesini sorgulamayan, Türkiye’de yetişmiş bir nesil var. Bu geniş tabakanın doğrulara kolayca ulaşmasının kolay olmadığını anlamak mümkündür.

Ya aydınlar?
1915’lerde insanlar farklı aidiyet ve dini inanca sahip oldukları için, İstanbul’dan Hakkari’ye kadar küçük büyük, kadın erkek öldürülmediler mi? Planlı, programlı ve merkezi bir otoritenin kararı ve düzenlemesiyle işlenen toplu cinayetlerin adı trajedi ve büyük felaket diye geçiştirilse bile, bu olay iki milyonun üzerinde insanın yaşamına mal olmasını ve Hıristiyan azınlıkların bu coğrafyadan yok edilmeleri gerçeğini gizleyebilir mi?
Burada vurgulanmak istenen şudur. Soykırım zihniyetiyle köklü bir hesaplaşmaya girilmedikçe, toplum bu yönde eğitilmedikçe ve özür dilemenin gerekleri yerine getirilmedikçe “özür diliyorum” demek, olumlu olmakla birlikte yeterli değildir. Esas ve önemli olan özür dilemenin gereklerini yerine getirmektir. Ve Türkiye’de tartışılması gereken şey soykırımın yapılıp yapılmadığı değildir. Asıl tartışılması gereken, soykırım sicilli bir ülkenin soykırım mağduru insanların acılarını dindirmek için atacağı adım veya adımlardır.

Biz Süryaniler şunun altını önemle çiziyoruz. Demokratikleşmenin bir ölçütü de tarihle hesaplaşmadır. Tarihle yüzleşmeden ve tarihle hesaplaşmadan bugünün önemi açığa çıkartılamaz. Bu anlamda Türkiye kendi yakın tarihiyle hesaplaşmalıdır. 1915 yıllarında Ermenilere olmak üzere, Süryani, Rum ve Yezidilere karşı yaptığı soykırımdan dolayı özür dilemeli ve en önemlisi de bu özrün gereklerini yerine getirmelidir.
Çünkü Türkiye yakın tarihiyle yüzleşmeden ve soykırım mağduru halklardan özür dilemeden ne yeni soykırımların önüne geçebilir ne de demokratikleşebilir. Bizim istediğimiz Türkiye’nin her yönüyle soykırım zihniyetinden arınmasıdır.
Geçen yılın 18 Martında, Almanya Başbakanı Angela Merkel İsrail Parlamentosu Knesset’e, 6 milyon kişinin öldüğü Yahudi Soykırımı nedeniyle, başını önüne eğerek, İbranice dilinde;“Holocaust bizim için bir utançtır ve katliam kurbanlarının önünde saygıyla eğiliyorum” demişti.

Türkiye Cumhuriyet’i Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise, Ermenilerden özür diliyoruz kampanyasını yürütenlere karşı, “Soykırımı işlemişler ki özür diliyorlar”, dedi. Çok ayıp! Bu tavır hiç şüphesiz, Alman Başbakanı Angela Merkel ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki olgunluk derecesini göstermesi açısından da öğreticidir.
Çünkü Başbakanın yaşadığımız saatten sonra, ortak bir gelecek kurmanın yolunun yakın tarihle hesaplaşmadan ve soykırım mağduru halklardan özür dilemeden geçtiğini fark etmesi gerekirdi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın soykırım mağduru halkların ve bu arada Hz. İsa’nın dilini öğrenip Süryanilerden ‘ Camo Süryoyo Shupkono!’ demesi, kendisini küçültmez ve böylesi bir özür Türkiye’nin olgunlaştığının da habercisi olur. Sözün kısası şudur: Önümüzdeki süre içerisinde Türkiye’nin iç dinamikleri harekete geçmez ise, dış dinamikler Türkiye’yi zorlayacaktır. Bu böyle bilinsin.
Sayın Berzan Boti, çok onurlu bir adım olduğu kadar, Türkiye’nin önünü de açan bir İLK’e imza attı. Noterlikçe resmi olarak tasdik edilen ve imzalanan belgeleri, Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi SEYFO CENTER’e ulaştırdı. Bunlara ilaveten kamuoyuna yazdığı ve bize gönderdiği mektupta şu satırlar yer alıyor: “ 06 Ekim 2008 tarihi itibariyle, Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan Siirt iline bağlı (………..) üzerime tapu kaydı bulunan arazimi/evimi (……) Noterliğindeki resmi işlemlerin ardından SEYFO CENTER müessesi adına Sayın Sabri Atman’a devrettim. Bu devir işleminin nedenini aşağıdaki mektupla tüm uluslararası kamuoyu ile paylaşmak istiyorum.

Uluslararası kamuoyunca iyi bilinen Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyan azınlıklara karşı gerçekleştirilen 1915 soykırımının yaşandığı yerlerden biri de kendi köyümüz… dur. Türkiye’de tabu olarak algılanan ve doksan üç yıldır inkar ve çarpıtma ile üzeri örtbas edilmek istenen 1915 soykırımını birçok yönüyle inceleme fırsatım oldu. Sadece tarihçilerin yazdıkları kitap ya da belgelere değil, soykırım trajedisinin canlı tanığı olan, hatta katliamlarda rol alan, ‘suçlu’ olarak tanımlayabileceğimiz insanlarla ölümlerinden önce bire bir görüşme, onları dinleme olanağım oldu. Bu soykırım yıllarında köyümüzde katledilen Süryanilerin topraklarına el konulmuş, bir kısmı da zorla Müslümanlaştırılmıştır. Zorla Müslümanlaştırılan insanların torunları halen köyümüzde yaşamaktadır. Kardeşlerimle birlikte babamdan bizlere miras kalan toprakların, bize ait olmadığını, bilakis 1915 soykırımında öldürülen insanların kanları üzerinde zorla gasp edildiğini öğrendiğimde yaşadığım vicdani acı ve utancı kelimelerle anlatamam. Bu kararı almadan önce yıllarca düşündüm, kendimi katliamın mağduru insanların yerine koydum. Karşılaştığım birçok Süryani ve Ermeni’den bireysel olarak “özür” diledim. Fakat bir türlü atalarımdan bana miras kalan bu utancın verdiği vicdani baskıyı üzerimden atamadım. Yaşanan soykırım ile fiili anlamda bir bağım olmasa da, özür dilemenin ötesinde bir şeylerin yapılması gerektiğine karar verdim. Ve dedelerimden bana miras kalan malvarlığımı, gerçek sahipleri olan Süryaniler adına soykırımın tanınması için yıllardır özverili bir çalışma yürüten Seyfo Center kuruluşuna iade ettim…”

Evet, Berzan Boti’nin iki sayfalık mektubundan bir bölüm, sunduk. Diğer bölümünü ve diğer gelişmeleri ise Nisan ayında İsveç Parlamentosunda düzenleyeceğimiz, bilim adamları ve politikacıların hazır olacağı basın toplantısında takip etmek mümkün olacaktır.
Öyle gözüküyor ki, Türkiye’de iki cephe var. Bir tarafta, Berzan Boti’lerin cephesi. Diğer tarafta ise, Ankara ve İstanbul’da olmak üzere birçok şehirdeki cadde ve meydanlara Talat Paşa adını verenlerin cephesi.
Berzan Boti hem özür diledi hem de özrün gereklerini yerine getirdi. Bu örnek tavır şunu akla getirdi: Ya Giresun’da Rumları öldüren, onları yerlerinden, yurtlarından eden, mal ve mülklerine el koyan Topal Osman’ın torunu Osman Feridunoğlu Berzan Boti’yi kendine örnek alabilir mi?
Hayır! Topal Osman’ın torunu Osman Feridunoğlu (2007 yılı Giresun vergi rekortmeni) dedesinden kalma ganimetine servet kattı. Arkasından da terör örgütü Ergenekon tutuklusu Veli Küçük’le birlikte dedesinin anıtını diktirdi. Bunlar katillerin anısını yaşatmak ve soykırımı inkâr etmekle meşguller. Sorun, bu kadar açıktır. Geçmişte yaşananlardan dolayı her Türk birey, elbette bire bir suçlu ve sorumlu değildir. Fakat ortada kolektif bir sorumluluk söz konusudur. Her Türk bireyi kendi devletine 1915 Soykırımını kabul ettirmekle sorumludur.” (nasname, 28 Aralık 2008)

3.Berzan Boti’nin bu düşüncesine ve tutumuna karşı bazı itirazlar ve eleştiriler oldu. Bu tutum konusunda canlı bir tartışma gerçekleşti. Bu eleştirilerin bir kısmı, “Kürtler, hakları, toprakları gasp edilmiş bir halktır, kimseye verecekleri toprakları yoktur” diyordu. Bir kısmı, 1992–1994 yılları arasında, Kafkasya’da, Laçin bölgesinde, Ermenilerin Kürtlere karşı geliştirdikleri vahşeti, sürgünü dile getiriyordu. Berzan Boti’nin düşüncesinin ve tutumunun çok değerli olduğunu ifade edenler de vardı. Bu canlı tartışmaya katılanlar, Kürt-Ermeni ilişkilerinin, çeşitli zamanlardaki ve çeşitli zamanlardaki durumlarına vurgu yapıyorlardı. 1917 de Rus ordusuyla birlikte dönen Ermenilerin, dönerken, özellikle Kürtlere karşı geliştirdikleri zulmü vurgulayanlar da vardı. Benim kişi olarak, Berzan Boti’nin, tutumundan, düşüncelerinden, bu tutuma karşı yapılan itirazlardan, tartışmalardan edindiğim izlenimler şudur: Kürt toplumu aslında, örneğin Türk toplumuna
Göre daha demokratik bir toplum. Bu neden böyledir? Bunu anlamak mümkündür. Çünkü Kürtlerin zihniyeti, resmi ideoloji tarafından zehirlenemedi. Kaldı ki Kürtler, demokrasiyi kurabilmek için, Kürt milli haklarına kavuşabilmek için, resmi ideolojiyi eleştirmek gereğini bilincine de ulaştılar. Kemalizmin Kürt sorunu açısından eleştirilmesi, düşüncenin özgürleşmesini sağlıyor.

Berzan Boti’nin düşüncesinde olan çok kişi olabilir. Ama tutumunu benimseyen başka kişiler var mı bilmiyorum. Fakat buradaki konu nicelik sorunu değil, nitelik sorunudur. 1915 de yaşananların idrak edilmesi önemli olmalıdır. Aydın olma bir idrak olayıdır. Aydın olma, Kişinin, toplumsal ve politik ilişkiler ağında, olayların ve kendi konumunun bilincine varma, yapabileceklerini yapma girişimidir. Türkiye’de “Ermenilerden özür diliyoruz” kampanyası 14 Aralık 2008 başlatılmıştı. Berzan Boti’nin, “Asur Soykırımı: Tarihle Yüzleşmek” başlıklı yazısı, 27 Ocak 2007 tarihlidir. Arada iki yıla yakın bir süre var. “Sadece özür değil, toprağını da geri veriyorum” şeklinde, Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi SEYFO CENTER’e yazılan mektubun da aynı tarihli olması dikkate değer bir tutumdur.

Bugün, gerek Türker’de, gerek Kürtlerde, pek çok ailenin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır. Ermeni mallarının bu ailelere nasıl geçtiği, çeşitli mekanlarda ayrı ayrı incelenebilir. 1915 de Osmanlı ordusunun olmadığı Kars yörelerinde Ermenilere karşı geliştirilen kitlesel zulüm görülmüyor. Ama ordunun bulunduğu alanlarda, Hıristiyan’lara karşı çok yoğun bir zulüm var. Teşkilat-ı Mahsusa buralarda daha kolay örgütleniyor, daha kolay faaliyette bulunabiliyor. Bu yörelerde, Ermeni mallarının Türk veya Kürt eşrafa, ailelere nasıl geçtiği, bu süreçte ailelerin devletle kurduğu ilişkiler, her yöreye ilişkin olarak ayrı ayrı incelenebilir.

İsmail Beşikçi

________________________________________

Yorumlar kapatıldı.