İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Albatros-Haydi hayırlısı  İttihat Terakki Partisi seçimlere Ermeni Devrimci Federasyonu ile ortak liste yaparak giriyordu. 

Haydi hayırlısı
Darbe yaratıcılığımızda üstümüze yok. İttihatçıların Bab-ı Ali baskınından bu yana. Bir zamanlar, Enver, “Biz 200 kişi ile hükümet binasını basıp devleti ele geçirmiştik” demiş, “Onun için işi sıkı tutmak zorundayız” diye devam etmişti.
İttihatçıların karşısında daha liberal, daha otonomiden yana olan İtilafçılar vardı ve onların ordudaki uzantısı olan Zabit-i Halaskaran…
İttihat Terakki Partisi seçimlere Ermeni Devrimci Federasyonu ile ortak liste yaparak giriyordu. [Bu nedenle, 1915 soykırımına hazırlıksız yakalandıkları gerekçesi ile diğer Ermeni partileri tarafından eleştirileceklerdi].
Buna karşılık Ermeni Sosyal Demokratları, yani Hınçak Partisi, İtilafçılar ile ittifak kuruyor, İttihatçılara güvenilmemesi gerektiğini savunuyorlardı.
1913 darbesinden sonra, İttihatçılar muhalefeti ezdi. Birçok Osmanlı aydını, Mustafa Suphi gibi ya zindanla tanıştı [sonra Sinop zindanından kayıkla Rusya’ya kaçacaktı], ya da yurtdışına sürgüne gitti, Prens Sebahattin gibi.
Eh, onların da hükümet darbesi peşinde koştuklarını belirtmek gerek.
Darbe ile gelen darbe ile gider misali.
Bu arada Kürt önderlerinden Şerif Paşa da İttihatçılara karşı çalışanlar arasında idi.
Ama bedeli ödemek Ermeni devrimcilerine düştü. 13 Hınçak Partisi mensubu, suikast hazırlığı içinde oldukları gerekçesi ile yargılandıktan sonra, Beyazıd Meydanı’nda salkım saçak asıldılar.
Herhalde yakın tarihimizde siyasi nedenlerle devrimcilere yönelik yapılan ilk toplu infazlardı bunlar.
Ama burada adil olmasa da hiç olmazsa bir yargılama söz konusu idi.
1915 Nisan’ının “Balyoz Harekatı” ise Ermeni toplumu aydınları ve önderlerine yönelik olarak gerçekleştirildi. Ve bunlar sözde sürgün yolunda, “çetelerin saldırıları” sonucu öldüler.
Teşkilat-ı Mahsusa ve ona bağlı çeteler, herhalde Ergenekon tarzı örgütlerin de atası idi.
İttihatçılar, 1908 devriminden sonra kontrolü yitirmeye başlayınca, birçok muhalif gazeteciye karşı fedaileri aracılığı ile suikastlar düzenlemişti. Bizdeki faili meçhullerin öncülüğü “şerefi” de İttihatçılara aittir. Gazeteci cinayetleri, Uğur Mumcu ve Hrant Dink cinayetlerinde olduğu gibi kitlesel cenaze törenlerine yol açtı. Ve geçici bir süreyle de olsa İttihatçılar iktidardan ayrılmayı kabullenmek zorunda kaldılar.
Bugünkü üniversite binası o zamanlar Harp Nezareti idi. Arkadaki Bekirağa Bölüğü’nde ise siyasi tutsaklar tutulurdu.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra burayı dolduranlar, sınırlı sayıda da olsa bu kez İttihatçılar oldu.
Çoğu Anadolu’ya kaçtı.
Eski önderlik, daha sonra kendi hakları olduğunu düşündükleri erki ele geçiren Mustafa Kemal’e karşı suikast düzenlediler 1925 yılında. Bu da salkım saçak idamlarla son buldu.
Asanların asılma sırası gelmişti.
İttihatçıların eski müttefiki olan Ermeni Devrimci Federasyonu ise kendilerine ihanet ettiklerini düşündükleri İttihatçılara karşı, Nemesis adlı bir “cezalandırma” eylemi düzenlediler.
Yahudi soykırımından sonra eski Nazilerin peşine düşen örgütlenme gibi bir şeydi bu.
Birçok İttihatçı önder suikast sonucu öldü.
Suikast yapanlar, suikastla gittiler.
Sonuç olarak İttihatçıların eski önderleri muhalif kalmakla birlikte, aygıt Mustafa Kemal’e biat etti.
1960 Darbesi ile cin bir kez daha şişeden çıktı ve bir daha geri dönmedi.
Hâlâ çoğunluk, İtilaf benzeri partilere oy veriyor.
Sonra onlar darbe ile yolcu ediliyor.
27 Mayıs darbesi aslında ordu üst tabakasını tedirgin etti. Yüzbaşıların da yer aldığı cuntadan emir almak onurlarına dokundu.
Genç Jöntürklerden emir almayı sindiremeyen Osmanlı paşaları gibi.
Bir daha böyle şeyler olmasın diye artık memlekete darbe gerekli ise bunu biz paşalar yaparız dediler.
27 Mayıs’taki yöntemi 2 kez tekrarlamak isteyen Talat Aydemir idam edildi, paşaların onayı ile.
Yine aynı yöntemi denemek isteyen genç subay ağırlıklı 9 Mart Cuntası’na karşı paşalar 12 Mart darbesini, Meclis’i kapatmadan hükümeti çekilmeye zorlayarak gerçekleştirdiler.
12 Eylül’de ise paşalar, toplum mühendisliğine soyundu ve sivil toplumu da kışla düzenine alıştırdılar.
Üniversite ve yargı militarizmin yan kolları haline geldi. Türk-İş ise işçi kolunu oluşturuyordu.
Yaratıcılıkta sınır yok. 28 Şubat’ta hükümet, bir tank gösterisi ile istifaya zorlandı.
Artık Cumhurbaşkanlığı makamı da Latin Amerika’da yeni gelişmelere ayak uydurarak, militarizm ile uyumlu hale gelmişti.
Bu uyumu Sezer de devam ettirecekti.
Arada Özal pek modele uymuyordu, ama o da bir biçimde halledilerek, artık ordu ile harika bir uyum içine giren Demirel’in önü açılmıştı.
Yaratıcılıkta sınır yok demiştik.
Kader bize e-darbe ile de tanışmayı nasip etti.
Ve nihayet, militarizmin kendilerine verdiği siperleri canla başla savunan üniversite ve yargı kurumuna görev düştü.
Artık bunu nasıl tanımlayacağız bilemiyorum.
Ergenokan’a inen tokatın, yankıları bakın hele, nerelerden çıktı.
Bu arada ordu içinde Halaskaran Zabitan geleneğinin bir şekilde nasıl oldu ise Özkök Paşa ile yeniden filizlenmiş olduğunu öğrenmiş olduk.
Aslında sizlere Londra’da 40 bin kişinin katıldığı savaş karşıtı gösteriden izlenimler aktarmak istiyordum. Ama ülkeyi terk etmeye gelmiyor.
Bir bakıyorsun e-darbe oluyor.
Bir bakıyorsun “yasal” darbe.
Haydi hayırlısı.
Siz 12 Eylül’de imha ettiğiniz solu çok ararsınız sayın paşalar [sayın sözünün paşalar için kullanılmasında bir sakınca yok herhalde].
Sıkma başlarınız da laik hanımefendileriniz de size hayırlı olsun.
Yiyişin durun.
Bunu siz istediniz.
Güle güle oturun kayığı bindirdiğiniz kayalıkta!

Yorumlar kapatıldı.