İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915’İN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNE YENİDEN BAKMAK 1-2

Ermenistan, diaspora ve tarihle yüzleşmek
Taraf – Istanbul – 16.11.2008

TANER AKÇAM* / “Soykırımın tanınması” talebini “negatif” ve “kötü” olarak gören bir mantıkla; tarihimiz üzerine açık konuşmayı “kötü” ve “yanlış” gören bir mantık arasında fazla bir fark yoktur; “soykırımın tanınması” talebinin ileri sürenlere gösterilen öfke ile, tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini söyleyenlere duyulan öfke arasındaki sınır son derece incedir. Ayrıca, “soykırımın tanınması” konusunda Ermenistan ile diaspora arasında bir ayrım yapmak da yanlıştır.

1915’İN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNE YENİDEN BAKMAK (1)

Abdullah Gül’ün Erivan ziyareti ile şüphesiz çok önemli, tarihî bir adım atıldı. Bu cesaretli adım nedeniyle her iki ülke cumhurbaşkanını da canı gönülden kutlamak gerekir. Büyük iş yaptılar ve Türk-Ermeni ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısını araladılar. Şimdi bu kapıdan çok insan geçecek gibi gözüküyor.

Daha bundan yedi yıl önce 2001 Şubat ayında bir Televizyon programında Türkiye Ermenilerden özür dilemelidir dediğim için aleyhime büyük bir kıyamet kopartıldığını hatırlıyorum. Abdullah Gül’ün ziyareti sonrası ise Emekli Büyükelçi Volkan Vural verdiği bir röportajda aynı sözleri tekrar ederek “Özür dilenmeli” dedi ama ciddi bir itirazla karşılaşmadı. Sanki talep genel bir kabul gördü. (Taraf, 18 Ekim 2008) Bu örneğin de gösterdiği gibi, aradan geçen süre içinde Türkiye konuya ilişkin epey bir yol almış gibi gözüküyor.

ABDULLAH GÜL’ÜN ŞANSI

Bu yol almanın içinde Ergenekon soruşturma ve tutuklamalarının çok özel bir yeri var. Eğer Ergenekon tutuklamaları olmasaydı, Abdullah Gül’ün Ermenistan ziyareti aleyhine son derece ciddi bir kamuoyu oluşturma kampanyasına şahit olacaktık. Türkiye’de son yıllarda, Ermeniler ve 1915 aleyhine sürdürülen kampanyaların başını Ergenekon çekiyordu. Boğazlayan Kaymakamı Kemal’in idam gününü anma toplantıları düzenleyenler; Berlin’de Talat Paşa yürüyüşleri örgütleyenler; İsviçre’de “hukuk savaşı“ yürütenler Ergenekonculardı. İstanbul’da, 2005 yılında düzenlediğimiz konferansa karşı kamuoyunu mobilize edenler; bizler hakkında sürek avları düzenleyerek mahkeme kapılarında süründürenler; sonuçta cinayet de dâhil olmak üzere Hrant Dink aleyhine kampanyalar yürütenler hep bunlardı.

Ergenekon grubunun tarihte yaşanmış bu acı olayı, 1915’i, kendisini toplum nezdinde meşru kılabilmesi için kullanmaya çalışması son derece önemli ve anlamlıdır. Geçmişte Ermenilere karşı imha siyaseti uygulayanlarla, bugün Ermeniler aleyhine düşmanlığı örgütleyen Ergenekon arasındaki bağlantı, üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi gereken bir konudur.

YANLIŞ BİR MANTIK

Ben bu kısa yazıda, Gül’ün ziyaretini desteklemek amacıyla kaleme alınan yazıların önemli bir kısmına egemen olduğunu gördüğüm ve yanlış bulduğum bazı noktalara değinmek istiyorum. Çoğu, Türk-Ermeni ilişkilerin düzeltilmesi doğrultusunda açılan olumlu kapıdan ilk geçecek olan aydınlarımıza ait bu yazılarda dile getirilen yanlış fikirlerin, Türkiye kamuoyunu etkileme ihtimali oldukça kuvvetli ve bu nedenle üzerlerinde özel olarak durulması gerekiyor. Ayrıca, sıradan eleştirinin ötesinde, bir de önümüzdeki dönemde, soruna nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda genel bir çerçeve çizmek istiyorum. Ümidim, konuya ilişkin tartışmaların daha doğru bir zemine kaydırılabilmesidir.

Kaleme alınan yazıların çoğuna egemen olan havaya bakılacak olursa, Ermenistan devleti ile Ermeni diasporası arasında özellikle Türkiye’ye ve tarihe yönelik takınılması gereken tavır konusunda ciddi farklar var. Bu yazılanlara göre, Ermenistan devleti ve Ermeni diasporası neredeyse iki ayrı ucu temsil etmektedirler. Diaspora hem tek bir vücut, tek bir örgüt gibi hareket eden monolotik bir blok olarak tanımlanmaktadır; hem de diaspora kelimesi “kötü” ile eşdeğer anlamda kullanılmaktadır. Diaspora’yı bu denli “olumsuz” ve “kötü” yapan nedenlerin başında ise, “soykırımın tanınması konusunda ısrarcı olmak” tutumu gelmektedir. Böylece, aydınlarımızın elinde, “soykırımın tanınması” talebi ve bu talepte “ısrarlı olmak” neredeyse “öcü” haline sokulmuş bulunuyor. Bu mantığa göre, “soykırım tanınmalıdır” denmezse ve/veya bu tanınma konusunda ne kadar az ısrarlı olunursa o kadar iyidir.

Yazılara egemen olan mantığa göre, Ermenistan devleti “soykırımın tanınması” konusunda fazla bir ısrara sahip değildir. Son ziyaretin de gösterdiği gibi, komşumuz Ermenistan aslında “iyidir”; ziyaret boyunca “soykırım kelimesini kullanmaktan kaçınarak” ve “tanınma” talebinde bulunmayarak, “iyi” olduğunu da göstermiştir. Fakat Ermenistan Devleti, ciddi biçimde “kötü” diasporanın etki ve kontrol alanındadır. “İyi komşu” Ermenistan’ın, “kötü” diasporanın kucağına düşmüş olmasının önemli bir nedeni de, Türkiye’nin izlediği “kötü” politikalardır.

ERMENİSTAN İLE DİASPORA FARKLI MI

Bu tarz düşünenler, Türkiye-Ermenistan arasındaki sorunun, diasporanın devreden çıkarılmasında yattığına inanıyorlar. Bu yazarlar grubuna göre, “iyi komşu Ermenistan”ı, bu “kötü” diasporanın elinden kurtarmak gerekmektedir. Bunun için yapılması gereken, Türkiye’nin “kötü” politikalarını terketmesi ve Ermenistan ile “iyi” ilişkiler kurmasıdır. Böylece, Ermenistan, diasporanın etkisinden kurtarılabilecek ve “soykırımda ısrar” gibi kötü bir fikir de etkisini azaltmış olacaktır. Yani aslında meselenin çözümünde anahtar unsur, “soykırım ısrarı” öcüsüdür ve sorunun çözümü için de bu ısrardan vazgeçilmesi gerekmektedir.

Bu bakışa sahip aydınlarımız, 1991 sonrası Türk-Ermeni ilişkilerini şöyle açıklamaktadırlar: Ermenistan’ın ilk cumhurbaşkanı Petrosyan, soykırım konusunda daha yumuşaktı, “ısrarcı” değildi ve Türkiye’ye yönelik daha açık politikaların yürütülmesinden yanaydı. Bu nedenle, “kötü” diasporaya bu konuda tavır almıştı. Petrosyan’ın iktidarı kaybetmesinin nedeni ise Türkiye tarafından desteklenmemiş olmasıydı. Yani sonuçta, Petrosyan’ın iktidar kaybı, “soykırımda ısrarcı olanlarla, ısrarcı olmayanlar” arasındaki çatışma ekseninde olmuştu, ve bizim “kötü” politikalarımız onu iktidarından etmişti.

Zannediyorum bu bakış açısının gözden geçirilmesinde ve düzeltilmesinde fayda var. Çünkü eğer bir sorunu çözmek istiyorsanız, öncelikle bu sorunun tarafları hakkında gerçeğe yakın bir bilgi edinmeniz şarttır. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Petrosyan’ın iktidarı kaybetmesinde Türkiye politikaları veya soykırım konusundaki tutumu fazla merkezi bir rol oynamamıştır. Ekonomideki kötüye gidiş (özellikle yolsuzluklar) ve Karabağ konusunda hızlı bir çözüme yönelmek istemesi Petrosyan’ın iktidarı kaybetmesinin ana nedeleri idi.

Belki daha da önemli olan, Petrosyan’dan bu yana, Ermenistan Hükümetleri’nin Türkiye politikalarının esas olarak değişmemiş olduğu gerçeğidir. Bu politikalar esas olarak aynı kalmıştır. Koçaryan ekibi, hem kadro ve hem de siyaset olarak, Petrosyan döneminin Türkiye’ye yönelik siyasi çizgisini devam ettirmiştir. Kadrosal sürekliliğe verilebilecek en iyi örnek Koçaryan döneminin Dışişleri Bakanı Vartan Oskanian’dır. Oskanian, Petrosyan döneminde de 1990’lı yılların ortalarından itibaren, dışişlerinde önemli görevlerde bulunmuş hatta onun son yıllarında dışişleri bakanlığı görevini temsilen üstlenmiştir.

Ermenistan’da 1991’den beri tüm hükümetlerce takip edilen bu siyasetin özü şudur: “Hiç bir ön koşula dayanmadan, koşulsuz diplomatik ilişkinin kurulması.” Unutmamak gerekir ki, Abdullah Gül’ü davet eden Ermenistan Cumhurbaşkanı Serzh Sargsyan, Koçaryan’ın adayıydı ve seçimi Petrosyan’a karşı kazanmıştı. Gülü davet eden kişinin Koçaryan ekibinden olması bu sürekliliği gösterir. Petrosyan ise daveti açıktan desteklememiş, hatta oldukça eleştirel bir tutum takınarak, karşı çıkmış ve “zamansız” bulmuştur. (Bunda şüphesiz kendisinin muhalefette olmasının son derece büyük önemi vardır.)

Özetle söylemek istediğim şudur: Ermenistan’daki politik gelişmeler ve taraflar hakkında daha gerçeğe yakın bilgiler elde edilerek, Türkiye’de oluşmuş bu yanlış bilgi kalıplarının düzeltilmesinde gerçekten fayda vardır. Eğer bir sorunun tarafı iseniz ve bu sorunu çözmek istiyorsanız, sorunun diğer tarafı hakkında, aşağı yukarı kendi hakkınızda sahip olduğunuz bilgiye yakın bir bilgiye sahip olmanız gerekir. Eğer, diğer taraf hakkında, ayrıntılı bir resme sahip olamazsanız sorunu çözemezsiniz.

KÖTÜ DİASPORA VE SOYKIRIM “DAYATMASI”

“Kötü diaspora” ile “iyi komşu Ermenistan” ayırımı, bir başka nedenle daha üzerinde durulmayı hak ediyor. Öncelikle belirtmek isterim ki, galiba, Türkiye’de bu “iyi komşu” Ermenistan ile “öcü ve kötü” diaspora imajının oluşmasında, konuyla uğraşan aydınların –ben de dâhil- ciddi sorumluluğu var. Konuyla yakından ilgilenen ve yazılar yazan aydınlar, bu tür bir tek bloktan ibaret, homojen ve “kötü” diaspora tanımında çok ısrarcı oldular ve kamuoyunda bu imajın oluşmasına katkıda bulundular. (Bu konu Hrant ile çok konuştuğum bir konuydu. En azından onun adına “Galiba Hrant yanlış anlaşıldı” diye düzeltme yapabilirim ama, işe yarar mı bilmem.)

Mesele bence şuradan kaynaklandı: Türkiye’de konuyla ilgilenen aydınlar, inanılmaz, aşırı bir psikolojik baskı altında yaşıyorlar. Bu psikolojik baskının önemli noktalarından birisi de, Türkiye’de neredeyse hakaret anlamında kullanılan “Ermeni” kavramı ve ayrıca bu “kötü” Ermeni’nin, “soykırım konusunda ısrarlı” olması. Ermeni kavramının bu denli negatif ve bu denli kötü bir biçimde kullanılması, ve “soykırım konusunda ısrar”ın neredeyse bir küfür sayılması aydınlarımızı ciddi bir açmaza sokmaktaydı ve hâlâ da sokuyor. Ve aydınlarımız kendisini savunmada hisseden her insanın vereceği doğal tepkiyi verdi ve hâlâ da veriyor.

Bu tepki, Ermeni’yi “negatif”, “öcü” ve “kötü” olarak tanımlayan zihniyetle açıktan hesaplaşmak ve “soykırımın tanınması” isteminin son derece demokratik bir talep olduğunu anlatmak yerine, bu saldırgan mantığın ana hatlarını kabul etmek biçiminde oldu ve oluyor. Aydınlarımızın geliştirdiği savunma stratejisine göre, “kötü” olan Türkiye Ermenileri ve komşumuz Ermenistan değildi. Asıl “kötü” diasporadaki Ermenilerdi. Çünkü, “soykırım konusunda ısrarlı” olanlar asıl onlardı. Yani aydınlarımız, asıl sorunun, Ermeniler için “öcü” ve “kötü” kavramının kullanılmasında olduğunu göstermek yerine, bu sıfat tanımlamasının doğru olduğunu kabul ettiler. Sadece bu sıfatlarla tanımlanan özneyi değiştirerek; “kötü” olan “Ermeni”nin yerine “kötü” olan “diaspora”yı koydular. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkiye’deki egemen mantık, aydınlarımızda da aynen varlığını sürdürmeye devam etti ve ediyor.

SOYKIRIM SÖYLEMİNE NASIL BAKACAĞIZ

Bana göre, sorun burada başlıyor. Eğer bu egemen düşünme tarzını sorgulamaz ve bu mantıkta her hangi bir değişiklik yapmazsak; sadece “kötü” sıfatını yakıştırdığımız özneyi değiştirirsek, Türk-Ermeni gerilimini çözemeyiz. Görülmesi gereken şudur: “Ermeni”yi kötü ve öcü ilan etmekle “diaspora”yı kötü ve öcü ilan etmek arasında herhangi bir zihniyet farkı yoktur. “Kötü ve öcü” sıfatını, sadece özneyi kaydırarak kullanmaya devam edersek sorun aynı kalır. Hem “öcü” ve “kötü” kavramı değişmediği için, hem de “soykırımın tanınmasını istemek” talebinde yanlış olan birşey olmadığı için.

“Soykırımın tanınması” talebi konusunda değişik fikirlere sahip olabilirsiniz; tarihteki bir haksızlığın “soykırım olarak tanınması”na itirazlarınız olabilir; başka tanınma tarzlarından yana olabilirsiniz ama “soykırımın tanınması” talebinin ileri sürülmesinde “kötü” olan birşey yoktur. Bu son derece demokratik bir taleptir. Görmemiz gerekir ki, “soykırımın tanınması” talebini “negatif” ve “kötü” olarak gören bir mantıkla; tarihimiz üzerine açık olarak konuşmayı “kötü” ve “yanlış” gören bir mantık arasında fazla bir fark yoktur; “soykırımın tanınması” talebinin ileri sürenlere gösterilen öfke ile, tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini söyleyenlere duyulan öfke arasındaki sınır son derece incedir.

Birisinin nerede başlayıp, ötekinin nerede bittiğini bilmek gerçekten çok zordur.

SOYKIRIM ALGILAMALARINDA FARKLILIK YOK

Ayrıca, “soykırımın tanınması” konusunda Ermenistan ile diaspora arasında bir ayrım yapmak da doğru değildir. Aydınlarımızda egemen olan bakışa göre, Ermenistan ile diaspora arasında soykırımının tanınması politikaları konusunda ciddi farklar vardır. Türkiye’de konu ile uğraşan herkesin bilmesinde fayda vardır ki, Ermenistan ile diaspora soykırımın tanınması meselesinde, aynı safta durmaktadırlar.

Taraflar arasında “soykırımda ısrarcı olmak ve olmamak” ekseninde yapılan ayırım doğru değildir, yanlıştır. Altını özel olarak çizmek gerekir ki, şu anda tüm Ermeni toplulukları, 1915’te yaşananların soykırım olduğu ve bunun Türkiye tarafından kabul edilmesi gerektiği konusunda hemfikirdirler. Bu konuda en ufak bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.

* Prof. Dr.; Clark Üniversitesi Öğretim Üyesi / takcam@clarku.edu
Soykırımın tanınması ne anlama geliyor
Taraf – Istanbul – 17.11.2008

TANER AKÇAM* / Daha genel ifadeyle, her iki toplum da soruna, demokrasiye geçiş döneminde, yani toplumsal özgürlüklerini geliştirme sürecinde, tarihe ilişkin gerçekleştirilecek adaletin sınırlarının ne olması gerektiği noktasından yaklaşmalıdırlar. Yani demokrasiye geçiş, sadece özgürlük meselesi olarak değil, adalet meselesi olarak da ele alınmalıdır. Cevap verilmesi gereken soru, demokrasiye geçişte, sağlanacak geçmişe ilişkin adaletin sınırlarının ne olacağıdır.

1915’İN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNE YENİDEN BAKMAK (2)

Eğer “soykırımın tanınması” konusunda bir farktan söz edilecekse, bunun önümüzdeki dönemde ortaya çıkabileceğinden rahatlıkla söz edebiliriz. Fakat bu farklılaşma, hem Ermenistan hem de diaspora içinde farklı fikirlerin ortaya çıkması biçiminde olacaktır. Ana sorular şunlar olacaktır: “Soykırımın tanınması ne demektir? Tanınması istenen nedir? Tarihe ilişkin bir haksızlığın giderilmesi konusunda Türkiye’nin hangi adımları atması yeterli olacaktır?” Bu sorulara verilecek cevaplara göre, hem Ermenistan’ın içinde hem de diasporanın içinde farklı yaklaşımların ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.

Fakat konunun bir başka ciddi bir boyutu daha vardır. Bu sorular sadece Ermenistan ve diasporayı, yani Ermenileri ilgilendirmez. Bu sorular belki de daha öncelikle, Türkler ve Türkiye’ye aittir. Ortada bir sorun olduğunu kabul eden ve bu sorunun çözülmesini isteyen Türkiye’deki insanlar da, yukarıdaki sorulara verecekleri cevaplara göre yeni taraflar oluşturacakladır. Bu sorular, Türkü ile Kürdü ile Ermenisi ile bu çatışmaya taraf tüm insanları ilgilendirmektedir. Dolayısıyla, bu sorulara verilecek cevapların oluşturacağı gruplaşmalar, “Ermeni” ve “Türk” ekseninde şekillenmeyecektir. Sonuçta, etnik kimliklerimizin ötesinde, “Tarihte yaşanmış insan hakları ihlalleri konusunda ne yapmak gerekir” sorusuyla uğraşıyoruz; bu görülmek zorundadır.

TARİHLE YÜZLEŞME AMA NASIL

Herkes için, hepimiz için ana soru, tarihle yüzleşmenin nasıl yapılacağıdır. Ve önümüzde, iki uç noktasının Japonya ve Almanya örnekleriyle belirlendiği bir yelpaze, bir seçenekler dizini durmaktadır. Japonya örneği, tarihle yüzleşme konusunda, yarımağız “kusura bakmayın” tavrına denk düşer. Bu tür bir yarımağız tarihle yüzleşmenin hiç bir ciddi toplumsal-kültürel ve siyasal anlamı yoktur. Tarihle bu tarz bir yüzleşme, toplum düzeyinde, ciddi bir demokratik hesaplaşma anlamına gelmez. Bu tutumla, toplumda demokratik anlamda pek bir ilerleme sağlanması da mümkün olmaz. Acaba Türk-Ermeni geriliminde, Türkiye eğer Japonya’nın, İkinci Dünya Harbi yıllarında işlediği suçlar nedeniyle özür dilemesi gibi bir tutum takınırsa, bu yeterli sayılmalı mıdır? Tanıma ve yüzleşmekten kastettiğimiz ve beklediğimiz bu mudur?

Almanya seçeneği ise, sarkacın öteki ucunu temsil eder. Bu seçenek, sadece olanı soykırım olarak adlandırmakla yetinmeyip, tarihle yüzleşmenin tazminat dâhil gerekli tüm sonuçlarına katlanmaya hazır olunması anlamına gelir. Eğer Almanya’nın izinden gidilirse, Türkiye, hem 1915’i soykırım olarak tanıyacak, hem de bu soykırımın yol açtığı maddi-manevi yıkımları gidermek konusunda ciddi bir çaba içine girecektir.

Görmemiz gerekiyor ki, önümüzdeki dönemde, bu Japonya-Almanya sarkacında nerede durulması gerektiği konusunda oldukça yoğun tartışmalar yaşayacağız. Ve bu iki uç arasında onlarca, evet onlarca, başka seçenek daha mevcuttur. Bu seçenekler etrafında hem Ermenistan ve diasporada hem de Türkiye’de yeni taraflar ve yeni saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Herkesçe cevabı aranması gereken soru şudur; Türkiye, tarihi ile nasıl yüzleşecek ve 1915 olaylarını hangi tarz ve biçimlerde kabul edecektir? Bu ana soruyu başka sorularla takviye edebiliriz: Geçmişle yüzleşmek, sadece geçmişte yaşanmış bir olay hakkında tavır almak mı demektir? Geçmişle yüzleşmenin bugün açısından anlam ve önemi nedir? Bugünkü ilişkiler demokratikleştirilmeden, örneğin Türkiye’deki Ermeni vatandaşların karşılaştıkları sorunlar çözülmeden tarihle yüzleşmek mümkün müdür? Veya Kürtlerin kültürel-demokratik taleplerinin tanınması ile tarihle yüzleşmek arasında ne tür bir ilişki kurulabilir? Bu ve sayıları arttırılabilecek soruların merkezinde duran, tarihle yüzleşme ile bir toplumda demokratik ilişkilerin kurulması arasındaki ilişki meselesidir.

ÖZGÜRLÜK VE ADALET İLİŞKİSİ

Burada bir parantez açarak, soruna sadece Türk-Ermeni gerilimi açısından yaklaştığımı özel olarak belirtmek isterim. Yoksa tarihle yüzleşme ve tarihte yaşanmış haksızlıklar konusunda açık ve rahat bir tartışma yapmak, Ermeni sorununun ötesine de giden boyutlara sahiptir. Tarihte, hangi, ulus, hangi etnik gruba yapılmış olursa olsun, tüm haksızlıkları aynı perspektiften ele almak ve tartışmak gerekir. Bu bağlamda, Osmanlı devletinin çöküş döneminde Balkanlar’da ve Kafkaslar’da Müslümanların yaşadıkları; başta Rumlar ve Süryaniler olmak üzere diğer Hıristiyan grupların yaşadıkları ve özellikle cumhuriyet döneminde Yahudilerin, Kürtlerin, Alevilerin (ve hatta yakın zamanlarda sol düşünce sahiplerinin) uğradıkları haksızlıklar da, hepsini aynı kategoride değerlendirmeye kalkmamak, aralarındaki nitelik farklarını bilerek ve birbirlerinin karşısına dikmemek koşuluyla, üzerine ciddi olarak tartışmayı hak ederler. Önemli olan, farklı haksızlık türlerini birbiriyle karıştırmayan; bir haksızlığı sadece diğer haksızlıklara karşı çıkmak için gündeme sokmayan; haksızlıkları rekabetçi bir tarzda birbirine karşı kullanmayan; ve bir haksızlığın derecesini azaltmak için, onu diğer haksızlıkla dengelemeye kalkmayan bir zihniyete sahip olabilmektir. Tüm bu hususlar şüphesiz ayrı bir yazı konusudur.

Toplumların tarihleri ile yüzleşmesi, o toplumlardaki özgürlük ve adalet sorunlarıyla doğrudan ilgilidir. Konunun özgürlük boyutu genel olarak bilinir ama adalet boyutu genellikle ihmal edilir. Türkiye’de birçok aydınımız, Ermeni sorununun esas olarak bir fikir özgürlüğü meselesi olduğunu savunmaktadır. Bu bakışa göre, ana sorunu teşkil eden konuya ilişkin, başta ceza hukukumuz olmak üzere, mevcut olan yasaklardır. Eğer bu yasaklar ortadan kalkar, Türkiye demokratik olur ve konu hakkında özgürce konuşmaya başlarsa, sorun esas olarak çözülmüş olacaktır. “Soykırımın tanınması” talebine öfke duyulmasının altında yatan nedenlerden biri de meselenin sadece bazı özgürlüklerin sağlanması olarak görülmesi ve adalet boyutunun gözardı edilmesidir.

Oysa, tarihle yüzleşmek sadece tarihte yaşanmış haksızlık üzerinde özgürce konuşabilmek ile sınırlı değildir. Hatta özgürlükle ilişkinin dolaylı bir ilişki olduğu da iddia edilebilir. Çünkü, tarihte işlenmiş bir haksızlığın giderilmesi, esas olarak özgürlüğün değil, adaletin alanına girer. Özgürlük, elbette, haksızlığı giderecek adaletin sınırlarını tesbit edebilmek için yapılması zorunlu özgür tartışma için gereklidir. Fakat görmek gerekir ki, bugün Batı’da birçok demokratik toplumda özgürlükler vardır, tarihî haksızlıklar üzerine özgürce tartışılır ama, bu haksızlıkların giderilmesi anlamında, adalet sorunu çözülmemiş olarak durur. Bütün büyük devletlerin sömürgeleri ile ilişkileri; sömürgecilik dönemlerindeki soykırım ve katliamlar; Amerika’da kölelik vb. hâlâ adalet kapsamında, hâlâ bu toplumların gündemindedir. Dolayısıyla, “Ermeni sorunu,” Türkiye’de üzerinde serbestçe konuşma özgürlüğüne sahip olsak bile varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Haksızlıkların giderilmesi amacıyla gündeme getirilecek “adalet” esas olarak iki farkı içeriğe sahiptir. Birincisi, “cezai adalet”tir. “Cezai adalet” esas olarak fail gurubunu hedef alır. Olaylara katılmış ve sorumluluk almış kişilerin cezalandırılması bu adalet anlayışının temelidir. İkincisi, “yapıcı/inşa edici adalet”tir. Bu ise esas olarak kurbanları ve sağ kalanları merkezine alır. Onların yaralarının sarılması bu adalet anlayışının merkezinde durur. Bizlerin yapmamız gereken, tarihimizdeki haksızlıkların giderilmesi için, özgürlük istemenin ötesine geçen, “adaletin sınırlarının” ne olacağı konusunda bir tartışma başlatmaktır. Aradan 100 yıla yakın bir zaman geçtiği için artık “cezai adalet” gündemden çıkmıştır ama “yapıcı-inşa edici adalet”in nasıl sağlanabileceği ciddi bir tartışma konusudur. “Adaletin sınırları” konusundaki bir tartışmanın toplumu demokratikleştirici ve özgürleştirici bir boyutunun da olduğunu elbette eklemek gerekir.

TARİHLE YÜZLEŞMENİN ÜÇ NEDENİ

“Tarihle niçin yüzleşmek gerekir” sorusuna genellikle üç neden gösteririz. Birincisi, tarihle, kitlesel katliamların kurbanlarına insani onurlarını iade etmek için yüzleşiriz. Her kitlesel katliam, imha edilecek topluluğun insan olmaktan çıkartılması ile başlar. Söz konusu gurubun, insanlık onuru ayaklar altına alınır ve onlar, biyolojiden, tıptan alınan tanımlarla, “bakteri”, “parazit”, “mikrop” ve “kanserli hücre” gibi kavramlarla tanımlanırlar. Kurbanlar, sadece sağlıklı bir vücuttan atılacak zararlı maddeler olarak tanımlanmaz; sosyal ve kültürel olarak da aşağılanırlar, insanlık onurları çiğnenir. Yani, kurbanlar, imha edilmeden önce, insan olmaktan çıkartılırlar. Bu nedenle kurbanlara, insanlık onurlarını iade etmek, onlara insan olarak saygı göstermek bizim insanlık görevimizdir. Haksızlıkları giderici tazminat ve benzeri girişimler, kurbanların insanlık onurunu iade edici, tamir edici manevi adımlar olarak anlam kazanır.

İkincisi, tarihle, çatışmaya taraf olan gurupların barış ve özgürlük içinde yanyana yaşamalarını sağlayabilmek amacıyla yüzleşiriz. Eğer çatışmanın tarafları, hâlâ aynı coğrafya üzerinde yaşıyorlar ve yaşamaya da mahkum iseler, birbirlerine saygıyı yeniden inşa etmelidirler. İstikrar ve barış bu saygı temeli üzerinde inşa edilebilir. Çatışan taraflar arasındaki, karşılıklı saygı, barış ve istikrar ortamı ise, ancak taraflar arasında tarih üzerine konuşma ve tartışma ortamının yaratılmasıyla mümkündür. Bölgemiz itibarıyla konuşacak olursak, “tarihle yüzleşmek, bölgesel barış ve istikrarın ön şartıdır” diyebiliriz.

Üçüncüsü, tarihle, ileride benzer türdeki olayların tekrar edilmesine engel olmak amacıyla yüzleşiriz. “Bir daha asla”, Yahudi soykırımından sonra çok sık kullanılan bir slogandı. Ama son on yıllar gösterdi ki, kitlesel katliamlar, Avrupa’nın göbeğinde ve özellikle Afrika’da insanlık tarihinin önemli bir parçası olmaya devam ediyor. Ortadoğu’nun kitlesel katliamlar konusunda, her an patlamaya hazır bir dinamit kutusuna benzediği iddiasına kolayca itiraz edilemez. Eğer, özellikle, kitlesel katliamı organize etmiş devlet-toplum, bu konuda her hangi bir tartışmaya bile yanaşmıyorsa, ortada ciddi bir “tekrar” tehlikesi olduğundan söz edebiliriz. Tarihle yüzleşmek, katliamlar üzerine konuşmak ve tartışmak, bu tür olayların engellenmesi doğrultusunda atılacak adımların başlangıcını teşkil eder.

Elbette yüzleşmek tek başına yeterli değildir. Fakat bir olayı engellemek istiyorsanız, onun niçin yaşandığını, nedenlerinin neler olduğunu ve ortaya çıkış göstergelerinin neler olduğunu bilmeniz gerekir. Eğer bunları bilirseniz, buna göre de tedbirler alırsınız. Bugün, Birleşmiş Milletler bünyesinde, kitlesel katliamların tekrarını önleyecek, kültürel alt yapının nasıl sağlanacağı, ne tür kurumların oluşturulması gerektiği ciddi bir tartışma konusudur. Tarihinde büyük acılar yaşamış bölge insanları olarak bizim de böylesi bir tartışmayı yapmamız kaçınılmazdır.

Sonuç olarak, Türk-Ermeni gerilimine ilişkin kanaatim ve önerim, bu gerilimin yeni bir tarzda kavramlaştırılmasıdır. Yukarıda örneklerini de verdiğim, oldukça yanlış olan ve sorunu tanımlamaktan bile uzak gözüken düşünme tarzlarından vaz geçmek ve soruna çok daha genel bir perspektiften yaklaşmak gerekmektedir.

YENİ BİR PARADİGMA İHTİYACI

En genel hatlarıyla, Türk-Ermeni çatışması bugüne kadar, İmparatorluğun dağılma sürecinde, çeşitli etnik ya da ulusal gruplar arasında ortaya çıkmış sorunlar çerçevesinde ele alındı. Bu sorunların, zaman içerisinde, etnik gruplar arasında toprak ve sınırlar üzerinde yürütülen bir çatışma haline dönüştüğü ve katliamların bu süreç içinde ortaya çıktığı biliniyor. Bugünkü Türk-Ermeni sorununa da bu çerçevede yaklaşılmış ve bu anlamda, geçmişten miras kalmış bir sorun olarak görülmüştür. Benim önerim, her iki toplumun soruna, sadece “geçmişten kalmış bir miras” olarak yaklaşmamaları; konuyu bugünkü demokratikleşme meselelerinin bir parçası olarak ele almalarıdır. Sorun, “dünden kalan” değil, “üzerinde yarının inşa edileceği” bir sorundur.

Bu demektir ki, Türkiye ve Ermenistan, soruna iki komşu devlet olarak, her ikisi de demokrasiye geçiş sürecinde olan iki ülke olarak kendi demokratikleşmelerinin ve bölge ilişkilerinin demokratikleşmesinin bir parçası olarak yaklaşmalıdırlar. Türkiye AB’ye kabul edilmek üzere olan; Ermenistan ise SSCB’den ayrıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan, geçiş sürecindeki ülkelerdir. Bu geçiş sürecinin en temel özelliği, her iki toplumun da, hem geçmişlerini hem bugünlerini; kendilerini ve “ötekinin” kimliğini yeniden tanımlamak zorunda olmalarıdır.

Daha genel ifadeyle, her iki toplum da soruna, demokrasiye geçiş döneminde, yani toplumsal özgürlüklerini geliştirme sürecinde, tarihe ilişkin gerçekleştirilecek adaletin sınırlarının ne olması gerektiği noktasından yaklaşmalıdırlar. Yani demokrasiye geçiş, sadece özgürlük meselesi olarak değil, adalet meselesi olarak da ele alınmalıdır. Demokrasiye geçişte, geçmişe ilişkin sağlanacak adaletin sınırları ne olacaktır? Cevap verilmesi gereken soru budur.

Ana hedef, yukarıdaki üç ilke ışığında soruna çözüm getirebilmektir. Birincisi, geçmişin kurbanlarına insanlık onurlarını iade etmek; onları yeniden insan olarak görerek, anıları önünde saygıyla eğilmek; ikincisi, bölgemizde, karşılıklı saygı temelinde barış ve istikrarı temin ederek birarada yaşamanın koşullarını yaratmak; üçüncüsü, tarihte yaşanmış acıların yeniden yaşanması ihtimalini ortadan kaldıracak bir ilişkiler ağı ve buna uygun düşen bir kültürel zemini yaratabilmektir.

Eğer tarihle yüzleşmeye böylesi geniş bir çerçeveden yaklaşabilirsek, hem bölgemizde demokratik ilişkileri tesis edebiliriz hem de tarihimizde yaşanmış olayların tekrar edilmesini engelleyen ciddi bir kültürel atmosfer yaratabilmiş oluruz.

* Prof. Dr.; Tarihçi

Yorumlar kapatıldı.