İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

TİYATRO DÜNYASINA HAS BİR TÜRKLEŞTİRME GİRİŞİMİ: AGOP MU YAKUP MU?

Fırat Güllü
07.09.2007
Geçtiğimiz günlerde Halaçoğlu’nun Türkiye’de yaşayan Sünni Kürtleri Türkmen, Alevi Kürtleri de Ermeni ilan etmesi kamuoyunun farklı kesimlerinde değişik tepkilerle karşılaştı. TTK başkanı bu duruma çok şaşırdı ve bu şaşkınlığını değişik yayın organları aracılığıyla bizlerle paylaştı. Belki de haklıydı, çünkü 80 yılı aşkın bir süredir ortaya konan “resmi tarih politikaları” bu türden farklı etnik aidiyetleri yok sayma ya da Türkleştirme girişimlerinin değişik örnekleriyle doluydu; belki de o yüzden bu tür bir girişimin ilk kez kendisi tarafından sergileniyormuş gibi tepki görmesini yadırgamış olabilir. Bu yazı ise Halaçoğlu’nu değil, yukarıda sözünü ettiğimiz yaklaşıma örnek olacak farklı bir olayı tartışmayı amaçlıyor: Bu sefer olayın kahramanları tarihçiler değil, tiyatro dünyamızın ünlü bazı isimleri.

Osmanlı Devleti’nde modern Türkçe tiyatronun kurucularının Ermeniler olduğu reddedilemeyecek bir gerçekliktir. Kökenleri 16. yüzyıla kadar giden köklü bir aydınlanma hareketinin mensupları olarak Ermeniler, içlerinden, çok farklı alanlarda olduğu gibi, tiyatro alanında da ülkenin ilk öncü öznelerini çıkarmışlardır. İlk düzenli Türkçe temsillerin sergilendiği Tiyatro-i Osmani Kumpanyası’nın müdürü Hagop Vartovyan (Güllü Agop) da bu isimlerden birisidir. Hatırlanacağı gibi Güllü Agop’un adı yakın zamanda Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörü Yücel Aşkın’ın dedesi olması bağlamında yine medyada geçmişti -Halaçoğlu’nun açıklamaları da açıkça ortaya koydu ki bu tür bağlantılar toplum tarafından unutulsalar bile belli kurumlar tarafından asla unutulmuyorlar ve sırası geldiğinde açıklanıyorlar. Güllü Agop tiyatro camiamızda modern Türkçe tiyatro geleneğinin ilk önemli öncüsü olarak kabul edilmekle beraber, Ermeni olması nedeniyle genelde farklı tartışmaların nesnesi olagelmiştir.

Hagop Vartovyan’ın hayatı ile ilk önemli bilgiler Ermeni kaynaklarına dayanılarak elde edilmiştir. Cumhuriyet dönemi tiyatro tarihçiliğinin önemli ismi Refik Ahmet Sevengil, 1934 tarihli “Yakınçağlarda Türk Tiyatrosu” adlı eserinde Güllü Agop’a da önemli bir yer ayırmış ve Şarasan’ın “Türk Ermeni Sahnesi ve Faal Temsilcileri”adlı Ermenice eserine kaynakçasında yer vermiştir. Bu kaynağa göre, Hagop Vartovyan 1840 yılında İstanbul’da doğmuş, eğitimini Ermeni okullarında tamamladıktan sonra Balıkhane’de memur olarak iş hayatına atılmıştır. 1861 yılında Hekimyan yönetimindeki Şark Tiyatrosu’nda küçük roller alarak tiyatro dünyasına adım atmış, ertesi yıl İzmir’deki Vaspuragan Tiyatrosu’nda önemli sorumluluklar almış, ardından tekrar İstanbul’a dönmüş, 1867 yılında Şark Tiyatrosu’nun dağılmasıyla birlikte Asya Kumpanyası’nı kurmuştur. Bu tarihlerde görev aldığı oyunlar ağırlıklı olarak Ermenice olmakla beraber, ticari kaygılarla ilk Türkçe temsil denemelerine de girişmiştir. 1868 yılı itibariyle Gedikpaşa Tiyatrosu’nda çalışmaya başlamış ve bu binayı çalışmaları için merkez edinmiş, kumpanyasının adı zamanla Tiyatro-i Osmani olarak bilinmeye başlamıştır. Söz konusu kumpanya Ermenice ve Türkçe oyunlardan oluşan çift dilli bir repertuara sahip olmuştur. Agop’un talihi 1870 yılında hükümetten on yıllık bir Türkçe temsil verme tekeli almasıyla değişmiş, böylece İstanbul piyasasında suflörlü oyunlar kategorisinde rakiplerine karşı önemli bir üstünlük sağlamıştır. Yine bu dönemde ilk Türkçe telif eserlerin ortaya çıkması için önemli bir fırsat yakalanmıştır: Namık Kemal, Ali Bey, Şemsettin Sami, Abdülhak Hamit, Ahmet Mithat Efendi, Ebüzziya Tevfik gibi bir önemli bazı Osmanlı edebiyatçıları ilk tiyatro eserlerini Tiyatro-i Osmani repertuarında yer alması için kaleme almışlardır. 1882 yılında Müzika-i Hümayun’da tiyatro sorumlusu olarak II. Abdülhamid’in sarayına alınmış ve bu tarihten sonra Müslümanlığa ihtida ederek adını Yakup olarak değiştirmiştir. 1891 yılında vefat etmiştir.

Güllü Agop’un hayatına ilişkin Türkçe’de yazılmış ilk ciddi değerlendirme olarak kabul edebileceğimiz Sevengil’in bu çalışması yıllar boyunca aynı zamanda konuyla ilgili tek kaynak olma özelliğini de sürdürmüştür. Ta ki Vasfi Rıza Zobu 1958 yılında Cumhuriyet gazetesinde bir dizi yazı yayınlayıncaya kadar. İlki 18 Aralık 1958 tarihinde “Memleketimizde Avrupai Tiyatroyu Kuran Adam: Güllü Yakup Efendi” başlığıyla yayınlanan bu yazı dizisinde Vasfi Rıza Zobu, “Türk Tiyatrosu’nu kuran iki büyük Türk sanatkardan birisi” olarak nitelendirdiği Güllü Agop’la ilgili bilinmeyen bazı gerçeklikleri açığa çıkarma niyetinde olduğunu belirtir ve ikinci yazısında Hagop Vartovyan’ın hayatı ile ilgili onu asıl ilgilendirenin “Hristiyan Güllü Agop, Müslüman Güllü Yakup meselesi” olduğunu yazar -anlaşılan Vasfi Rıza Zobu şehir tiyatrolarına resmini asmayı düşündüğü bu Türk Tiyatrosu’nun kurucu isminin tiyatro adına yaptıklarını yeterli bulmamış olsa gerektir ki onun ırki özelliklerini de açığa çıkarma gayretine girişmiştir. Bu girişimi sırasında kendisine kuramsal arka plan sağlayacak iki isimden bahseder: Yusuf Hikmet Bayur ve Rıfkı Melûl Meriç. Vasfi Rıza, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk önemli İnkılap Tarihi profesörlerinden olan Yusuf Hikmet Bayur’un İstanbul Üniversitesi’ndeki derslerinde, Lozan Anlaşması üzerine yaptığı bir tahlili aktarır: “Lozan muahedesinde en büyük cehaletimiz Orta Anadolu’daki Hıristiyanları -Hıristiyan Türk olduklarını bilmeyerek- mübadeleye tâbi tutmamızdır. Bu hakikati yeni öğrenmiş bulunuyoruz.” Mimar Sinan’ın “Türklüğünü” keşfetmek amacıyla yürütülen bir çalışmayla ilgili olarak Ülkü Dergisi’nin 1938 tarihli 64. sayısında yayınlanan Rıfkı Melûl Meriç imzalı bir yazı da bu tezi desteklemek için kullanır: Buna göre Anadolu’nun yoğun Türkmen göçlerine uğradığı ilk dönemlerde kalabalık bir Ermeni ve Rum nüfusla karşılaşan ilk Türk göçebeler zamanla Hıristiyanlığı seçmişler ancak dillerini ve isimlerini muhafaza etmeyi başarmışlardı; ancak onların Türk olduğunu unutan Osmanlı Devleti onlara sahip çıkmayınca yüzyıllar içerisinde asimile olmuşlardı. Vasfi Rıza Zobu yurt dışında rastladığı Türkçe konuşan Rum ve Ermenilerin Türkçe konuşmalarını da buna bağlar -Osmanlı’nın son yüzyılında Ermeni okullarında Türkçe öğretildiğinden ya da İttihat ve Terakki yönetimi döneminde tüm ilkokullarda Türkçe öğretiminin zorunlu olduğundan bihaber görünmektedir.

Tüm bu yaklaşımlar tarihin siyasi amaçlarla nasıl çarpıtılabileceğinin ve gerektiğinde nasıl yeniden yazılabileceğinin güzel birer örneğini sergilemektedirler. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Grek-Ortodoks kilisesine bağlı olmakla beraber Türkçe konuştukları için Türk Ortodoksları olarak kabul edilen Karamanlılar, 1924 yılında tek kelime Rumca konuşamamalarına ve kendilerini Türk olarak kabul etmelerine rağmen Hıristiyan oldukları için mübadeleye tâbi tutulmuşlardır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kabul edilen “millet/ulus” tanımının sadece etnik değil aynı zamanda din temelli olduğu bu örnekten de anlaşılacaktır. Söz konusu halk başlangıçta devlet tarafından “Türk” olarak kabul edilmemekle beraber ilerleyen yıllarda İslamiyet’in yeni rejim tarafından pasifize edilmesiyle ve “etnik” temelli bir milliyetçilik anlayışının ön plana çıkmasıyla yeniden hatırlanmaya başlanacaktır. Buna ek olarak çok-kültürlü ve çok-etnisiteli bir yapıya sahip imparatorluk mirasının tek-uluslu bir devlet tarafından sahiplenilmesiyle ilgili sorunları çözmek için de, Hıristiyan Türkler yeniden gündeme geleceklerdir. Mimar Sinan örneğini ele alalım: Söz konusu kişi koskoca bir mimari okulun yaratıcısı ise, onun sıradan bir Hıristiyan devşirme olması yerine Hıristiyan bir Türk olması tercih edilecektir.

İşte Vasfi Rıza Zobu da (Cumhuriyet’te yazılan yazının tarihi düşünüldüğünde gecikmeli bir şekilde de olsa) Güllü Agop’un Türk olduğunu “ispatlamak” için benzer bir operasyonu işletmeyi tercih etmektedir. Ancak burada bir sorun vardır: Refik Ahmet tarafından ortaya konan Güllü Agop hikayesi 1840 yılında İstanbul’da başlamaktadır, dolayısıyla onu ağırlıklı olarak Orta Anadolu’da yerleşmiş bulunan Hıristiyan Türklerle ilişkilendirmek zordur. Bu noktada Güllü Agop’un en küçük oğlu viyolonselist Necip Aşkın’ın tanıklığı yardıma koşacaktır. Necip Aşkın iki yaşındayken kaybettiği babasının küçük yaşta dedesiyle birlikte Kayseri’den İstanbul’a göç ettiğini bilgisini vermiştir. Buna ek olarak Agop’un en başından beri Vartovyan yerine Güllü lakabını kullanması ve öyle tanınmış olması da Vasfi Rıza’ya göre bir delil olarak kullanılabilecek önemli bir ayrıntıdır. Bu iki ayrıntıya Müzika-i Hümayun’da Agop ile birlikte çalışmış Kolağası Halil Bey’in sağladığı özel veriler de katıldığında resim yavaş yavaş tamamlanmaya başlar: Halil Bey’in anlattığına göre Agop ona evlerinde anne babasının Türkçe konuştuklarını, hiç Ermenice bilmediklerini söylemiştir; kendisi de sanıldığı gibi saraya girdikten sonra değil on beş yıl önce Müslümanlığa geçmiş ve oyuncu Ahmet Necip Efendiden gizlice dinin kaidelerini öğrenmiştir; Ermeni oyuncuların aksine Müslümanlar gibi sakal bırakmayı tercih etmiştir; hayatının son yıllarına kadar Beşiktaş’taki ahşap evinde Müslüman olan son karısı ile mazbut bir yaşantı sürdürmüştür. Neticede Vasfi Rıza Zobu tüm bu bilgilerden yola çıkarak ulaşmak istediği sonuca ulaşır: Güllü Agop aslında Güllü Yakup’tur ve Türk Tiyatrosu’nun kurucuları arasında yer alan bu önemli tarihsel figürün tüm yaptıkları da ortadayken resminin Şehir Tiyatroları duvarlarına asılmasında bir sakınca yoktur.

Bu yazı dizisinin yazılmasından yıllar sonra Refik Ahmet Sevengil, Türk tiyatro tarihi üzerine yazdığı 5 ciltlik önemli eserinin Tanzimat Tiyatrosu’na ayrılan cildinde Güllü Agop’a oldukça geniş bir yer ayırmış ve onun Agop’u Türkleştirme girişimini çok fazla ön plana çıkarmadan Vasfi Rıza’nın yazısından da bahsetmiştir. Bu konudaki ilk önemli eleştiri ise Metin And’dan gelmiştir, ancak bu eleştirinin kendisi de başka bir eleştiriyi hak eder. And 1971’de yayınladığı “Osmanlı Tiyatrosu” adlı eserinde şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Gerek çağdaşları, gerekse günümüzdeki incelemeciler onu [Güllü Agop] yeterince önemsememişlerdir.Onun kişiliği ve yaşam öyküsü üzerine hiçbir Türkçe kaynak yoktur. Bütün ilgi onun Müslüman oluşu, adını Yakup’a çevirmesine yönelmiştir. Oysa Güllü Agop adını Yakup’a çevirip Müslüman oluşundan çok önce kendisini bir Türk gibi hissetmiş, davranmış, bütün ömrünü Türkiye tiyatrosunun gelişmesine, ulusal bir tiyatronun yaratılmasına adamıştır.” (Metin And, “Osmanlı Tiyatrosu”, Dost Yayınları, Ankara 1999, s. 261)

Görüldüğü gibi Metin And temelde 1930’lara has “ırkçı milliyetçilik”i reddetmekle beraber “kültürel” olarak adlandırabileceğimiz farklı bir milliyetçiliği ön plana çıkarmaktadır. Önemli olan, Vasfi Rıza’nın ortaya koyduğu gibi etnik olarak Türk olmak değil, kültürel anlamda “Türklüğü” geliştirmeye hizmet etmektir. Diğer bir deyişle kendisini Türk hisseden biri kişi, etnik olarak Türk olmasa bile Türktür.

“Irkçı” ya da “kültürel” olsun, sonuçları itibariyle birbirinden çok da fazla ayrışmayan her iki milliyetçiliğin de, Osmanlı tiyatrosu gibi çokkültürlü bir olgunun bileşenleri karşısında indirgemeci ve asimilasyoncu olmaktan kaçması mümkün değildir. Hagop Vartovyan ister öz be öz Ermeni olsun, isterse çağlar içerisinde asimile olmuş bir Türk olsun, isterse sonradan Müslümanlığa ihtida etmiş olsun sonuçta sergilediği pratikler bize göstermektedir ki kendisi 19. yüzyılda yaşanan Ermeni aydınlanmasının bir ürünüdür ve Türkçe tiyatro faaliyetleri yürüterek bu aydınlanmanın kazanımlarının, toplumun Ermeniler dışındaki kesimlerinin de paylaşımına açılmasına hizmet etmiştir. Örneğin Türkçe olarak sergilenen bir çok çeviri eserin, Osmanlı ülkesine ilk olarak Ermeni dilinde girmesi ve Ermeni matbaacılar tarafından basılması tesadüf değildir. Önce Hekimyan’ın Şark Tiyatrosu, ardından Güllü Agop yönetimindeki Tiyatro-i Osmani bu Ermenice oyunları Türkçe’ye dönüştürerek işe başlamışlardır. Güllü Agop tek bir Müslüman oyuncunun dahi sahnede olmadığı bir dönemde Ermeni oyuncuları bir araya getirerek Türkçe oyun yazarlarının eserlerini sahneye koyabilecekleri bir kumpanyanın oluşumuna hizmet etmiştir. İlk Müslüman oyuncular onun kumpanyasında yetişmiş ve sahneye adım atmışlardır. Ancak Tiyatro-i Osmani sadece Türkçe değil, İmparatorluk’un çokkültürlü yapısına uygun olarak çok sayıda Ermenice, az sayıda da olsa Bulgarca ve Rumca oyun da sergilemiş, dolayısıyla bu dillerde yürütülen tiyatro faaliyetlerine de katkı sunmuştur. Kısacası konu Osmanlı tiyatrosunun modernleşmesi olduğunda önümüzde çokkültürlü bir proje durmakta olduğunu kabul etmeliyiz. Bu yüzden söz konusu projeyi “ırkçı” ya da “kültürel” bir milliyetçilik yerine kültürel çoğulcu bir bakış açısıyla ele almak, onu çok farklı boyutlarıyla algılayabilmemizin ön koşuludur.

Yorumlar kapatıldı.