İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Irkçılık ve Sosyal Darwinizm: Kenan’dan Radko’ya- Vecdi Gönül, Teşkilât-ı Mahsusa, Diyarbakır Cezaevi

Irkçılık ve Sosyal Darwinizm: Kenan’dan Radko’ya
Halil Berktay – 13.12.2008

Sosyalist Gerçekçilik ile, adı konmamış da olsa fiilen mevcut bir Nasyonal[ist] Gerçekçilik arasındaki benzerlik ve örtüşmeden söz etmiştim (Okuma Notları, 1 Kasım 2008). Her ikisinde de, olumlu kahramanlar tam olumludur, kötüler tam kötü, olumsuzun olumluya dönüşmesi ise, elhak, tam dönüşüm. Kenan’ın Primo 1’deki transformasyonu bu kategoriye girer. Başlangıçta, İttihatçıların nefret ettiği bütün özellikleri taşır: kozmopolit, hümanist, evrenselci, ferdiyetçi, liberal, Mason, barışçı, faziletçi. Derken bir tokat İtalya’dan, bir tokat Rum otelcilerden, bir tokat Grazia’dan; ateşli, su katılmadık bir Türk milliyetçisi olup çıkar. Buradan hangi yöne gidebilir? Bir gelişme patikasına oğlu Primo’nun serüveni; bir diğer gelişme patikasına Beyaz Lâle’deki Radko tipi işaret eder (Okuma Notları, 22 Kasım 2008).

Peki ama Radko, zalim bir Bulgar binbaşısı değil miydi? Primo 2’nin son paragrafında, Oğuz/Primo’nun dizlerine kadar “Türk düşmanlarının kanı”na gömülerek yürümeyi düşlediğini görmüştük. Dolayısıyla Radko’nun da bu gölün seviyesini bir parmak yükseltmeye katkıda bulunmuş olması gerekmez mi? Öyleyse Kenan-Primo-Radko üçgeninde Radko’nun başka nasıl bir yeri ve konumu olabilir?

Bu sorunun cevabı, Kenan’ın ilk başlarda sahip olmadığı, hattâ reddettiği için Ömer Seyfettin tarafından (1911’de) şiddetle eleştirildiği düşünceleri, (1914’te) Radko’nun savunmasında yatıyor.

Beyaz Lâle’deki olayların seyrini anlatırken (Okuma Notları, 9-11-16-18 Ekim 2008), Radko’nun katliam, işkence, ırza geçme ve sair vahşet-dehşet eylemleri için iki ayrı defa talimat verdiğini; ikisinin arasına ise gene Radko’nun dört sayfalık bir konuşmasının girdiğini söylemiştim (9 Ekim). Şimdi bu konuşmaya dönmenin zamanıdır –yer yer Kemal Tahir’in tarihsel didaktizmine taş çıkartan olağanüstü sıkıcılığına, abartılı uydurukluğuna karşın.

Nedir, söz konusu konuşmanın hikâye içindeki bağlamı? Serez’e girip komutayı ele alan Radko, komitacılarını çağırır: “Bunlar on iki reis idiler” –dendiği anda, aklımız İsa Mesih ve havarilerine gider tabii; ama Ömer Seyfettin bunu ince bir imâ tadında bırakamaz; aynen Jdanovcular gibi, okuyucuyu aptal yerine koyacak ya, daha sonra illâ belirtik bir açıklamada bulunur: “… fen, hakikat ilâhının zekâ ile muaşakasından doğmuş yeni bir mesihi dinleyen havariyyun gibi ciddî, sakin duruyorlardı. Radko Balkaneski, evet, bu yeni mesih büyük, parlak gözlerini kırpmadan, yeni bir hakikat İncil’in ezberden okuyordu.” Radko’yu konuşturan, çete şeflerinden Dimço Kaptan’ın, kentteki çocuk ve kadınların öldürülmesi emrine itirazıdır. Binbaşı önce gülümser: “İhtiyarlıktan, yani zaaftan nefret ederdi. İnsanlar ihtiyarladıkça, ölüme yaklaştıkça pek tabii bir tebeddül hadisesinden başka bir şey olmayan ölümü sevmezler[di].” Bu fikrin, Oğuz/Primo’nun ölüm karşısındaki natüralist düşünceleriyle örtüşmesini kaçırmayalım. “Sen bunamışsın Dimço Kaptan,” diye başlar Radko; Ömer Seyfettin’in şişirdikçe şişirdiği söylevinin en kritik bölümünü buraya alıyorum:

“–Dikkat ediniz kardeşler, dikkat, diye devam ediyordu, âli meclisin kararına muhalif bir şey yapmayasınız! Katliam içtimaî bir ilâçtır. İçtimaî vücutlar uzvî vücutlar gibi aynı kanunlara tâbidir. Bir hastayı tedavi ederken fena mikropların uzviyette kalmasına müsaade etmek onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir. Bir memleket alındığı vakit ecnebi bir unsurun kalmasına müsaade etmek de, bu mağlupların galiplerine karşı besleyecekleri pek tabii olan kin, garazla silâhlanarak üremelerini, bir gün vatanın en zayıf zamanında kalkıp intikam almalarını istemekten başka bir şey değildir. Biz bu hatâyı yapmayacağız.

“Medeniyet, insaniyet, merhamet gibi boş, manâsız olmaktan ziyade, muzır olan yalanlara inanmayacağız. Kalbimizle, sinirlerimizle değil; dimağımızla, fikrimizle hareket edeceğiz. Bakınız İspanya’ya, işte onlar vatanlarını kurtardıkları zaman içlerinde hiç yabancı bir unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar.”

Radko’nun konuşmasının bir başka bölümünü de, ikinci elden, dinleyenler aracılığıyla öğreniriz: “Hak yoktu. Her şey kuvvetti. Ezemeyen ezilecek, öldüremeyen ölecekti. Tabiatın değişmeyen, asla gizli kapaklı olmayan âli kanunu zayıfın düşmanıydı. Bütün kâinat bir mücadeleden ibaret değil miydi? Ölümden hayat çıkıyordu. Yutulan zaaflardan kuvvet doğuyordu. Avrupalıların yalanlarına, boş nazariyelerine, sosyalistlik hulyalarına aldanmamalıydı. ‘İnsaniyet’ fikri dünyanın en büyük, en münasebetsiz, en eski, en rezil bir saçmasıydı.”

Tamam mı? Burada duralım. İki okuyalım, bir düşünelim. Yorumunu gelecek haftaya bırakalım. 

Radko’dan Totenkopf SS subaylarına
Halil Berktay – 18.12.2008

(Not 1: Gurbetten başlayarak tiraj raporlarını kaydettiğim tabloma bakıyorum. 22 Kasım – 6 Aralık 2007’nin Okuma Notları’nı kaleme aldığım sırada, Taraf henüz 9000 dolayından 6000’lere iniş sürecindeymiş. Son hafta ortalaması ise 53,000. Ve 22 Haziran 08’den bu yana, yani neredeyse altı aydır hep 30,000’in üzerinde seyrediyor. Her türlü iftiraya karşın, namusla, cesaretle, alın teriyle elde edilmiş bir başarı. Ve sırf bu yalın gerçek bile, biraz tekrara haklılık kazandırıyor.)

Ömer Seyfettin’in, Beyaz Lâle’nin başlarında Binbaşı Radko’ya dört sayfa boyunca söylettiklerinin önemi nerede yatıyor? Bu son iki yazıda, başlıca üç noktaya işaret etmek istiyorum.

Birincisi, bu konuşma faşizmin düşünsel ve sosyal fideliğini yansıtıyor. Taraf daha yeni çıkar, ben de bu köşede ilk yazılarımı yazarken, Sosyal Darwinizme önce Ege Cansen vesilesiyle değinmiştim. 1925’ten beri bilmem kaçıncı defa “bu sefer işlerinin kesinlikle bitirileceği” yüksek sesle tekrarlanıyor; 1985 sonrasının bilmem kaçıncı sınır ötesi operasyonu bağlamında kamuoyu gene göz göre göre dolduruşa getiriliyor; Türkiye zaman zaman kapıldığı milliyetçilik spazmlarından birinin daha pençesinde kıvranıyordu. Cansen de militarizmin davulcularına katılmış; hayatın en yüce gerçeğinin ölüm, tarihin en yüce gerçeğinin savaş olduğunu beyan etmişti. İşte buna karşı, Ege Cansen’in 20. yüzyıl başlarının sahte-bilim kırıntılarını 21. yüzyıl başlarında yeniden pazarlamaya kalktığına işaret etmiş; Sosyal Darwinizmin, ırk sağlığı (eugenics) akımının ve savaş hayranlığının nasıl birleşip Faşizmi ve Nazizmi beslediğini anlatmaya çalışmıştım.

Bu çerçevede, Radko’nun da bitmek bilmez bir Sosyal Darwinizm vaazı verdiği çok açık olsa gerek. Toplumu herhangi bir canlının bedenine benzetiyor. Bu toplumda farklı etnik-dinî grupların varlığını, organizmada zararlı mikropların varlığıyla bir tutuyor. Her ikisinin temizlenmesini bilimin gereği sayıyor. Buradan hayli kısa bir adımla Hitler’in “nihaî çözüm”üne varılır.

Bu noktada, sayısız gençlik salaklığımdan birini daha itiraf edeyim. Ömer Seyfettin “gayet mükemmel tahsil ve terbiye görmüş bir genç… çok zengin… esvap giydirilmiş bir tunç heykel kadar güzel ve mütenasip” diye tanıtır Radko’yu. Benim gibi, Beyaz Lâle’yi önce çocukluğunuzda okumuş ve kısmen unutmuş; sonra Sol kültürün bir parçası olarak yıllar yılı anti-faşist İkinci Dünya Savaşı film ve romanlarıyla haşır neşir olmuş; ardından tekrar Beyaz Lâle’ye dönmüş iseniz, yakışıklı ve aristokratik SS subayları ile Radko arasındaki benzerliğe siz de çok şaşabilirsiniz. Nasıl olur? Geleceği mi görmüş bu Ömer Seyfettin, clairvoyant mıymış –diye kafa yorduğumu hatırlıyorum.

Ama tabii sorunun cevabı çok basit aslında. Radko SS’lere değil, SS’ler Radko’ya benziyor; daha doğrusu, SS’ler Radko’ların çok bol olduğu bir ortamdan, Radko’ların daha “gelişmiş” biçimleri olarak çıkageliyor. Visconti’nin Leopar’ı ve Masum’undaki, 19. yüzyıl sonlarının kıskanç, mütehakkim, dejenere, zampara, estet, eskrimci, taş yürekli ve hunhar –L’İnnocente’de, karısının doğurduğu bebeği kendinden değil diye kar fırtınasında çırılçıplak pencerenin dışına koyacak kadar hunhar- İtalyan soylularını düşünün. 1920’ler ve 30’larda gidip Mussolini’nin komutanları oldular. Aynı şekilde, Prusya Junker’leri de Nazileşti, Hitler’in generalleri ve SS subaylarına dönüştü. Gene 19. yüzyılın ikinci yarısında, ölüm romantizmi almış yürümüştü; Wagner’in operalarında, Germen ırkçılığı ve Nietzsche-vâri “üstün insan”lara tapınma özlemi ile, tuhaf bir şekilde birbirine karışıyordu. Tito döneminin ünlü partizan epiklerinden birinde, ya Neretva Köprüsü’nde ya da Sutjeska’da, şimdi tam hatırlayamıyorum (ama galiba Sutjeska’da), ölen Alman generalinin cenaze töreni vardır, son taarruz öncesi. Bütün subaylar haşin sesler ve çehrelerle vahşi, tüyler ürpertici marşlar söyler. Bu da Yunan, Germen, Hint-Avrupa mitolojisindeki “geceleri dolaşan ölüler ordusu”nu çağrıştırır (bkz Carlo Ginzburg, The Night Battles [1983; İtalyanca orijinali İ benandanti, 1971] ve Ecstasies : deciphering the witches’ sabbath [1990]). Nazizm bütün bu efsaneleri, mistik-irrasyonel hayalleri devraldı –ve SS’lerin ünlü Totenkopf (= Ölümün Kellesi, Kurukafa) tümeninde somutlanan semboller dünyasının inşasında kullandı.

İşte bu İtalyan soyluları ve Prusya Junker’leriyle birlikte Radko da, dönemin ordularının monarşik-aristokratik subay kadrolarını meydana getiren, milliyetçi, ırkçı, saldırgan, kafası pan (Germen, Slav, Türk) veya megali (Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan) idealleriyle dolu belirli bir hâkim sınıf tipinin yaygınlığına işaret ediyor. 

Vecdi Gönül, Teşkilât-ı Mahsusa, Diyarbakır Cezaevi
Halil Berktay – 20.12.2008

Sosyal Darwinciliğin, savaş hayranlığının ve ölüm mistisizminin faşizmi nasıl beslediğini Nâzım da yazmış 1935’te. Taranta-Babu’ya Mektuplar’ın altıncısında: “Faşist edebiyatının dâhileri,” diyor, “harbin yaratıcı bir kuvvet; sapsarı bir çölde boynunun damarı kesilerek ölmenin, İtalya’nın Akdeniz suyu gibi masmavi göğünün altında ebediyen yaşamak demek olduğunu edebiyatlaştırmışlardır.”

(Not 1: Ege Cansen okuyor, anlıyor mu acaba? Sanmam. Son imza kampanyası bağlamında ve “liberal” aydınlara karşı, Osmanlı fütuhatını da, Türk milliyetçiliğinin bütün şiddet eylemlerini de “Bu anlatılanlar hayatın ta kendisi değil mi? Ne var bunda?” diye savunmakla meşgul. Günümüzün vicdansızlığını doğallaştırmaya çabalıyor [Hürriyet, 13 Aralık 08]. Sol veya demokrat da demiyor; illâ “liberal” diyor. Hem de Hayekçi bir ekonomik liberalden, dönüp dolaşıp, gene o nihaî ve öldürücü “[politik] liberalizm” düşmanlığı.)

Fakat Nâzım’ın da göremediği bir şey var galiba: aynı ön-faşizmi İttihatçılığın nasıl paylaştığı. Enver, Talât ve şürekâsından nefret ediyor tabii. Ama onları 1910’ların Avrupa Sağı ile aynı kültür kıtasında, aynı tektonik plaka üzerinde değerlendiriyor mu? Bundan kuşkuluyum.

Oysa Radko’lardan SS’lere giden yolun üzerinde Teşkilât-ı Mahsusa’cılar duruyor. Nasıl Ermeni soykırımı, 19. yüzyıl sonlarının giderek sertleşen, etnik temizlik yanlısı kesilen milliyetçiliklerden shoah’a, Holokost’a giden yolda bir ara konak ise, aynı şekilde, Bahattin Şakir ve Dr. Nâzım’lar da Radko ile Himmler ve astları arasında yer alıyor.

Ve şimdi, önceki yazımda sözünü ettiğim üç temel noktanın ikincisine geçiyorum: Bunun en berrak ideolojik kanıtlarını Ömer Seyfettin’de buluyoruz. Çünkü Türk “sokak milliyetçiliği”nin bu asıl kurucusu, çeşitli öykülerinde rakip Balkan milliyetçiliklerinden sadece nefret etmekle kalmadığını; aynı zamanda onları beğenip kıskandığını tekrar tekrar ortaya koyuyor. Örneğin Nakarat’ın sonunda, Rada’nın şarkısının “İstanbul bizim olacak” anlamına geldiğini geç öğrenen teğmen, “Velmefçe ormanlarında kendince mukaddes bir fikir için ölen komite papazın o cesur kızı”yla arasındaki farkı düşünmekten kendini alamaz. Mehmâemken’de yazar, 1914’te Karadeniz’de bir gemiyle Doğu cephesine giden (ve dikkat: hiç biri daha önce Anadolu’ya ayak basmamış olan) beş subaydan birine, şu çarpıcı görüşü söyletir: “Bizim mektepten” (= Harbiye’den) çıkan “üç cins zabit”in hiç biri millî bir terbiye görmüş, meselâ Bulgarlar gibi ‘Panislâvizm – Büyük Bulgar İmparatorluğu’, Yunanlılar gibi ‘Panelenizm – Şark İmparatorluğu’, Sırplılar gibi ‘Büyük Sırbistan’ hülyalarını kazanmış ve bu hülyaları ne olursa olsun hakikat haline getirmeği hayatlarında en mühim ve en mukaddes vazife bilmiş zabitler kıratında değildir.

1908 devriminin ilk baştaki Osmanlı(cı)lık ya da ittihad-ı anâsır çizgisine karşı yüzde yüz Türkçülüğü savunan Ömer Seyfettin, bu ve benzeri durumlarda hep Balkan milliyetçiliklerinin canavarlığını milliyetçi duyguları uykudaki Türklere örnek gösterir; bir taşla iki kuş vururcasına, hem (mealen) “düşmanlarımızı tanıyalım” hem de “onları yenmek için onlar gibi olalım” demeye getirir. Radko’nun Beyaz Lâle’deki uzun konuşmasının asıl işlevi de budur. Altını çizerek vurgulayalım ki Ömer Seyfettin, Radko’nun Bulgarlığına karşıdır, yoksa Radko’nun programının düşünsel temellerine karşı değildir. Nasıl karşı olsun ki? Radko, Primo 1’de yazarın kendi sesinin (authorial voice) Kenan’ın milliyetsizleşmesini, hainliğini eleştirirken söylediklerinin tamı tamına aynısını söylemektedir. Neydi Kenan’ın hatâları? Harbi sevmemekti. “Harp, hayattır” fikrini reddetmekti. Organik dünyadaki mücadele ile toplum ve insanlar âlemindeki mücadelenin aynı olduğunu kabul etmemekti. Fazilet ve insaniyet gibi boş hayallere kapılmaktı (Okuma Notları, 18-20 Eylül 08). Radko neyi savunuyor? Canlı organizmalar ve toplum hep aynı kanuniyetlere tâbidir. Bırakalım sosyalistlik hülyalarını. Medeniyet, insaniyet, merhamet gibi fikirler sadece boş değil, aynı zamanda zararlıdır. Özellikle insaniyet fikri dünyanın en rezil saçmasıdır. Tabiatın değişmeyen kanunu zayıfın düşmanıdır. Ezemeyen ezilecek, öldüremeyen ölecektir.

Gelelim üçüncü tesbitimize. Kenan yazarın istediği doğrultuda Radko’laşırsa ne olur? (a) Kenan Teşkilât-ı Mahsusa’ya girer; “içtimaî vücud”u (the body social) “ecnebi unsur”lardan temizler; oğlu Primo ve Nâzım’ın Çolak İsmail’iyle birlikte, ister dizlerine ister göbeğine kadar “Türk düşmanlarının kanı”na gömülür. Tabii Vecdi Gönül’ün hayır duasını alır. (b) Bir sonraki aşamada Kenan’ı bir başka Kenan Diyarbakır Cezaevine gardiyan tâyin eder.

Yorumlar kapatıldı.