İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Soykırım kavramı, BM’de soykırım sözleşmesi ve TCK’da soykırım suçu I-II

DTP Başkanı Ahmet Türk’ün Kürtlerin uğradığı “Kültürel ve Siyasal Soykırım” dan söz etmesi, ‘soykırım inkarcılığı’nı yeniden günceleştirdi. Türk’ün yaptığı cesur açıklamadan aslında geri adım atmaması gerek. Kaldi ki, Kürt sorununun çözümünden kaçınılması, soykırımı her boyutu ile bir tehdit konumuna getiriyor. Büyük medyanın bazı kalemşörleri, örneğin Hürriyet yazarı, Ege Canel, açık açık, “Kürtler etnik arındırmayı göze alsın, bu yolda devam ederlerse diye yazı bile yazabildi. Linç olayları, pogrom tehditleri bazı kasabalarda yaşandı. 

Türkiye üniversitelerinde soykırım araştırmaları yapan bölümler olmadığı gibi ‘viktimoloji’ de henüz akademik kapsama girmiş değil. Bu ise, soykırım inkarcılığının bir çeşit savunma içgüdüsü. 

Bülent Ecevit, Filistin olayını soykırım diye niteleyebiliyor. TC, Türklerin soykırımını engellemek için Kıbrıs’a çıktığını belirtiyor.
Azerilere yönelik Hocalı katliamı da, soykırım olarak adlandırılabiliyor. Ama milyonu aşkın insanın yaşamını yitirdiği 1915 olayı asla bir soykırım değil. Süryani, Yezidi halkını ve diğer Hıristiyan toplumları da burgacına almasına karşın. Bu bakıma Türk’ün yaptığı açıklama aynı zamanda çok önemli soykırım önleme amaçlı bir nitelik de taşıyor. Kürt halkının varlığının yanında, Türkiye üniversitelerinin son 40 yıldır odaklandığı önemli bir resmi inkarcılık da, 1915 olayının soykırım olarak tanımlanamayacağı savı. Sanki katliam, kıyım, etnik arındırma diye tanımlanması iyi bir şeymiş gibi. 

Ermeni Soykırımının inkarı, aynı zamanda buna ilişkin kaynakların sistematik olarak inkarını ve çürütülmeye çalışılmasını içerir. İnkarın temeli buna dayandırılmaya çalışılır. Ayrıntıda kalan unsurlar öne çıkarılmaya, çelişkiler yakalanmaya çaba harcanır. Bunlar üzerinden giderek, bütünün inkarı için mesnetler oluşturulmaya çalışılır.
Resmi tarih tezinin bu inkarcılığı, Hitler’in Ermenilerle ilgili sözlerinin aslında sarf edilmediği boyutuna kadar vardırılır, Hitler bile tashih edilmeye çalışılır. Oysa Hitler’in Polonya’yı yok etmek üzere harekete geçmeden önce düzenlenen gizli bir toplantıda, ordu komutanlarına hitaben yaptığı konuşmanın farklı kişilerce tutulan notlarında kullandığı, “oder erinnern Sie sich doch an die Ausrottung Armeniens” sözü herhalde, soykırım tarihinin en kilit sözlerinden biridir. Yoketmeci aklın, tarihin derinliklerinden kendine nasıl meşrulaştırıcı ve kışkırtıcı gerekçeler bulduğunun ve bu aklın tarihsel örnekler arasında nasıl bir iç bağıntı ve sürekliliğinin var olduğunun en çarpıcı örneklerinden biridir. 

Hitler bu konuşmasında Cengiz Han’ı anmayı da ihmal etmez. Kan dökücülerin, daha sonra tarihte nasıl sadece “devlet kurucusu” olarak anılması da, cesaret verici unsurlardan biridir. Öte yandan bu belgeye göre, inkarcılığın en temel tezlerinden biri de, jenosit/soykırım kavramının 2. Dünya Savaşı sırasında meydana gelen Yahudi Holokaust’unu tanımlamak için oluşturulduğu ve 1915 Ermeni örneğinin bu kavram kapsamında ele alınamayacağıdır. Oysa bu kavramın babası olan Polonyalı hukukçu Lemkin, gerek anılarında gerekse kendisi ile 1959 yılında yapılan bir televizyon programında, insanlığa karşı işlenen suçların kovuşturulması için uluslararası yargı mekanizmasının oluşturulması gerektiği düşüncesini çağrıştıran olayın Ermeni örneği ve 21 yılında Berlin’de görülen Talat Paşa Davası olduğunu belirtmiştir. Bu bakımdan, Giriş’imizin daha sonraki bölümlerinde, Jenosit/Soykırım kavramının açılımına ve Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonuna ve “insanlığa karşı işlenen suçların” yargılanması için uluslararası yargı mekanizması yaratılması çabalarına değineceğiz.
Şunu da hatırlatalım ki, “insanlığa karşı işlenen suç” tanımlaması da, ilk olarak 1915 Ermeni Tehciri nedeniyle gündeme gelmiş ve Tehcir nedeni ile İngiliz ve Fransız hükümetleri tarafından Osmanlı hükümetine verilen protesto notasında anılmış ve sorumlularının yargılanacağı belirtilmiştir. Enver, Talat ve Cemal Paşaların savaş sonrasında, bir Alman savaş gemisi tarafından gizlice ülke dışına kaçırılmasının en önemli nedenlerinden biri de, bu yargılanma ihtimalidir. Bu kaçırılma öyküsüne de eklerde yer vermekteyiz.
Son Osmanlı Sultanı Vahdettin, Kemalistler tarafından yargılanmasın diye İngilizler tarafından ülke dışına çıkarılınca, “vatan haini” olurken, İngilizler tarafından “savaş suçlusu” olarak yargılanmasın diye ülke dışına çıkarılan Talat, Enver ve Cemal Paşalar ise, hala “devlet adamı” ve “kahraman” olarak anılmaktadır. Demek ki, asılırsan İngiliz sicimi ile asılacaksın, kaçarsan Alman zırhlısı ile kaçacaksın! Bu kaçıştan önce bir çok önemli belgenin de imha edildiği biliniyor. Osmanlı İmparatorluğu yönetimini 200 kişinin katılımı ile gerçekleştiren 1913 Darbesi ile ele geçiren İttihat Terakki maceracı kliğinin, ülkeyi nasıl Alman emperyalizminin yayılmacı emellerinin peşinde yıkıma sürüklediğinin hikayesi, hala karanlıkta… Alman militarizmi ile olan karmaşık ilişkiler de…Anadolu’dan ve başka cephelerden çeşitli imha deneyimleri ile Almanya’ya dönen ve Frei Korps / Özgür Birlikler diye adlandırılan oluşumları yaratan gruplar, önce Sosyalist Alman Devrimini bastırmak ve Karl Liebknect, Rosa Luxemburg gibi önderlerini katletmek için kullanıldılar. Bunlar daha sonra ilk Nazi oluşumlarına dönüştü. Bir çok bakımdan gerek Türk cephesi, gerekse, Alman cephesi birbirinin ilham kaynağı oldu. Ne yazık ki, Alman Ordusunun arşivleri 2. Dünya Savaşı bombardımanlarında yokoldu. Bunun için bu arşivlerde yeralan, Osmanlı Ordusunun Genel Kurmay Başkanlığını ve Ordu Komutanlıklarını üstlenen Alman subaylarının raporlarına, 1915 Ermeni Tehciri sırasında yürütülen operasyonlara Alman katılımı konusundaki belgelere ulaşmak mümkün değil. Osmanlı Ordusunun, TSK’ne devredilen arşiv belgelerine de araştırmacıların ulaşmaları mümkün değil. Bu belgelerin ayrımsız bütün araştırmacılara açılması, karanlıkta kalan birçok parçanın ortaya çıkmasına ve resmin tamamlanmasına katkıda bulunabilir.
Soykırım kavramının oluşumu, BM Soykırım Sözleşmesi ve Ermeni örneği ile olan bağlantı
Jenosit kavramı, ilk kez Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından 1943 yılında, Yahudi halkına yönelik Holokaust uygulamasının, daha önce yaşanmış katliam, pogrom ve benzeri kitlesel imha, yok etme edimlerinden farklılığını sergilemek amacıyla oluşturulmuş, ve ilk kez yine Lemkin’in 1944 yılında basılan “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletleri Yönetimi” adlı kitabında kullanılmıştır. Kavram, Yunanca genos (ırk veya aşiret, kabile) sözcüğü ile Latince cide (öldürmek) sözcüğünün birleştirilmesinden oluşmuştur. Bugün uluslararası hukuk çerçevesinde “Soykırım” kavramı ise, 1948 tarihli “BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” ile tanımlanmıştır.
Bugüne kadar 135 ülke tarafından onaylanan Sözleşmenin 2. maddesine göre; Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: (a) Grup üyelerinin öldürülmesi, (b) Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, (c) grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, (d) grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, (e) bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Lemkin’in istemesine karşın siyasal amaçlı kitle kıyımları, sözleşme bünyesine alınmadı. Ermeni soykırımının inkarında savunulan tezlerden biri de, Tehcir’in siyasal nedenlerle başlatıldığı, bu nedenle sözleşme kapsamına girmediği savı.
Böyle bir uluslararası sözleşmenin varlığına karşın, bu gerek bu sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önceki, soykırım kapsamındaki örneklerin inkarını (Türkiye örneği) engellemediği gibi, Irak Kürdistan’ı (Anfal Harekatı), Bosna, Ruvanda’da gerçekleştirilen yeni soykırımların önüne geçememiş, Cezayir gibi sömürge savaşlarında, Nijerya gibi iç savaşlarda, Vietnam gibi emperyalist savaşlarda, (bunların soykırım kapsamına girip girmediği tartışmalı olsa da), sistematik kitle kıyımlarının engelleyememiş, Kamboçya ve Endonezya (bazı araştırmacılar bunlara Stalin döneminde, Kulaklara yönelik imha uygulamasını da ekliyor) örneklerinde görülen siyasal ya da toplumsal gruplara yönelik kitlesel imha örnekleri ise soykırım bağlamında bir tartışma konusu bile olmamıştır. 

Bunun en önemli nedenlerinden biri, soykırım ile ilgili bir uluslararası sözleşme olmasına, karşın, hukuki olarak bir çeşit cezalandırılmazlık (inpunity) durumunun devam etmesi, soykırım faillerini yargılayacak bir uluslararası yargı mekanizmasının çok gecikmiş olması, buna ilişkin bir uluslararası sözleşmenin oluşmasının ancak ‘90’ların sonunda mümkün olmasıdır (1998 Roma Sözleşmesi). Gerçi Yahudi soykırımının sorumluları II. Dünya Savaşından sonra Nurnberg’de oluşturulan Uluslararası Askeri Mahkeme’de yargılanmıştır. Lemkin’in bu mahkemenin danışmanları arasında yer almasına karşın, sanıklar hakkında hüküm, suçlamalarda soykırım kavramı ilk kez kullanılmasına karşın, insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamında verilmiştir. Bugün artık, Ruanda ve Bosna soykırımı sanıklarının yargılandığı iki uluslararası mahkeme vardır. (ICTR ve ICY).
ABD, sürekli bir Uluslararası Ceza Mahkemesinin (ICC) yetkisini, bu süreci başlatanlar arasında yer almasına karşı tanımamaktadır. Ve Irak savaşı öncesinde, kendisine destek veren ülkelerden bu mahkemenin yetkisini tanımadıkları konusunda taahhüt almıştır. Bugün, büyük devletlerin çıkarına göre, soykırım tehdidi, “insani müdahele” tanımlaması altında, askeri operasyonlara Kosova ve Timor örneklerinde olduğu gibi gerekçe olabilmiştir. Ama Ruanda gibi örneklerde ise, hiç kimsenin kılı kıpırdamadan, bir soykırım, televizyon kanallarından naklen izlenebilmiştir. Çünkü Ruanda’nın herhangi bir petrol ya da değerli maden yatağı veya stratejik bir önemi yoktur.
Dünya Savaşında yenilen Osmanlı devleti, Batılıların baskısı ile, Ermeni halkını topyekun imhaya yönelik 1915 Ermeni Tehcirinin bazı sorumlularını 1919 yılında Askeri Mahkemede yargılamış, Talat Paşa ve Enver Paşa gibi baş sorumlular gıyaplarında idama mahkum olmuşlardır. Bu mahkemenin idama mahkum ettiği Boğazlıyan Kaymakamı daha sonraları Ankara yönetimi tarafından ‘şehit’ ilan edildiği gibi, baş sorumlu Talat Paşa’nın cenazesi Nazi Almanya’sı tarafından 1943 yılında Türkiye’ye gönderilmiş ve Hürriyet Tepesinde devlet töreni ile defnedilmiştir. Süleyman Demirel’in devlet başkanlığı döneminde ise, Enver Paşa’nın cenazesi Orta Asya topraklarından getirilip törenle Hürriyet Tepesine gömülmüştür. 

Türkiye 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesini ilk izleyen ülkeler arasında yer alırken, örneğin ABD bu sözleşmeyi imzalamak için 1986 yılını beklemiştir. Belki de bunun nedeni, elinde nükleer kitle imha silahları bulundurması ve sembolik Russell Mahkemesi tarafından bir soykırım olarak nitelenen Vietnam Savaşı idi.

Soykırım kavramı, BM’de soykırım sözleşmesi ve TCK’da soykırım suçu (2)
Yeni Türk Ceza Kanunu, söz konusu sözleşmedeki tanıma ufak tefek değişiklikler ile yer vermiştir. Yeni Türk Ceza Kanununun, 76 inci maddesinde Soykırım suçu, ulusal hukukun bir parçası olarak şöyle yer almaktadır: 

MADDE 76. – (1) Bir planın icrası suretiyle, milli, etnik, ırki veya dini bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla, bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur:
a) Kasten öldürme.
b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme.
c) Grubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması.
d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması.
e) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi.
(2) Soykırım suçu failine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir. Ancak, soykırım kapsamında işlenen kasten öldürme ve kasten yaralama suçları açısından, belirlenen mağdur sayısınca gerçek içtima hükümleri uygulanır.
(3) Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur.
(4) Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez. 

Soykırımda sistematik, planlı ve devlet politikası haline gelmiş eylemler, bir topluluğu etnik, ulusal, dini kimliğinden dolayı, bütünüyle tasfiye etmeye yönelik uygulamalar söz konusudur. Bu tasfiye aynı zamanda, hedef alınan topluluğun kültürünün, tarihsel izlerinin silinmesini de kapsar. Lemkin, herhangi bir topluma yönelik bu toptan yok etmeci edimleri daha önce Barbarizm ve kültürel değerleri yok etmeye yönelik Vandalizm ikili kavramı ile tanımlamaya çalışmış, daha sonra bu kavramların yerleşik kullanımlarında çok farklı içerikler taşıması nedeniyle, yeni bir kavramın oluşturulmasına ihtiyaç duymuştur.
Lemkin, BM Soykırım Sözleşmesinin yazımında da görev almış, siyasal içerikli kitle kıyımlarını, yani bir grubun siyasal görüşlerinden dolayı kitlesel olarak yok edilmesini de kapsaması için çaba harcamış, ama o dönemin BM’sindeki siyasal dengeler buna izin vermemiştir. Öte yandan, kültürel soykırımın da bu sözleşme bağlamında yer almasını sağlayamamıştır. 

Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olan Lemkin, Lwow Üniversitesindeki yüksek eğitimine dilbilim alanında başlamışken, ilginç bir biçimde, 1921 yılında Berlin’de Talat Paşa’nın öldürülmesi ile ilgili davadan etkilenerek, Hukuk eğitimine başlamış, Ermeni kırımı türü olayların uluslararası hukuk kapsamına giren suçlar kapsamında yer alması konusunda daha o günlerde kafa yormaya başlamıştır. Kendisi ile 1959 yılında yapılan bir televizyon röportajında, 1921 yılında, Berlin’de Talat Paşa’yı vuran Tehleryan’ın davasından çok etkilendiğini, hatta bu nedenle branş değiştirdiğini belirtmişti. İnsanlığa karşı işlenen suçların kurulacak olan bir uluslararası yargı mekanizması kurulmazsa, kişilerin bu tür eylemleri ile adaleti yerine getirmeye çalışacaklarını, bunun da işi iyice içinden çıkılmaz bir hale getireceğini düşünmüştü Lemkin.
1915 yılında, 1. Dünya Savaşında Osmanlı devletinin ittifak kurduğu Alman militarizminin de onay ve ısrarı ile başlatılan Ermeni Tehciri olayı, bugün tüm dünyadaki soykırım araştırmacıları tarafından, 20 yüzyılın ilk soykırım örnekleri içinde anılarak incelenmektedir. 

Türkiye’nin BM Soykırım Sözleşmesini ilk imzalayan devletler arasında yer almasına karşın, (bunda Ermeni soykırımının o dönemde çoktan unutulmuş bir olay olmasının da etkisi olabilir), bu sözleşmenin tanımlamalarına son derece uygun olan 1915 olayının soykırım olduğu resmi olarak inatla inkar edilmektedir.
1915 olayı tartışması, olayın boyut ve içeriği, neden ve sonuçları üzerinde yoğunlaşmaktan çok, bunun bir soykırım olup olmadığı noktasında kilitlenmiştir. Bu, aslında içeriğin tartışılmasını engellemek, en azından olabildiğince ertelemek isteyen resmi yaklaşımın, benzeri başka etnik sorunlarda da uygulana geldiği bir taktiktir. Resmi ideoloji ve bilim çevreleri on yıllar boyunca, bütün dünyaca tanınan, akademik araştırmalara konu olmuş, Kürtler diye bir halkın ya da ulusun varlığını inkar edebilmiştir.
Bu inkarcılığın temelinde herhangi bir kabulün arkasından, tazminat ve toprak talepleri geleceği korkusundan çok resmi ideolojinin çökeceğine ilişkin kaygılar yatmaktadır. Kurtuluş savaşının bir anlamda programını oluşturan, Misak-ı Milli içinde, 1915 Ermeni Tehciri sorumlularının cezalandırılmasına ilişkin bir hükmün yer almasına karşın, yeni Türk devletinin kurucuları arasında, 1915 olaylarına bilfiil katılmış unsurların yer almış olması, herhangi bir kabulü güçleştiren önemli zorluklar arasında yer almaktadır.
CHP’nin baş ideologu olan ve 1935 yılında İtalyan Faşist Partisinin bazı tüzük hükümlerini kendi partisine aktaran Şükrü Kaya, Ermeni Tehcirinin baş koordinatörü idi. Keza uzun yıllar Meclis Başkanlığı yapan, Atatürk öldüğünde birkaç günlüğüne devlet başkanı olan A. Renda, tehcir sırasında en vahim olayların yaşandığı Muş vilayetinin valisi idi. Daha sonraki yıllarda Örneğin daha sonraki yıllarda Dışişleri Bakanlığı yapan Tevfik Rüştü Aras da, 1915 tehcirinin aktörleri arasında idi.
***
Bugün resmi tez, 1915 yılında bazı vahim olaylar yaşandığını kabul etmekle birlikte, yitik insanların sayısını olabildiğince düşük göstermeye çalışıyor, bunun bir soykırım değil, zorunlu bir göç sırasında meydana gelen, istenmeyen ölümler olduğunu, karşılıklı bir çatışmanın (mukatele) sözkonusu olduğunu, bütün olanlardan ise devrimcileri başta olmak üzere Ermeni halkının sorumlu olduğunu ileri sürüyor. Ancak ortada olan bir gerçek ise, Anadolu coğrafyasında binyıllardır otantik bir halk olarak yaşamış olan Ermenilerin bu coğrafyada artık var olmadığı. Ermeniler tarihsel anavatanları olan bir coğrafyadan, adeta kazınarak arındırıldılar. 

Dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğunda, birçok ulus Yunanlılar, Sırplar, Romenler, Bulgarlar gibi ayrılarak kendi devletlerini kurdular. En son 1912 yılında patlak veren Arnavutların ulusal ayaklanması ise, Balkan Savaşlarını fişekledi. 

Balkanlarda ulus devlet oluşumu, aynı zamanda iç içe geçmiş halkların bir arada yaşadığı bu coğrafya da çok taraflı bir etnik arındırma ve nüfusu homojenleştirme politikasının hayata geçmesi anlamına geliyordu. Balkanlarda ve Rusya’nın yayıldığı Kafkasya’da yaşayan Müslümanlar 19. yüzyıl içinde bir çok kereler Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar, büyük kayıplarla. 1914 yılında Osmanlı hükümeti, Batı baskısı sonucu, Ermenilerin yoğun olduğu Doğu illerinde Norveçli ve Hollandalı iki komiserin gözetimi altında idari reform yapmayı kabul etti. 

1908 Devriminin Öncücü olan İttihat ve Terakki Partisi önderleri, bunun müstakbel bir Ermeni devletinin habercisi olduğu kanısında idiler. Öte yandan batmakta olan çok uluslu bir imparatorluğun bürokrasi ve ordusunun, yeni bir devletin sağlam temelini oluşturacak olan bir ulus yaratmaya ihtiyacı vardı. Balkan ve Kafkas Müslümanları sığındıkları Anadolu coğrafyasının eritme potasında, Türk ulusunun bir parçası olacaktı. Kürtlere biçilen rol de buydu.
Öte yandan utanç verici Balkan yenilgisi, Alman emperyalizminin de kışkırttığı Doğuya Yayılma hırslarını canlandırdı. Turan hayalinin tam ortasında ise tasfiye edilmesi gereken bir Ermeni gerçekliği yatmaktaydı. Savaştaki her hangi bir yenilgi, Balkanlarda olduğu gibi Müslüman halkın göçe zorlanarak, bir Ermenistan’ın oluşumunu engellenemez hale getirebilirdi. 

Emperyalist 1. Dünya Savaşı sırasında, Ermeni halkı savaşan iki imparatorluğun arasında bölünmüş ve sıkışıp kalmıştı. 1915 olayının sadece savaş nedeniyle, Ermeni halkının zorunlu göçe zorlanması olarak açıklanması çok zor. Savaş, İTP önderlerine, Ermeni sorununu “nihai çözüm” e kavuşturacakları bir fırsat sağladı.
Olay, cephe gerisinin güvenlik altına alınması olarak sunuldu, ama uygulanan plan bunun çok ötesindeydi. Tehcir, aynı zamanda Alman Genel Kurmayının güdümündeki ordunun ısrarlı talepleri ile başlatıldı. İzmir ve İstanbul’da Ermeni toplumunun aydınları ve seçkinleri gözaltına alınıp, hedefi meçhul bir yolculuğa çıkarılırken, Trakya da dahil tüm Ermeni nüfus Suriye çöllerine yöneltildi. Yol boyunca katliamlar yaşandı, gerisini ise salgın hastalıklar getirdi. Ermeni tarafına göre 1.5 milyon, son Osmanlı Hükümetine göre 800 bin Ermeni insanı bu zorunlu göç sırasında yaşamını yitirdi. Sağ kalanların dönmesine izin verilmedi, Ermeni mal varlığına özel bir Emlak-ı Metruke yasası ile el konarak, yerel eşrafa, devlet kodamanlarına, ağalara dağıtıldı. Bu eşrafın, Kurtuluş Savaşına verdiği desteğin bir nedeni de, bu malların geri alınması ve kıyıma katılanların cezalandırılması olasılığı idi. 

Bunu, on yıllarca devam eden Ermeni kilise, manastır ve binalarına, mezarlıklarına yönelik kültürel soykırım izledi.
Sonuç olarak, ITP’nin nihai çözümü kendi projeleri açısından “başarılı” oldu. Savaştan yenik çıkan Osmanlı hükümeti, Sevr’de kağıt üzerinde Ermenistan’ın kurulmasını kabul etti, ama burada yaşayan bir halk kalmamıştı artık. Bu anlaşmanın hayata geçmesi zaten mümkün değildi. Eğer Rus ihtilali olmasaydı, Çarlık yönetimi ITP’nin Ermenilerden arındırdığı Doğu Anadolu’ya Don Kazaklarını iskan edecekti. 

İttihatçıların planında, sadece Ermeniler yer almıyordu. 1915 yılında ve sonrasında Süryani-Keldani-Nasturi halkı ve Anadolu Rumları ve Yezidiler de kitle kıyımına dönüşen zorunlu göç uygulaması ile yüz yüze kaldılar. Almanların istemi ile ilan edilen Cihad Fetvası, esas olarak Müslüman sömürge halklarını İngiliz ve Fransızlara karşı ayaklandırmayı hedefliyordu, ama sonuçta bütün Anadolu Hıristiyanları hedef oldu. 

Öte yandan 1916-1917 yılında devlete sadık olmadığı düşünülen Kürt aşiretlerine de tehcir/zorunlu göç uygulaması yapıldı ve yüzbinlerce Kürt yaşamını yitirdi.
1915-16 yılında Filistin Yahudilerine yönelik bir tehcir başlatıldı, ama Almanların talebi üzerine durduruldu. Ama Kürt bölgesinde yaşayan küçük Yahudi toplumları ortadan kayboluverdi. 

Aslınd ilk tehcir planı Celal Bayar’un yönetiminde Batı Anadolu Rumlarına karşı 1914 yılında başlatıldı. Almanların talebi üzerine durduruluna kadar, 1 milyon kadar Rum Ege’den kovalanmıştı bile. Bayar harıralarında bu planın başarı ile uygulanmasından böbürlenerek söz eder. 1916 yılında ise Doğu Karadeniz Rumları, iç Anadolu’ya zorunlu göçe tabi tutuldu. Arta kalanları da Ankara Hükümetinin 1921 Koçkiri harekatı sırasında zorunlu göçe tabi tutması gibi. Uzun yıllar boyunca, Yahudi Holokaustunun arkasında Sinti-Roma halkının ve diğerlerinin yaşadığı soykırımın gölgede kalması gibi, Ermeni Soykırımında da, Süryani, Rumlar ve diğerleri gölgede kaldı. Tehcir ve daha sonra devam eden azınlıkları tasfiyeye yönelik sistematik politikalar, aynı zamanda, bir ulusal burjuvazi yaratma programının parçası idi. Bu bir çeşit ilkel sermaye birikimi oldu, Müslüman Anadolu eşrafı için. Ama bu bedeli çok ağır olan, ekonomik ve tolumsal gelişmenin önünü en az yarım yüzyıl tıkayan sözde bir birikim idi. Bu olgu, aynı zamanda Anadolu’da egemen olan tutuculuğun da kaynağını oluşturdu. 

Ermeni Soykırımı bugün bir çok ülkenin eğitim programında yer alıyor. Soykırım araştırmaları artık, dünya üniversite araştırma ve inceleme programlarının önemli parçaları arasında. Daha genel bir düzeyde ise Viktimoloji gibi çalışma alanları da oluştu. Yahudi Holokaustu ile başlayan soykırım araştırmaları, tarihin derinliklerine giderek daha yaygın bir alanı araştırma konusu olarak ele alıyor. Tarihte, Asur imparatorluğunun ilk soykırım örneklerini sergilediğini söyleyen araştırmacılar var. Roma’nın Kartaca’yı haritadan silişi, Amerika’nın yerli halklarının maruz kaldığı sistematik kıyımlar da, artık tarihteki soykırım örnekleri arasında anılıyor. Öte yandan 20. yüzyıl başında Alman sömürgeciliğinin Batı Afrika’daki kitlesel kıyımları da, soykırım araştırmalarının yeni çalışma alanları arasında. 

Geçen yıl, Namibia’yı ziyaret eden Alman Dışişleri Bakanı, bu unutulmuş soykırımdan dolayı özür diledi, ama herhangi bir tazminatın olmayacağını eklemeyi de unutmadı. Bu arada kavram olarak da soykırımın türlerini, alt başlıklarını belirleyen yeni kavramlar da oluştu. Lengüistik (dilsel) soykırım bunların en tartışılanları arasında… Afro-Amerikalıların yüz yüze kaldığı durum, araştırmacılarca, “dolaylı soykırım” olarak tanımlanıyor. Kanada ve Avustralya’nın yerli çocuklarını zorla ailelerinden alması, “kültürel soykırım” olarak nitelendi. Kamboçya gibi, aynı soydan olan insanlar arasındaki kitlesel imha ise, “oto-jenosit” olarak anılıyor. Bugün Türkiye’de Soykırım Araştırmaları yapan herhangi akademik bir kurum yok.
(*) 2007 Saraybosna Bienali, IGSA (Uluslararası Jenosit Araştırmacıları Birliği) Ödülü. Verilme gerekçesi: soykırım inkarcılığına karşı verdiği mücadele.

Yorumlar kapatıldı.