İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Laiklik üzerine

BİR GÜN GAZETESİ
Son mitingler, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Genelkurmay’ın geceyarısına yakın verdiği muhtıra ile laiklik tartışmaları yeniden hızlandı. Ne yazık ki bu tartışmalarda ne laikliğin evrensel boyutlarının ne de Türkiye özelindeki boyutlarının sistematik bir analizini görebiliyoruz. Bu yazıda Türkiye’de laiklik tartışılırken sıkça gözardı edilen bir takım tarihsel gerçeklere ve kavramsal meselelere dikkat çekeceğim. Türkiye’nin siyasi gündeminde Cumhuriyet’in kuruluşundan beri merkezi bir yer tutan laik Kemalist/Atatürkçüler ve laik olmayan İslamcılar kutuplaşmasının sadece bir mezhep çatışmasından ibaret olduğunu ve bu çatışmanın gerçek bir laiklik tartışmasını başlatmaktan pek uzak olduğunu göstermeye çalışacağım. Bunu yaparken gerektikçe başka ülkelerdeki laiklik meselelerinden örnekler vereceğim.

KURUMSAL BİR LAİKLİK TANIMI

Öncelikle meseleye sistematik bir şekilde yaklaşabilmek için kurumsal bir laiklik tanımı yaparak başlayalım ve Türkiye’de dini kurumlar ile devlet ilişkisini bu tanımın ışığında değerlendirelim. Sosyal bilimlerde karşımıza çok sık çıkan bir tanım laik bir düzenin tarafsızlık, eşitlik ve özgürlük prensiplerine uyan kurumlardan oluştuğudur. Tarafsızlık, devletin din meselelerine din ile ilgili olmayan meselelere nazaran bir öncelik tanımamasıdır. Eşitlik, eğer ki devletin din meseleleri üzerine bir politikası varsa bu politikaların toplumdaki her dine eşit mesafede olma zorunluluğudur. Özgürlük, devletin, toplumu oluşturan bireylerin temel haklarını korumak için zorunlu olan müdahaleler dışında dini pratiklere karışmamasını gerektirir. Bu üç prensip ışığında Türkiye’de devlet ile din ilişkisini düzenleyen kurumlardan birkaç örnek vermekle yetineceğim;

1) Devlet okullarında din derslerinin içeriği sadece Sünnilik üzerine kurulmuş olduğu için, Diyanet İşleri Başkanlığı herkesin vergisini sadece Sünniliğin altyapısını oluşturmaya kullandığı için Türkiye’de eşitlik prensibi ihlal edilir;

2) Devlet okullarındaki din dersleri zorunlu olduğu için özgürlük prensibi ihlal edilir,

3) Milli Eğitim’in kadro açığı varken Diyanet İşleri Başkanlığı’mn kadrosunun 1940’lardan günümüze kadar düzenli olarak artıyor olmasından dolayı (bknz. Türkiye İstatistik Yıllığı) tarafsızlık prensibi ihlal edilir.

Laik Kemalist/Atatürkçüler ve laik olmayan İslamcılar ayrımının gizlediği bu ihlalleri iki tarafın da yaptığıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı, CHP tarafından 1924’te laiklik adına kurulmuştur, aynı zamanda Kemalist/Atatürkçülerin “İslamcı” olarak tanımladığı günümüz hükümetinin de biricik kurumudur; daha yakında kadrosunu artırdılar. Benzer bir kadro artırmasını, din söylemi Demokrat Parti’nin tekelinde kalır diye 1940’ların sonunda CHP yapmıştır. Zorunlu din dersleri askerin yazdırdığı 1982 Anayasası ile kurumsallaşmıştır. Bugün Türkiye’de Müslüman sağ partilerin yükselişini açıklayabilmek için, önce Kemalist/Atatürkçülerin yaptığım kurumsal tanıma göre olmayan laikliğini anlamamız lazım.

Türkiye’deki bu tezatlar, Türkiye’nin kendine özel şarüarından dolayı Avrupa’dan farklı bir laiklik tanımı olduğu, ve Türkiye’de rejim düzleminde laikliğin savunulabilmesi için kurum düzleminde laiklikten taviz verilmesi gerektiği şeklinde savunuldu ve savunuluyor. Bu savunmanın en çarpıcı örneklerini 1961 ve 1982 anayasaları kurucu meclislerindeki tartışmaların tutanaklarında bulabilirsiniz. “Bizim laikliğimiz farklı” anlayışının kaş yaparken göz çıkardığı, rejim savunuculuğu adı altında iş gören en son Şemdinli ve Danıştay olaylarından hatırlayacağımız kontrgerillayla artık ayyuka çıktı. Bu son kontrgerilla olaylarıyla birlikte “rejim savunuculuğu” sözünün içi biraz daha boşaldı.

Verdiğim kurumsal tanıma göre Türkiye’de laiklik daha emekleme aşamasındadır. Aynı zamanda dünyada laiklik de ciddi gerileme kaydetmektedir. Amerika Birleşik Devletleri George W. Bush’un 2001’de başlattığı iman bazlı in-siyatifle din temelli sivil toplum örgütü kurmaya, din temelli olmayan sivil toplum örgütü kurmaya karşılık, ekonomik insiyatif tanımaktadır. Fransa’da yeni Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’nin içişleri bakanlığı yıllarından beri amacı, Fransa’nın 1905 tarihli devlet ile kilisenin ayrılmasına dair kanununu değiştirip, ibadet yeri inşasına devlet bütçesinden para ayırmaktır; cami yapımı dahil. Kendini siyasi olarak sağda tanımlayan, azınlıklara “ayaktakımı” diyen, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı olan bir devlet başkanının, temel sorun işsizlikken, neden kilise, sinagog ve cami yaptırmak istediği bizi biraz düşündürmeli. Arka planda eğitim ve sosyal hizmetlere akacak paranın kısıtlanması ve topluma entegrasyonun “dini entegrasyona” indirgenmesi ve entegrasyon sorunlarının (eğitim, işsizlik) çözümünün devletin sorumluluk listesinden çıkarılıp azınlık cemaatlerine devredilmesi politikası var. Bu politikaların delillerini Sarkozy’nin seçilmeden önce basılan kitabında bulabilirsiniz.

EĞİTİM PROJESİ OLARAK LAİKLİK

Laikliğin tek tartışılacağı düzlem, dini kurumlar ile devletin ilişkisi düzlemi değildir. Laiklik, tarihsel olarak baktığımızda, gerek Türkiye devletinin tarihi olsun gerekse Avrupa devletlerinin tarihleri olsun, aynı zamanda, bu kurumsal ilişkiye indirgenemeyecek bir toplumsal eğitim projesidir. Toplumsal eğitim projesi açısı-dan baktığımızda, laikliğin en temel kurumu merkezi eğitim sistemidir. Eğitimde birlik hem Türkiye hem de Fransa laikliğinin tarihsel olarak, uygulamada aksaklıklar olsa da, en azından prensipleri arasındadır. Merkezi eğitim sisteminin benim tanımımla laiklik açısından en temel amacı kamusal bilinci olan, eşitlik, özgürlük ve adalet meseleleri üzerine düşünmüş ve düşünmeye devam edecek, kendinden farklı düşünen ve konuşanlarla diyolağa girebilecek bireyler yetiştirmektir, çünkü farklılıklara rağmen diyalog kamusal alanın olmazsa olmaz koşuludur. Demokratik bir kamusal alan da laikliğin olmazsa olmaz koşuludur. Bu yüzden, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçenlerde yapmış olduğu, laiklik meselesini devlet kurumlarının düzenlenmesi meselesine indirgeyen, laiklik devlet ile ilgili bir meseledir kişi ile ilgili değil açıklamasını yanlış buluyorum. Eğitim projesi olarak laikliğin amacı en azından bahsettiğim doğrultuda bireyler yetiştirmektir. Öğrencilerin bu eğitimi alabilmesi için öncelikle ne olursa olsun dersliğe girebilmeleri lazımdır. Örneğin, 19. Yüzyıl Fransa’sında çıkan laik kanunların getirdiği sınırlamalar öğretmenler içindi, öğrenciler için değil, çünkü o zamanın Fransız laikliği, devlet okullarını insanları kamusal yaşama hazırlayan kurumlar olarak görüyordu, öğrencileri kapı önünde kıyafetine göre ayıklayan kurumlar değil. Şunu unutmayalım, eğitimde birlik laikliğin temel taşlarından biriyse, bir eğitmenin hem laik olması hem de başörtüsü kriteriyle öğrenciyi eğitim hakkından mahrum etmesi bağdaşmaz. Buna ancak bindiğin dalı kesmek denir. Bazı öğrencilerin eğitile-meyeceği önverisiyle eğitmenlik yapmak denir, bu da eğitmenliğin tanımına ters düşer. Bu tip uygulamalar, Avrupa’da ve Türkiye’de dağılmaya yüz tutmuş kamusal eğitim sisteminin daha da dağılmasına, “herkes kendi okuluna” savlarının daha da güçlenmesine yol açar.

Türkiye’de zaten zayıf olan kamu eğitim sisteminin daha da zayıflamasında 28 Şubat kararlarının payı vardır. Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiyesiyle zorunlu eğitim 5 seneden 8 seneye çıkarılırken gerekli altyapı önçalışmaları yapılmamış olması, özel ilkokulların sayısında artışa sebep olmuştur. Hatta bazı Kemalist/Atatürkçü “laik” kesimler Fettullah Gülen’in kurduğu eğitim sistemine devletin eğitimdeki boşluğunu doldurdukları için müteşekkirdirler (Bknz. 2005’te çıkan bir kitap Barış Köprüleri: Dünyaya Açılan Türk Okulları).

KONUŞMA ÖZGÜRLÜĞÜ OLARAK LAİKLİK

Laikliğin sistematik bir incelemesini yaparken tarihsel açıdan gözardı edemeyeceğimiz bir dönem 19. yüzyıl İngiltere’sidir. Sekülerizm kelimesi, ilk defa 19. yüzyılda İngiltere’de işçi sınıfının hayat koşullarını manevi değil maddi çözümlerle iyileştirmeyi ve o zamanın kilise doktrinini eleştirmeyi yasaklayan küfür yasalarıyla mücadeleyi içeren bir toplumsal hareketi tanımlamak için kullanılmıştır. O zamanın küfür yasaları, kilisenin dogmatik doğrusunu toplumda kabul edilen tek doğru kılarak çok sesli bir demokratik hareketi kırmak için sık kullanılan bir araçtır. Bu açıdan baktığımızda konuşma özgürlüğü tarihsel olarak laikliğin temel taşlarından biridir. Türkiye’de ise tam tersine, laiklik adına konuşma özgürlüğünün kısıtlanmasına, 1 Mayıs’ta vatandaşların polis dayağı yemesine hatta biber gazından ölmesine, Hıristiyan misyonerlerin öldürülmesine, sinagoglara yapılan saldırılara, 301. madde ile insanların hedef olarak gösterilmesine, ve hatta bu sebeple işlenen cinayetlere tanık oluruz. Konuşarak anlaşmak yerine şiddet kullanarak hesaplaşmayı görürüz. Bu tanıma göre de Türkiye’de laiklik daha emekleme aşamasındadır. Türkiye’de Kemalist/Atatürkçüler laiklik adına benim yukarıda verdiğim laiklik tanımlarına uymayan bir çok politika güttüler ve dolayısıyla laiklik kavramının içini boşalttılar ve ideolojik bir kılıftan ibaret hale getirdiler. Laikliğin içini en azından şu incelediğim üç açıdan yeniden doldurursak laiklik adına ciddi bir adım atabiliriz.

(*) Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi

Yorumlar kapatıldı.