İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türk Ermenisiz, Ermeni Türksüz olmaz!

Türk Ermenisiz, Ermeni Türksüz olmaz!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, 6 Eylül’deki maç dolayısıyla Erivan’a gidip gitmeyeceğini açıklamasını beklerken şöyle bir muhasebe yaptım, bilmem katılır mısınız? Bundan 93 yıl önce Ermenilerin başına gelenin adını hâlâ koyamadık. 85 yıllık Cumhuriyet tarihinde sadece dört Ermeni’yi parlamentoya layık gördük. Sivil ve askeri bürokraside ise Ermenileri görmek mümkün olmadı. Ermenice yer isimlerini, Ermeni yazarlarını, sanatçılarını, mimarlarını, devlet adamlarını unutturmaya çalıştık. Ermeni kültür varlıklarını camiye, okula, kışlaya olmadı ahıra çevirdik, olmadı yıktık. 1942’de Varlık Vergisi’yle, 6-7 Eylül 1955’te yağma ile Ermeni işadamlarını belini doğrultamaz hale getirdik. 1974’ten sonra Ermeni vakıflarının mallarına el koyduk. Sonunda nüfuslarını 70 bine indirmeyi başardık.

DİL YARALARI. Okul kitaplarına Ermenileri düşman gösteren ifadeleri doldurduk. Ermeni öğrencileri Ermeniler aleyhine kompozisyonlar yazmaya zorladık. ‘Ermeni dölü’, ‘Ermeni piçleri’, ‘maalesef Ermeni’ diyen bakanlar, imamlar, aydınlar, futbol taraftarları, tarih kurumu başkanları tanıdık. Ermenilerin 1930’larda ve 1980’lerde tutulan ‘dönme’ fişleri ile tehdit edilişine şahit olduk. Ermeni cemaatinin dini liderine, gazetelerine tehdit mektupları gönderenlerin kovuşturulmadığını ya da cezalarının tecil edildiğini duyduk. Ermeni cemaatinin en uzlaşmacı önderini kalleşçe arkasından kurşunlayanların devletin çeşitli kademelerince kollandığını gördük. 70 milyonluk koskoca Türkiye’nin sıkıntı içindeki 3 milyonluk küçücük Ermenistan’ı tanımamak için bin dereden su getirişini izledik.

AD KOYMAK. Peki, bugün bu kadar küçük bir gruba böyle davrananların, 1915’te iddia edilen şeyleri yapmadığına dünyayı inandırabilir miyiz? Dünyayı bırakın, kendimizi inandırabilir miyiz? Bence, bugün pek çok Ermeni için ‘soykırım’ terimi, sadece 1915’te yaşananları tanımlayan hukuki bir terim değil, 90 yıldır Ermeni cemaatine, kültürüne, tarihine, devletine, diasporasına, insanına yönelttiğimiz sistematik yok saymanın, inkarın, dışlamanın, düşmanlığın ortak adı. Başkasının acısına bakmayan, başkası ile ilgilenmeyen, başkasını anlamaya çalışmayan bir toplumun, bir halkın gelişmişlik düzeyinden şüphe etmek gerekir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan’ın davetini kabul etmesi, stratejik faydalarından çok aşağıda özetini vermeye çalışacağım 90 yıllık kilitlenme halini çözmesi açısından önemli.

BU TOPRAĞIN İNSANLARI. Kilikya’dan Kafkasya’ya uzanan Ermenistan ülkesi, ırmaklar açısından pek şanslıydı ama jeopolitik açıdan durum tam tersiydi. Roma ve onun mirasçısı Bizans ile Persler ve Araplar arasındaki bitmek tükenmez savaşlar sırasında defalarca işgale uğradı, halkları katledildi ve sağa sola savruldu. Ermeniler, 10. ve 11.yüzyıllarda Kilikya bölgesinde, Haçlı ordularının da desteği ile üç asır kadar bağımsızlığını korumayı başaran Kilikya Krallığı döneminde altın çağlarını yaşadılar. Krallık 1375’te sona erdi ama Ermeni Apostolik Kilisesi’nin Katalikosluğu 1441 yılına kadar burada kaldı. Bu yıllarda bir kısım Ermeni bölgede kalmayı seçerken, diğerleri İtalya, Rusya, Suriye ve Fransa’ya doğru yollara düştüler.

MİLLİYETÇİLİĞİN DOĞUŞU • 1453’ten itibaren Ermeni ülkesi, Osmanlı İmparatorluğu ile İran’daki Safeviler arasında ikiye bölündü. Fatih Sultan Mehmed’in Kilikya’da, Batı Anadolu’da ve Bulgaristan dolaylarında yaşayan Ermeniler’i başkente davet etmesiyle başlayan bu yeni dönemin özelliği belli bölgelerde ‘ihtida’ yoluyla asimilasyona karşın, bir bölüm Ermeni’nin ‘millet’ düzeni içinde varlığını sürdürmesine izin verilmesiydi.

17. yüzyılın başlarından itibaren dünyanın yerlerinde Ermeni ticaret diasporaları boy göstermeye başladı. İlk milliyetçi duyguların filizlenmesi de bu dönemde oldu. Ermenice sözlükler, şiirler, gazeteler ve tarih kitapları basılıyor, Katolik Mıkhitarist papazlar milliyetçi düşünceleri diasporalara yayıyordu. İlk Ermenice gazete Hindistan’da, Madras’ta 1794 yılında yayımlandı. Ama Osmanlı ülkesindeki milliyetçi uyanışın bedeli acı oldu. Gereken reformların bir türlü yapılmayışı sonunda Ermeniler ve Osmanlı devleti karşı karşıya geldiler ve 1894-1895 Sason (Urfa) ve 1909 Adana Olayları yaşandı.

OSMANLI’DAN KOPUŞ • 1908’de Meşrutiyet’in ilanını coşkuyla karşılayan gayrimüslimler, İttihat ve Terakki’nin (İTC) Abdülhamit döneminin politikalarını devam ettirip, Müslüman halkları ‘milleti hâkime’ sayacağını anlayınca aynen Avrupa’da olduğu gibi kendi ulus-devletlerini kurmaya yöneldiler. İttihatçılar’ın Maliye Bakanı Cavit Bey, Balkan Savaşları’nın arifesinde, Samatya mitinginde “Ermeni vatandaşları hükümete karşı ne kadar şikâyetçi olsalar da, onlar memleketin buhranlı anlarında derhal yardıma koşmayı bilirler. Emin olun efendiler, Türksüz Ermeni olmaz, Ermeni Türk’ün vatan kardeşinden fazla öz kardeşidir” demişti ama 1912’de ‘Dünyaya dehşet veren Osmanlılarız’, ‘Yaşasın Ordu yaşasın harp’, ‘Arş Osmanlılar Tuna hattına’, ‘Sofya’yı da Filibe’yi de alacağız!’ sloganlarıyla ve büyük hayallerle girilen Balkan Savaşları’ndan büyük can ve toprak kayıpları ile çıkıldığında, çoğu Rumeli kökenli olan İttihatçı önderler ciddi bir şoka girdi. Savaş sırasında Kafkasyalı Ermeniler’in Bulgar ve Sırp saflarında Osmanlılar’a karşı savaşması alarm zillerinin çalmasına neden oldu.

Osmanlı Ermenileri ise hem Balkan yenilgisi ile merkezî hükümetin güçsüz düşmesinden, hem de Rusya’nın kendilerini kollamaya niyetli olduğunu ihsas ettirmesinden dolayı oldukça cesaretlenmişlerdi. Bu ortamda, Hınçaklar ve Taşnaklar tarihlerinde nadir rastlanan bir işbirliği yaparak, Sadrazam’a bir mektup yazdılar ve Doğu vilayetlerindeki talan ve cinayetlere katılanların cezalandırılmalarını talep ettiler. Sonuçta İttihatçı rejim 8 Ocak 1914’te uluslararası baskılarla Doğu vilayetleri için önemli bir reform planı imzalamak zorunda kaldı. Aslında Doğu vilayetlerinde reformların yapılması gerekiyordu; ama bu mesele aynı zamanda büyük devletler arasındaki çıkar çatışmasının yeni bir malzemesiydi.

İplerin kopması ise altı ay sonra oldu. İTC Merkez Komitesi adına Bahaeddin Şakir, Ömer Naci ve Hilmi Bey’den oluşan bir heyet yanlarında Gürcü ve Azeri temsilciler olmak üzere, Taşnaksutyun’un 28 Temmuz-14 Ağustos 1914’te Erzurum’da yapılan VIII. Dünya Kongresi’ne gittiler. İddialara göre, Osmanlı hükümeti, Kafkasya’yı Rusya’nın etki alanından çıkarmak ve daha sonra bağımsızlık vermek için Ermeniler’den yardım istemişti. O günlerde, uluslararası ortamı lehlerine gören Ermeni tarafı bu teklifi reddetmişti. Yelkenlerini Avrupa’dan esen milliyetçilik rüzgârıyla şişirmiş olan Ermeni milliyetçilerinin kafasındaki plan, çok değil beş yıl sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kafasında şekillenecek plana benziyordu. Bu köhnemiş, çürümüş, sorunlara çare bulma yeteneğini yitirmiş İmparatorluk’tan ayrılarak kendi ulus-devletlerini kurmak.

ZEYTUN VE VAN OLAYLARI • Bir süredir Osmanlılık ideolojisinden ümitlerini keserek rotayı ‘Türk milliyetçiliği’ne çevirmiş olan İttihatçılar artık Ermeniler’in desteğini alamayacaklarını hatta köstek olacaklarını anlamışlardı; ama onları ülkeden çıkarmak için iyi bir bahane gerekiyordu. Tam bu sıralarda Zeytun (bugün Kahramanmaraş’taki Süleymanlı) olayı yaşandı. Türk tarafının anlattığına göre Osmanlı ordusuna katılmayı reddeden 60 kadar asker kaçağı 30 Ağustos’ta silahları ile Zeytun’a gelmiş, civar köylerden katılanlarla birlikte sayıları 500-600 civarına ulaşan Ermeni gençleri Zeytun’un en sağlam yeri olan, Aziz Astvatsatsin Manastırı’na sığınmışlardı. Bu gençleri Binbaşı Hurşit Bey kumandasındaki 22. Alay, bir nizamiye taburu, Halep Mürettep tümeninden üç depo taburu, iki süvari bölüğü ve iki dağ topu teslim almaya gelmişti. Bu eşitsiz güçler arasında 25 Mart 1915 günü sabahtan akşama kadar devam eden çarpışmalar sonucunda, Ermeni tarafı 37 ölü 100 kadar yaralı, Türk tarafı ise 26 yaralı, biri binbaşı olmak üzere sekiz ölü vermişti. Silahlı çatışma esnasında Zeytun Belediye Başkanı Nezaret Çavuş öldürülmüş, ölüsü ibreti-i alem için Maraş’a getirilerek teşhir edilmişti.

Ardından Van olayları patlak verdi. Gerçi, Türk kaynaklarının da kabul ettiği gibi Ermeniler’in ayaklanmasında bölgenin genç ve tecrübesiz valisi Cevdet Bey’in katı politikalarının rolü büyüktü ama sonuç olarak Van kalesi, Mart 1915’te Ermeniler’in yardımı ile Ruslar’ın eline geçmişti. Bu iki olay İttihatçılar’a uzun süredir hazırlığını yaptıkları bir planı yürürlüğe koyma bahanesi yarattı. 24 Nisan’da İstanbul’dan Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkarılan ilk kafileyi diğerleri izledi ve Osmanlı Devleti’nin tüm Ermeni tebaası Suriye’deki Der Zor çöllerine sürüldü.

Ayrıntısına girmeyeceğiz ama peşinen söyleyelim ki, sürgünler siyasi açıdan radikalleşmiş Doğu eyaletleriyle ya da ‘savaş hatları’yla sınırlı kalmadı, ülkenin en asude bölgelerini de kapsadı. İddia edildiğinin tersine İstanbul ve İzmir’den de sürülenler oldu. Sadece ayrılıkçı gruplar değil, Osmanlı idealine yürekten bağlı gruplar da sürüldü. Sadece eli silah tutanlar değil, kundaktaki bebeler ve ölüm döşeğindeki hastalar da sürüldü. Sadece Gregoryenler değil, Katolikler ve Protestanlar da sürüldü. Bazı yerlerde hazırlık için 15 gün veren insaflı yöneticiler vardı; ama çoğu yerde üzerlerine bir hırka bile almalarına izin verilmeden yola çıkarıldılar.

Uzatmayalım, tam 17 ay süren tehcirin bilançosu çok ağır oldu. Tehcirin baş mimarı Talat Paşa bile anılarında “Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” demişti. (Talat Paşa’nın Anıları, Yay. Haz. Alpay Kabacalı, İstanbul:Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s. 72) 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di. (Vakit, 15 Mart 1919) 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın bir belgesinde “Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000 ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyordu. (Aktaran Hikmet Bayur, Türk İnkilap Tarihi, C. III, Kısım IV, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, s.787.) ‘Resmi tarihçi’ diplomat Kâmuran Gürün bile “Binaenaleyh hangi hesabı yaparsak yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten zaiyat (harp halinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300 bini geçmez” diyerek ciddi bir iskonto yapmıştı ama ortada büyük bir katliam olduğunu inkar edememişti. (Ermeni Dosyası, s. 227.)

DİASPORA OLMAK. Bu yolculuktan sağ çıkmayı başaranlar dünyanın dört bir yanındaki Ermeni diasporalarını oluşturdular. Bugün Rusya’da 2 milyon, ABD’de 800 bin, Gürcistan’da 320 bin, Fransa’da 350 bin, Ukrayna’da 150 bin, Lübnan’da 110 bin, İran’da 100 bin, Suriye’de 80 bin, Arjantin’de 60 bin, Türkiye’de 60 bin, Kanada’da 100 bin ve Avustralya’da 60 bin kişilik cemaatler yaşıyor. Ayrıca sayıları 3 bin ila 25 bin arasında olmak üzere İngiltere,Yunanistan, Almanya, Brezilya, İsveç, Mısır, Ürdün, Irak, Kuveyt, Körfez Emirlikleri, İtalya, Belçika, Hollanda, Avusturya, Romanya, Bulgaristan, Venezuela, Macaristan, Özbekistan, Etiopya ve İsviçre diasporaları var. (Bu arada ülke sayısını 60’a, bazıları 85’e çıkaranlar da var.) Böylece ihtiyatlı tahminlere göre 5-6 milyon Ermeni diasporada yaşıyor.

Türkiye’de Ermeni denince akla ilk gelen ‘diaspora’ kavramı, pek çok kişide Türk düşmanlığı, uzlaşmazlık ve çözümsüzlük gibi negatif çağrışımlar yapar. Diaspora terimi iki Yunanca sözcükten, speiro (=tohum saçmak) ve dia’dan (=baştan başa) gelir. Terim antik dönemden itibaren Yahudiler için Babil’den sürüldükten sonar dünyanın dört bir yanına dağıldıkları sürgünü, Yunanlılar için ise koloni toplumlarını tanımlamıştı. Bugün ise savaş, kıtlık, baskı veya zulümden, ticaret veya daha iyi bir yaşam kurmaya kadar her türlü nedenle anayurtlarından ayrılmak zorunda kalmış tüm gruplara ‘diaspora’ deniyor. Geleceğin dünyasının ‘devletsiz güç’ diye adlandırılan diasporaların dünyası olacağını söyleyenler haklı görünüyor çünkü çoğu diasporanın tarihi ulus-devletlerin çoğundan eski, kapladığı alan ve nüfusu daha fazla. Bugün sadece AB ülkelerinde 150’ye yakın diaspora grubu yaşıyor ve bazı bilim adamları bu yüzden AB’ye ‘DiasEuropa’ adını takıyorlar.

Hangi tipe girerse girsin, tüm diasporaların ortak özellikleri var. Bunlardan ilki, anavatan hatıralarının canlı tutulması, anavatana ilişkin mitolojiler yaratılması ve bunların gelecek kuşaklara aktarılması. İkincisi, halen yaşadıkları ülkenin kendilerini gerçekten kabul edeceğine dair inançsızlık, kendilerini kısmen ya da tamamen dışlanmış hissetmek, bu yüzden ata toprağını gerçek ve ideal ev sayarak, kendileri ya da çocuklarının, koşullar uygun olduğu zaman mutlaka oraya göç etmeleri gerektiğini düşünmek. Üçüncüsü, dönüş gününe kadar ayakta kalması için anavatana yardım etmek, güvenliğini sağlamak. Son özellik ise, dönüş gününe kadar yok olmadan kalabilmek için etnik temelli grup bilincini sürdürmek, dayanışmak ve örgütlenmek. Ermeni diasporası da tüm bu özellikleri gösteren ‘tipik’ bir diaspora. Üstelik küreselleşme çağında, ulus-devletlerin bile bütünlüğünü korumakta güçlük çektiği görülürse, Ermeni diasporasının kimliğini korumak için ne kadar uğraş vermesi gerektiği açık.

Kış Ruhu (Metis Yayınları, İstanbul, 2000, s. 28-42) adlı makalesinde ‘sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış umarsız bir gediktir, özdeki hüznün üstesinden gelmek mümkün değildir çünkü sürgünde edinilen kazanımlar sonsuza kadar arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır’ diyen Filistin asıllı bilim adamı Edward Said, Nubar adlı bir Ermeni arkadaşının öyküsünü anlatır. Nubar’ın ailesi 1915’te Türkiye’den ayrılıp önce Halep’e sonra Kahire’ye gitmiştir. 1967 savaşından sonra hayat Mısırlı olmayanlar için zorlaşmaya başlayınca bir yardım kuruluşunca ailecek Beyrut’a götürülürler. Beş paraları olmadığı için sekiz ay bir evde tıkılı kalırlar. Ardından sırasıyla Glasgow’a, Gander’e, New York’a ve Seattle’a götürülürler. ‘Nubar için Seattle soydaşlarının kırıma uğradığı Türkiye’den, hiç tanımadığı Ermenistan’dan, hayatının tehlikede olduğu Lübnan’dan iyi bir yer olmaktan başka anlam taşımaz’ diyen yazarın anlatmadığı zorlukları, sıkıntıları, acıları stahayyül etmek ise bize düşer.

CUMHURİYET DÖNEMİ POLİTİKALARI. Aslında, bugün adının ‘tehcir’ mi, ‘mukatele’ mi, ‘kıt’al’ mi, ‘katliam’ mı, ‘kırım’ mı, ‘soykırım’ mı olduğuna bir türlü karar vermediğimiz ‘1915-1917 arasında yaşananlar’ hakkında konuşmak o günlerde zor değildi. Ancak 1920’den itibaren tartışmanın niteliği değişmeye başladı. Çünkü, o günleri hatırlamak bazılarının hoşuna gitmiyordu. Kimdi bu bazıları? Yaşamı boyunca Mustafa Kemal’in yanından ayrılmamış olan Falih Rıfkı (Atay), Çankaya kitabında savaş bittikten sonra İtilaf Kuvvetleri’nin savaş ve tehcir suçlarını soruşturmaya başlaması üzerine ne kadar ‘gocunan varsa’ silahlanıp bir çeteye katıldığını anlatır. Hakikaten de, ‘Yenibahçeli’ Şükrü ve Nail beyler, ‘Deli’ Halit, ‘Küçük’ Kazım, ‘İpsiz’ Recep, ‘Dayı’ Mesut, ‘Kara Aslan’, ‘Kel Oğlan’, Giritli Şevki, Çerkez Ethem, Serezli Parti Pehlivan, ‘Topal’ Osman, Yahya Kahya gibi ‘Milli Mücadele kahramanları’ Ermenilere yönelik katliamlara karışmış kişilerdi.

Dahası, tehcir sırasında İskan ve Muhacirin Umum Müdürü olan Şükrü (Kaya), önce Bitlis daha sonra Halep valisi olan Mustafa Abdülhalik (Renda), Ermeni ölülerinin gömülmesinden sorumlu Sağlık Genel Müfettişi Dr. Tevfik Rüştü (Aras), Van Jandarma kumandanı olan Kazım (Özalp), İTC’nin Ege Katib-i Mesul’ü Celal (Bayar) Bey, Emniyet Müdürü olan Ahmet Esat (Uras) gibi bir dizi önemli şahsiyet de Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, valilik, emniyet müdürlüğü, bakanlık, meclis başkanlığı, cumhurbaşkanlığı gibi önemli görevlere getirilmişlerdi. Bu kadroların ‘1915’te olanlar’ hakkında konuşmalarını beklemek elbette mümkün değildi.

MUSTAFA KEMAL’İN TUTUMU. Peki kendisi de İTC üyesi olan, ancak örgüt liderliğini Enver Paşa’ya kaptırdığı için arka plana itilen Mustafa Kemal’in fikri neydi? Mustafa Kemal’in, Ermeni Tehciri’ne karışmadığı genel olarak kabul edilen bir görüştür. Ancak Ermeni Tehciri hakkında ‘gerçekten’ ne düşündüğünü öğrenmek kolay olmamıştır. Örneğin, Eylül 1919’da Sivas’ta Mustafa Kemal’i ziyaret eden Amerikan Generali Harbord kendisine ‘Ermeni kıtâli hakkında ne düşündüğünü’ sorduğunda, Ermenilerin katledilip sürülme¬le¬rinin hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin ese¬ri olduğunu kendisinin de bunu ‘takbih’ ettiğini (kınadığı) söylemiştir. (Rauf Orbay, “Rauf Orbay’ın Hatıraları,” Yakın Tarihimiz Dergisi, Cilt 3, s.179) 24 Nisan 1920’de, Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada da 1915’te Ermenilere yapılanları ‘maziye aid fazâhat’ (geçmişe ait alçaklık) olarak tanımlamıştır. (Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmala¬rı, Cilt I, Ankara:Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991, s.59.)

Ancak, General Kazım Karabekir’in 15. Kolordu’sunun Kars’a doğru yürüyerek Ermeni ordularını yendikten ve Ermeniler 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Anlaşması ile taleplerinden vazgeçmek zorunda kaldıktan sonra, o güne dek İtilaf Devletleri’nin kulağına kar suyu kaçırmamak için gayet özenle seçilen dil ve politikasını değişecektir. 21 Şubat 1921’de, Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı demeçte, Mustafa Kemal’in şu sözleri yorum yapılmayacak kadar açıktır: ‘İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.’ (Atatürk’ün Milli Dış Politikası 1919-1923, C. 1, Ankara:Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s. 273)

GEÇMİŞE SÜNGER. Nitekim, Lozan Barış Görüşmeleri sırasında, Türk tarafı en büyük mücadeleyi, tehcir suçlularının yargılanmasından vazgeçilmesi konusunda verdi. Aslında sadece Türk tarafının değil, Ermeni Tehciri’nde dolaylı da olsa payı olan büyük devletlerin de eski defterleri açmaktan çıkarı yoktu. Asıl önemlisi, yeni kurulan Sovyet Rusya ile Britanya’nın çıkar alanları arasında güvenli bir bölge oluşturulmasını gerekli gören İngilizler, yeni kurulan Türkiye’yi güçlendirmeyi seçmişlerdi. Lozan görüşmeleri boyunca, Ermeni Tehciri’nin uygarlığa karşı bir meydan okuma olduğu söylendi, Ermenilerin çektiği acılara, başına gelen büyük felaketlere değinildi ancak 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenmiş bütün suçlar af kapsamına alınarak geçmişe sünger çekildi. Ardından Türkiye’ye dönmek isteyen Ermenilerin yolunu kesecek bir dizi kanun ve kararname çıkarıldı.

Aslında sadece İttihatçılarla örgütsel ya da ideolojik akrabalığı olan Kemalist elitler değil, ülkeden sürülmüş Ermeni mallarını talan eden, Ermenilerin çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını haremlerine katan yerel eşraf ya da halk kesimleri, Ermenilerin el konulan zenginliklerini kendine sermaye yapan ticaret burjuvazisi, Ermenilerin boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratan zanaatkarlar da hafızalarını sıfırlama ihtiyacı hissediyorlardı. Böylece elitler ve toplumdaki çıkarcılar arasında, önce Ermenilere yapılanları, sonra da doğrudan Ermenileri unutma konusunda bir konsensüs oluşacaktı.

‘MUSA DAĞ’DA KIRK GÜN’ KRİZİ. Ama çok değil 10 yıl sonra yaşanan bir olay ‘mağdurların hafızasının faillerin hafızasına benzemediğini’ gösterdi. Alarm zillerinin çalmasına neden olan, Prag doğumlu Yahudi entelektüeli Franz Werfel’in Türkçe’ye Musa Dağ’da Kırk Gün (İstanbul:Belge Yayınları, 2007) adıyla çevrilen The Forty Days of Musa Dagh adlı romanının ABD’de filme çekileceği haberleriydi. Werfel’in romanı 1915 tehcirinde Antakya yakınlarındaki Musa Dağı’na sığınan beş bin kişilik Ermeni topluluğunun, Gabriel Bagratyan’ın liderliğinde 40 gün boyunca Osmanlı güçlerine karşı direnişini anlatıyordu.

Roman, 1933 yılı Mart ayında Viyana’da yayımlandığında büyük yankı uyandırmıştı ama Türkiye durumu ancak dokuz ay sonra idrak etmişti. Hükümetin ve basının elbirliğiyle gösterdiği tepki kısa sürede sonuç verdi ve Nazi hükümetinin Propaganda Bakanı Goebbels kitabın Almanya’da yasaklandığını ilan etti. Ancak geç kalınmıştı, çünkü kitap Alman Yahudilerinin başucu kitabı olmuştu bile. Viyanalı yayıncısının, Werfel’i 20 bin dolar karşılığında kitabın film haklarını dönemin devlerinden Metro Goldwyn-Mayer’e (MGM) satmaya ikna etmesi ve kitabın ABD’de iki hafta içinde 35 bin kopya satarak 1934 yılı rekorunu kırması Türkiye’yi iyice telaşlandırdı. Başta Cumhuriyet ve Ulus olmak üzere gazetelerde, MGM’nin ‘bir Yahudi Şirketi’ olduğu vurgulanıyor, olayın ‘Ermeni-Yahudi Komplosu olduğu ima ediliyordu. Aynı günlerde İstanbul’da adeta rehine olarak tutulan Ermeni Cemaati Cismani Meclis’i toplanıp olayı kınadığını açıklamaya zorlandı. Bir grup Ermeni, 15 Aralık 1935’te Pangaltı Ermeni Kilisesi’nde toplanarak, kitabın nüshalarını İstiklal Marşı eşliğinde ‘Türk milleti hakkında iftiralarla dolu olduğu’ gerekçesiyle yaktılar. (Bu olay hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Rıfat N. Bali, Musa’nın Evlatları Cumhuriyet’in Yurttaşları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s. 109-40)

1936’da Fransa’da kitabın Fransızca baskısının yayımlanması üzerine MGM filmi çekmekten vazgeçtiğini açıkladığında Türkiye, Ermenilere karşı ilk ‘lobi’ savaşını kazanmış görünüyordu. Ancak bu olaydan sonra Türk tarafı uluslararası camiaya karşı daha kuşkuçu, daha savunmacı bir tavır içine girdi. Çünkü en ufak bir gevşeme halinde, kendilerinden hesap sorulacağını hissetmişlerdi.

ERİVAN’DA ANIT. Türkiye’de 1942 Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955 yağmaları ile Türkiye’deki cemaat güçten düşürülürken, dünyadaki Ermeni diasporaları ekonomik ve siyasi açıdan kendilerini toparlamaya başlamıştı. Bir başka değişiklik, Ermenistan’la diaspora arasındaki ilişkilerde yaşandı. 1921’de Sovyet sistemine karşı çıktıkları için ülkeden sürülen Taşnaklar kendilerini diasporada Sovyet etkisinin yayılmasını önlemeye adadılar. Bunun sonucu olarak, 1950’lere gelindiğinde Lübnan, İran ve Yunanistan başta olmak üzere pek çok ülkede Ermeni milliyetçileri pozisyonlarını güçlendirmişlerdi. Bu süreç sömürgeciliğin tarihe gömülüşü ile üst üste düşmüş, dünyanın dört bir yanında boy gösteren bağımsızlık hareketleri, Ermeni milliyetçileri için yeni bir model oluşturmaya başlamıştı.

1965’te, tehcirin 50. yıldönümünde, içten ve dıştan gelen baskılara karşı koyamayan Sovyet rejimi ilk kez 1915 olaylarının anılmasına izin verdi. Gösteriler Erivan’da yüz binlerce kişiyi bir araya getirdi. 24 Nisan 1967’de Evrivan’da (Yerevan) açılan Medz Yeghern (Soykırım) Anıtı açıldı. Devlet Akademi Tiyatrosu’ndaki törene Ermenistan Komünist Partisi’nin üst düzey yöneticileri, Ermeni Kilisesi Patriği, Dünya Astronomi Derneği Başkanı Victor Hampartsumyan, Sovyet Atom Enerjisi Komitesi Başkanı Antranik Bedrosyan, MİG uçaklarının tasarımcısı Andom Mikoyan gibi ünlü Ermeniler katılmıştı. Ancak, akademinin dışında kısa sürede 100 bine yakın kişinin toplanması ve hep bir ağızdan İttihat Terakki’yi lanetleyen sloganlar atması, bir ilki sessiz sedasız gerçekleştirerek gelecekteki projelere yol açmayı arzu eden Ermeni komünistlerini telaşlandıracak, ‘topraklarımızı isteriz, vatanımızı isteriz’ diye haykıran kalabalığı yatıştırmak Patrik Hazretlerine düşecekti. Gösteriler Erivan’ın sokaklarına yayılarak gün boyu sürmüş, aynı gün Moskova’da birkaç yüz üniversite öğrencisinden oluşan bir grup Türk Elçiliği’ni işgal edip bayrağını yarıya indirmişlerdi. (Kaynak: Haig Sarkissian “50th Anniversary of the Turkish Genocide As Observed in Erevan,” Armenian Review, Vol. 19. no.4, Winter 1966:23-28)

TÜRKİYE’NİN TEPKİSİ. 9 Nisan 1965 tarihli Hürriyet’teki bir haber şöyle diyordu: ‘Rumların tahriki ile 24 Nisanda Ermeni katliamı adı altında bütün dünyada eski bir olayın istismar edilerek anma törenleri tertip olunmasını şehrimizde yaşayan on binlerce Ermeni vatandaş nefretle karşılamışlardı. İstanbul’daki Ermeniler (…) Bu olsa olsa Kıbrıs Rum Dışişleri Bakanı Kipriyanu’nun bir dalaveresidir. Bazı Ermeniler de bilmiyerek buna alet olabilirler. Biz Türkiye Ermenileri maziyi unutmuş, şimdi tam bir huzur ve mutluluk içinde yaşıyoruz.’

Haberde dikkati çeken husus, Ermeni milliyetçiliğine karşı kitleleri harekete geçirmek için Kıbrıs meselesi bağlamında Rum düşmanlığı ile bağlantı kurma ihtiyacının duyulmasıydı. Aslında bu anlaşılır bir durumdu çünkü Türk halkı daha iyi bildiği güncel bir sorunun katalizörlüğü olmadan, izlenen sistematik unutturma politikaları yüzünden Ermenilerin Türklerden ne istediğini hatırlamayabilir, dolayısıyla Ermenilere neden karşı çıkmak gerektiğini anlamayabilirdi. Hürriyet gazetesi aracılığıyla iletilen tehdidin ciddiyetini anlayan Türkiye’deki Ermeni Katoliklerin Ruhani Reisi Başpiskopos Boğos Kireçyan, toplum liderlerinden Dr. Karabet Arman, Cumhuriyet Senatosu eski üyesi Berç Turan, Türkiye Ermenileri Patriği Şnork Kalustyan ve ‘Bay Yüzde Beş’ diye tanınan Kalust Sarkis Gülbenkyan’ın oğlu Nubar Gülbenkyan gazetelere verdikleri mülakatlarla rejime sadakatlerini bir kez daha ilan etmek zorunda kaldılar. Bu beyanlardan sonra Milliyet başyazarı Refii Cevat Ulunay konuyu bağladı: ‘Ahmet Refik [Altınay] merhumun dediği gibi [söz konusu olan] biri İttihat ve Terakki, diğeri Taşnak olan ‘iki komitenin iki kıt’alidir. Bunun tekrar münakaşasını tarih dahi istemez.’ (Kaynak: Rıfat Bali, “Türk Basınında ve Türk-Ermeni Toplumunda Ermeni Kıyımının 50. yıldönümünün Yansımaları”, Toplumsal Tarih, Mart 2007, S. 159, s.62-65.)

ASALA ŞOKU. 1973 yılında Türkiye’den göç etmiş Mıgırdıç Yanıkyan isimli yaşlı bir Ermeni halı tüccarı yemeğe davet ettiği Los Angeles Başkonsolosu’nu ve yardımcısını tabanca ile vurduğunda olay Türkiye’de büyük yankı yapmıştı. Cinayet siyasi değildi ama 1975’ten 1985’e kadar devam eden ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia, Ermenice Hayastani Azatagrut’yan Hay Gaghtni Banak) eylemlerine ilham verdi. Muhtemelen Ocak 1972’de, Lübnan’da, Bekaa’da kurulan ve FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) ve FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) ile dayanışma içinde davranan ASALA, yıllardır Ermeni taleplerine kulaklarını tıkayan Türkiye’nin üzerindeki ölü toprağını kaldırmak için son derece acımasız bir yol seçti ve 1975’ten itibaren Türkiye’nin diplomatik temsilciliklerine ve Türk Hava Yolları bürolarına 35 saldırı yaptı. Batı hem de Doğu Bloğu ülkelerinin desteğini alan örgütün 1983’te Paris’in Orly Havaalanı’ndaki THY bürosuna yaptığı saldırıdan Fransız vatandaşlarının da zarar görmesi üzerine Fransa ASALA’ya resmen, ‘eylemlerini dışarıda yapma’ uyarısında bulundu. Ardından örgüt lideri Agop Agopyan’ın öldürülmesi ve dünyada politik iklimin değişmesiyle dağıldı. Ancak örgüt hedefine ulaşmış, soykırım meselesi Türkiye ve dünya kamuoyunun gündemine sokulmuştu. 10 yıl süren bu dönem, Türk kamuoyunun belleğinde büyük izler bıraktı. Özellikle, Batı ülkelerinin uzun süre, ASALA’yı onayladıklarını düşündüren tutumları, ‘dış düşman’ kavramsallaşmasını ve retoriğini yeniden canlandırdı. Daha doğrusu, bu olaylar geriye dönük bir tarih okuması ile ‘İttihatçılar bu tehlikeli grubu ortadan kaldırmakta çok haklıymış’ düşüncesinin toplumun bilinçaltına yerleşmesine yardımcı oldu.

ASALA eylemlerinin diğer bir sonucu, Türkiye bürokrasisinin ‘en mantıklı’, ‘en soğukkanlı’, ‘en tecrübeli’ kadrolarına sahip olduğu bilinen/ileri sürülen Dışişleri Bakanlığı’nın, Ermeni soykırımı iddialarına karşı en tepkisel tavırları gösteren bakanlık haline gelmesi oldu. Çünkü, bakanlık için konu adeta kişisel bir ‘kan davası’ olmuştu.

PARLAMENTO KARARLARI. Her uluslararası sorunda Ermeni parmağı aramak, Türkiye’den farklı düşünen her ülkenin Ermeni diasporası veya lobileri tarafından yönlendirildiğini düşünmek şeklinde tezahür eden paranoyak tutum, 24 Nisan’ın dünyanın çeşitli ülkelerinde bir biri ardına ‘Ermeni Soykırımı’nı anma günü’ ilan edildiği 1980’lerden itibaren iyice belirginleşti. Türkiye’ye baskı yapmak isteyen diaspora gruplarının yaşadığı ülkelerin parlamentolarında çıkarttıkları ‘soykırımı tanıma’ kararları ile Türkiye iyice köşeye sıkıştı. Böylesi bir atmosferde Sovyetler Birliği dağıldı ve Ermenistan 25 Ağustos 1990’da bağımsızlığını ilan etti. Türkiye Ermenistan’ı ancak 1,5 yıl sonra, 16 Aralık 1991 tarihinde tanıdı, ama o tarihten bu yana diplomatik ilişki geliştirmedi. Çünkü Ermenistan’ın varlığı yıllardır özenle gömmeye çalıştığı bir tarihin adeta hortlaması anlamına geliyordu. Hem bu hortlaktan uzak durmak için, hem de iki toplum arasındaki sıcak ilişkileri önlemek için kısa dönemler dışında sınırlar hep kapalı tutuldu. Bunun nedeni olarak Ermenistan’ın 1920 tarihli Gümrü Anlaşmasını tanımaması, 1990 tarihli Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. maddesinde soykırıma atıfta bulunulması, devlet armasında Ağrı Dağı’nın yer alması gösteriliyordu. (Ermenistan yöneticileri, son yıllarda defalarca Gümrü Anlaşması konusunda bir itirazları olmadığını açıkladılar ancak Türkiye’yi ikna edemediler.) 1992 yılında ABD Kongresi’nin eski Sovyet Cumhuriyetlerine yardımını öngören Freedom Support Act (Özgürlüğü Destekleme Yasası) yasasına Ermeni lobisi tarafından eklenen ‘Section 907’ maddesi ile Azerbaycan’a yardım yapılması 10 yıl boyunca engellenince, Azerileri ‘soydaş’ olarak kayırmayı milli görev edinmiş olan çevreler Ermenistan’la ilişkileri iyice azalttılar. ABD’deki Ermeni diasporasının lobi ve fonlama kuruluşlarının ABD Kongresi’nde ve medyasında etkin olması, başta dışişleri çevreleri olmak üzere pek çok kesimde Ermeni antipatisini güçlendiren bir unsur oldu. Buna, bir de Dağlık Karabağ sorunu eklenince durum iyice kilitlendi. Peki bu sorunun Türkiye ile ilgisi ne? Aslında Türkiye ile ilgisi yok, sadece ‘soydaş’ Azerbaycan’la ilgisi var.

DAĞLIK KARABAĞ MESELESİ. Ermenistan toprağı ile çevrili 4,4çkilometrekarelik Dağlık Karabağ’da, Azeri nüfus Rus hakimiyetine girdiği 1828 tarihinde, Ermeni nüfustan biraz daha fazlaydı. Bundan sonra Ermeniler’in sayısı Azeriler’i geçmeye başladı. 1915’ten itibaren Osmanlı Devleti’nin sürdüğü Ermeniler’in bir kısmının bölgeye sığınmasıyla Ermeniler nüfusun yüzde 80-85’ini oluşturdular. 1 Aralık 1920’de Dağlık Karabağ’ın kaderi konusunda Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya Komünist Partisi temsilcileri arasında bir toplantı yapılmıştı. Oylamada Azerbaycan lideri Nerimanov’un karşı çıkmasına rağmen Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanması kararı çıkmış, bu karar Rusya Komünist Partisi’nin Kafkaslar sorumlusu Orconikidze tarafından Lenin ve Stalin’e ulaştırılmış, 4 Aralık 1920 tarihli Pravda’da Milliyetler Komiseri Stalin’in, bu kararı teyit eden açıklaması yayınlanmıştı. Ancak birkaç ay sonra, Türkiye ile Sovyet Rusya arasında Moskova Anlaşması imzalandı ve anlaşmanın ödülü olarak, Nahcıvan, Azerbaycan’ın kontrolünde otonom bir bölge olarak tanımlandı. Bir ay sonra, Bolşevikler Zengezur bölgesinde Taşnaklar tarafından yönetilen milliyetçi bir Ermeni direnişi ile karşılaşınca, Zengezur’u Ermenistan’la Azerbaycan arasında paylaştırdılar ve Dağlık Karabağ’a özerklik verdiler. (Zengezur, bugün Ermenistan’ı tek dostu İran’a bağlayan tek kapı. Bu yüzden Azeriler, o tarihte Zengezur’un yarısını Ermeniler’e kaptırdıkları için hâlâ hayıflanırlar.)

Ermeni komünistleri, aydınları, Dağlık Karabağ oblast’ı ve Nahcıvan Otonom Sosyalist Cumhuriyeti ile ilgili tarihsel iddialarını, iç ve dış koşullarda yaşanan bazı gelişmeler sonucu görece özgürleştikleri 1965’ten sonra açıkça dile getirmeye başladılar. Bu talep, bir anlamda, SSCB’nin milliyetler meselesini çözebilme kapasitesine yönelik bir testti.

1967 boyunca Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki tartışmalara SSCB Komünist Partisi karışmadı. Ancak aynı yılın Ağustos ayında Dağlık Karabağ’da bir Ermeni çocuğun bir Azeri tarafından öldürülmesi, Azeri yetkililerin katili cezalandırmakta gönülsüz davranması üzerine çocuğun ailesinin de katili öldürmesiyle patlak veren olaylar ancak Sovyet Ordusu’nun müdahalesi ile yatıştı ama artık ok yaydan çıkmıştı. 19-29 Eylül 1967’de Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel’in Baku’ye yaptığı ziyaretin büyük törenlerle kutlanması Ermenilerde büyük bir şok yarattı. Bu, Sovyetler Birliği’nin ve Azerbaycan’ın dış politikasındaki yön değişikliğine işaret ediyordu. Azeri tarihçi Ziya Punyatov’un ‘Karabağ Ermenilerinin 11. yüzyılda Gürcüleşmiş, sonra da Ermenileşmiş Azeri Hıristiyanları olduğunu’ iddia etmesi ortamı iyice gerdi. Tartışmaya Sovyetler Birliği’ni Ermenistan’da ‘yeni bir İsrail’ yaratmaya çalışmakla suçlayan Türk yazarların katılması gerilimi iyice arttırdı. Anlaşıldı ki, sosyalizm de milliyetler meselesini çözememişti. (Kaynak:R. H. Dekmejian, “Soviet-Turkish Relations and Politics in the Armenia SSR,” Soviet Studies, Vol. 19, no. 4 (April, 1968): 510-525)

Ancak Ermeni aydınlarının umdukları gelişmeler olmadı, sorun ileriki bir tarihte çözülmek üzere buzdolabına konuldu. Doğu Bloğu’nun dağılmaya yüz tuttuğu 1987- 1991 yılları arasında Ermeniler ve Azeriler arasında çıkan çatışmalarda iki taraftan ölümlerin olması durumun vahametini gösteriyordu. Azeriler Sumgayit ve Baku’de, Ermeniler Hocalı’da ciddi katliamlar yaptılar. Ermenistan Dağlık Karabağ’ı Aralık 1989’da ilhak ettiğinden beri yaklaşık 200 bin Azeri ‘kaçkın’ Azerbaycan’daki mülteci kamplarında son derece insanlık dışı koşullarda hayatını devam ettirmeye çalışıyor.

Avrupa Birliği Ermenistan’ı AGİT‘in (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) MİNSK Grubu adlı organıyla sıkıştırmaya çalışıyor. Kendi de benzeri sorunlara uğraşan ancak bir türlü çözemeyen Türkiye ise, yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi olan bu etnik mesele çözülmeden Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmam diyerek, deyim yerindeyse arabayı atın önüne koşuyor. Halbuki pek çok kişi Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri düzelse, meselenin çözümüne katkıda bulanabileceğini düşünüyor.

‘SÖZDE’ TERİMİNİN İCADI. Dağlık Karabağ parantezini kapayıp, Türkiye’de Ermeni Mesele’sinin nasıl tabu olduğu konusuna geri dönersek, 1992’de Taner Akçam’ın Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu (İletişim Yayınları, İstanbul) adlı kitabının yayınlanması resmi tezin ilk kez sorgulanmasına neden oldu. Kitap, büyük satış rakamlarına ulaşmadı ama Taner Akçam ve onun yolundan giden araştırmacılar, ölüm sayısı resmi tarihçilerin söylediğinden çok daha yüksek olmakla birlikte, sayıların birincil önemde olmadığını, çünkü tehcirin esas amacının ‘Ermenileri bir etnik grup olarak yok etmeyi amaçladığını’ ileri sürdüler. Onlara göre, ortada bir ‘soykırım’ suçu vardı ve uluslararası hukuk metinlerinin gösterdiği gibi, ‘soykırım’ suçunda sayılar önemli olmadığı gibi, ille de öldürme eyleminin olması bile gerekmezdi. Resmi çevreler, bu iddiaya ‘soykırım’ teriminin ilk kez 1944’te kullanıldığını, dolayısıyla, 1915-1917 olaylarını nitelemekte kullanılamayacağını söyleyerek karşı koymakla yetinmediler, ‘sözde Ermeni soykırımı’ gibi garip bir terminoloji icat ettiler. Öyle ki, son yıllara kadar başına ‘sözde’ getirmeden Ermeni Meselesi’ni tartışmak imkansız hale getirildi.

TARİHİ TERSYÜZ ETMEK. Ardından iş sayılarla oynamaya geldi. Bırakın Kamuran Gürün’ün 300 bin ölü rakamını telaffuz etmeyi, önce sayı 100 bine, sonra 6 bine indirildi, sonra bu da fazla gelerek asıl Ermenilerin Türklere ‘soykırım’ yaptığı söylenmeye başlandı. Bu iddialar, 1915 olaylarının intikamını almak üzere 1916’dan itibaren Rus orduları ile, 1919’dan sonra Fransız orduları ile geri dönen Ermeni çetecilerin, Erzurum ve Antep havalisinde katliamlara dayandırıldığı için, olayların kronolojisini bilmeyen kesimlerce inandırıcı bulunuyordu. Sonra yurdun dört bir yanında ‘Ermenilerin Türklere yaptığı soykırımın anısına anıtlar’ dikilmeye başlandı.

Türk Ceza Kanunu’nun 305. maddesi ile ‘Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni Soykırımı’nın meydana geldiğini’ söylemenin suç sayılması 25 Mayıs 2005 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi öncülüğündeki bir grup bilim adamı tarafından düzenlenen “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferansın, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in konferansı düzenleyenler için “bizi arkadan hançerlediler” ifadesini kullanmasının ardından iptal edilmesi, devletin ‘işi tarihçilere bırakalım’ sözlerinin ne kadar boş olduğunu gösterdi, Hırant Dink’in katledilmesi ise, bu işe el atmanın ne kadar ölümcül olabileceğini. Bakalım 90 yıllık paslı kilidi açmayı ne zaman başarabileceğiz?

Yorumlar kapatıldı.