İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İttihat ve Terakki Geleneği ile Hesaplaşmadıkça…

Hrant Dink’in öldürülmesiyle birlikte, ciddi bir “yükselen
ırkçılık” ve “radikal milliyetçilik” tehlikesinin söz konusu olduğu günlük
basında daha sık işlenir oldu. Fakat bu “ırkçılık ve milliyetçiliğin” daha çok
modern bir olgu olarak anlaşılması, şehirleşme, yoksullaşma, işsizlik ve
globalizasyona tepki vb. gibi kavramlarla açıklanması gerektiği öneriliyor. Oysa
mevcut ırkçılı ve milliyetçilik son derece güçlü bir tarihi mirasın üzerinden
yükseliyor. Bu tarihi kök üzerine düşünülmeden ve bu kökler anlaşılmadan ne
ırkçılığa ne de yükselen milliyetçiliğe karşı ciddi bir önlem alınabilir. Söz
konusu olan, İttihat ve Terakki geleneği ve bu gelenek ile hala hesaplaşılmamış
olduğu gerçeğidir. Bugün Türkiye’de gerçek iktidar İttihat ve Terakki
geleneğinin elindedir ve bu gelenek ile açıkça hesaplaşmazsak yani tarihimizle
açık yüzleşmezsek malesef daha çok siyasi cinayetler ile karşılaşacağız.

Nedir bu İttihat ve Terakki geleneği ve bu nasıl bugünkü
yükselen milliyetçi ve hatta faşist dalganın ana merkezini oluşturmaktadır?

 Bilindiği gibi, Almanya ve Osmanlı Birinci Cihan Harbine ortak
girmişlerdi ve her iki ülke arasında, yönetici elit davranışları ve topluma
egemen siyaset kültür bakımından güçlü benzerlikler vardı. Almanya da  Osmanlı
da savaştan yenik çıktı. Yenilgiye de bir cevap olarak Almanya’da faşizm iş
başına geldi. Cevabını aramamız gereken soru şu: Türkiye, Almanya ile büyük
benzerlikler göstermesine rağmen niçin faşizm gibi bir deneyi yaşamadı?

Konuyu sadece Almanya ile sınırlı tutmayalım, daha
genelleştirerek soralım: Avrupa’da İspanya, Portekiz, İtalya’da da değişik
faşizmleri işbaşına getiren derin bir dalgadan söz edebilir miyiz? Ben bu
ülkelerde yaşanan faşizm deneylerinin tüm farklarına rağmen, daha arka plandan,
bir ulusun gelişmesinin belli bir evresindeki belli bir ruh haline verilen
cevaplar oldukları biçiminde, ortak bir yerden okunmalarının mümkün olduğunu
düşünüyorum.

Italyan, İspanyol ve Almanya özelinde ele aldığımızda aşağı
yukarı şu önemli özellikleri görebiliriz:

a) Ulusun birliğinin henüz sağlanamamış olduğuna inanmak ve ama
bu birliği sağlamanın tehdit altında olduğu düşünmek,

b) Ulusun onuru ile oynandığına, onurunu ayaklar altında
alındığına inanmak,

c) Ulusun içinde bulunduğu durumu bir varlık-yokluk sorunu
olarak kavramak,

d) ulusunuza karşı büyük bir iftira kampanyasının yürütülmekte
olduğuna inanmak,

e) bu iftira kampanyasının belli dış güçler (Türkiye’de bu Batı
olarak tanımlanır) ve onların iç uzantıları tarafından organize edildiğine
inanmak,

e) tarihin gerçek kurbanının aslında sizin ulusunuzun olduğuna
inanmak,

Bu düşüncelerin egemenliğinde ulus, kendi varlığına yönelmiş bu
büyük tehlikeye karşı bir “onur savaşına” bir “varlık-yokluk savaşına” davet
edilir.

Avrupa totaliter deneyimlerini bu ruh hallerine verilmiş
cevaplar olarak okumak mümkündür.

Avrupa’da Faşizmler bir süre iktidarda kaldıktan sonra
yenildiler ve bugün bu toplumlar şimdi o faşist veya totaliter tarihleriyle
yüzleşiyorlar. Avrupa demokrasilerinin (tüm eksik ve fazlalıklarına rağmen) üç
önemli sac ayağı üzerinde yükseldiğini söyleyebilirim: Eski rejimleri kontrol
eden yönetici elit yapısında ciddi değişmeler; eski rejimlere egemen olan
zihniyet dünyasının ciddi darbeler yemesi; ve toplumların tarihi ile yüzleşmeyi
kendisini tanımlamanın önemli bir unsuru haline getirmesi, yani geçmiş üzerine
sürekli bir konuşmanın varlığı…

Soruma geri dönüyorum. Eğer bir toplumda var olan politik ve
düşünce akımları, belli zihniyet kalıpları, tıpkı biriken enerjiler gibi
kendiliğinden yok olmuyorlarsa; Birinci Cihan Harbinden yenik çıkmasına ve
Avrupa’da faşizmi işbaşına getiren ve yukarda saydığım bütün düşünce ve davranış
kalıplarına sahip olmasına rağmen niçin Türkiye’de bir faşizm deneyi yaşanmadı?

Bu soruya verilebilecek değişik cevaplardan bir tanesi şudur:
Türkler, Kurtuluş Savaşı zaferi ile “yaralanmış ulusal onurlarına” geçici bir
merhem sürmüşlerdi. Cumhuriyet, Türkler için, İmparatorluğun yıkıntıları
üzerinde yükselen kollektif bir projenin, düşmanları tarafından bile saygıyla
karşılanan ahlaki zafer abidesi gibiydi ve bu haliyle daha önce yaşanmış yenilgi
ve ölümlerin merhemi idi.

Bu geçici zafer, bu yaraya sürülmüş merhem, ne faşizmi işbaşına
getirdi ne de tarihle yüzleşmeyi bir ihtiyaç olarak sundu. Belki bunun kadar
önemli bir üçüncü faktörü de eklemek gerekiyor, yönetici ekip esas olarak
değişmedi. Osmanlı Devletini I. Cihan Harbine sokan kadro ile Türkiye
Cumhuriyeti Devletini kuran kadro esas olarak aynı İttihatçı kadrodur. Ve
Türkiye’de faşizm gibi bir rejim yaşanmadığı ve bununla da hesaplaşma olmadığı
için de tüm bir Cumhuriyet dönemi boyunca bu kadro esas olarak egemenliğini
korudu.

Avrupa’da görülen rejim kırılmalarının bizde yaşanmadığını
söylüyor ve sürekliliğin altını çiziyorum. İddiam odur ki, özellikle bu iki
neden [faşizmin iş başına gelmemesi ve tarihle yüzleşme ihtiyacının
hissedilmemesi], yönetici elit sürekliliği ile de birleşince, Avrupa’da Faşizmi
iş başına getiren o derin dalganın, Türkiye’de çok sorunsuz varlığını sürdürmesi
sonucunu doğurdu.

Bu derin dalga Türkiye’de hala canlıdır ve çok kuvvetlidir. Şu
günlerde kendisini çok güçlü bir milliyetçi kabarış olarak toplum sathına
yaymaktadır. Hatta bu dalga, eğer önlemleri ciddi olarak alınmaz ise, ülkeyi
ciddi bir rejim değişikliği tehlikesinin eşiğine dahi getirebilir. Bir ulusu yok
oluştan ve çöküşten kurtarmaya kendini adamış otoriter–totaliter bir seçenek
tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuzu iddia ediyorum. Hrant Dink cinayeti, eğer
hafife alınırsa, böyle bir süreçin başlangıç sinyali bile olarak da okunabilir.

Bu karamsarlığımın en önemli nedeni, yukarda söylediğim gibi,
1915’lere egemen olan İttihatçı yönetici ekibin ve onun zihniyetinin, Cumhuriyet
döneminde de, özellikle asker-sivil bürokrasi ve Türk Sosyal Demokrasisi ile
büyük bir değişikliğe uğramadan iktidarı elinde tutmaya devam ettiği gerçeğidir.

Türkiye tarihinde gözlenen olgu, bu militarist–bürokratik ekibe
karşı daha çok muhafazakar temelli direnmelerin başarılı olduğudur. Daha çok
seçimler yoluyla elde edilen bu başarılar, muhafazakar akım ve onların
partilerine “hükümet olma” şansı verdi ama hiç bir zaman iktidar olma imkanı
tanımadı. Zaten genel kural olarak, bu muhafazakar kadrolar çok kısa bir süre
sonra da bu ana asker–sivil bürokratik ekibe teslim oldular.

Peki niçin şimdi bu milliyetçi kabarma? AKP önderliğinde Avrupa
Birliği yolunda yaşanan “Türk Baharı” niçin sona erdi?

Şu anda işbaşında olan ve adını açıkça koyarsak İslamcı bir
partinin, AKP’nin geleneksel yönetici ekip sürekliliğinde ciddi bir çatlak
yarattığı konusunda geniş bir uzlaşma var. İlk defa, asker–sivil bürokrasiye
oldukça uzak ve ona karşıdan meydan okuma cesaretini göstermiş bir kadro iş
başına gelmişti ve Türkiye’nin son Avrupa yolculuğundaki büyük başarıların
nedeni de buydu. Bu yeni İslamcı çevre, siyasi iktidarda kalabilmenin yolunu,
Avrupa Birliği olduğunu farketmiş görünüyordu. Fakat bu değişmiş gözüküyor.

Avrupa’dan uzaklaşmanın birçok nedeni var ama burada sadece bir
tanesini söylemek isterim: sebep Avrupa Birliğinin ta kendisidir; negatif
anlamda değil ama pozitif anlamda. Çünkü, Türkiye’nin gerçek yöneticileri yani
asker ve sivil bürokrasi, daha genel anlamıyla İttihat ve Terakki zihniyeti,
İslamcı bir partinin başını çektiği Avrupa Birliği kampanyasının ciddi bir
üyelik alternatifi haline dönüşebileceğine hiç bir zaman ihtimal vermemişti.
Burada en çok da Avrupa’daki (daha çok kültürel ve dini temelli) “anti–Türk”
zihniyete ve bu zihniyetin iktidarda olduğu devletlere güveniyorlardı.

Fakat AB üyeliği tüm aksi beklentilere rağmen ciddi bir seçenek
haline geldi. Türkiye’yi esas olarak kontrol altında tutan, İttihatçı zihniyetin
devamcısı ve temsilcisi olan asker–sivil bürokratik elit, Avrupa’lı olmak
sorununun, kendi egemenliklerini sorgulamak, kendi zihniyet dünyaları ile
hesaplaşmak anlamına geldiğini gördüler. Çünkü Avrupa Birliği, asker-bürokrat
elitin hem bugünkü iktidar güçü, hem de onların tarihteki büyük insan hakları
ihlallerinde sorumlulukları üzerine ciddi hesaplaşma çağrısı anlamına geliyordu.
Asker-sivil bürokrasi, Türk Sosyal Demokrasisi ile birlikte, doğrudan kendi
varlık nedenini sorgulayacak bir sürecin kapısının açılmasına müsade etmek
istemiyor, etmeyecektir de, tüm mesele budur.

İki husus bu noktada çok önemli. Avrupa birçok konu yanı sıra,
iki temel konuda giderek “Batı Standartı” istiyor. Kürt sorunu ve tarihle
yüzleşleşme yani Ermeni sorunu. İşte bu iki nokta, Türkiye’de yönetici elit
değişikliğini şart koşacak güçlü dinamiklere sahiptir. Bu nedenle de bu, hem
Kürt konusunda hem tarih konusunda Avrupa’nın ileri sürdüklerine karşı ciddi bir
direnme çizgisi izleniyor. Türk yönetici eliti, başta merkez medya olmak üzere
aylardır Türkiye’nin bu iki sorununun, Kürt ve Ermeni sorununun, “Türklerin
varlık ve yokluk” sorunu olduğu yolunda ve böyle algılanması doğrultusunda yoğun
bir propaganda yapıyor. Aylardır Türk halkının “ulusal bir tehdit” ile karşı
karşıya olduğu fikri işleniyor ve tüm bir ulus “ulusal var oluş savaşı” psikozu
altına sokuluyor.

Bu güne kadar “bahar rüzgarı” taşıyıcısı AKP ise, burada ele
alınamayacak birçok faktörden dolayı, İttihatçı geleneğe ve sivil-asker
bürokrasiye teslim olmuş görünüyor. Belki, asker–sivil bürokrasiye teslim olarak
kendinden önceki muhafazakar geleneğin izinden gitmek ve iktidar sürelerini bu
şekilde uzatmak istiyorlar. Bu “teslim oluşun” en önemli göstergesi, Şemdinli
savcısının görevden alınması örneğinde yaşandığı gibi iktidar savaşlarında
kaybedilen cepheler değildir. En önemli gösterge, iktidar partisinin gerek Kürt
konusunda, gerekse tarihle yüzleşmek -Ermeni konusunda asker sivil
bürokratlardan farklı bir açılım sergilememeleridir. Belki de göremedikleri şu:
bu iki temel konuda farklı siyaset geliştirmezlerse iktidar süreleri
kısalacaktır, uzamayacaktır. Çünkü AKP ancak ve ancak kendisini merkezi
askeri-bürokratik yapının dışında ve farklı olarak tanımlayabilirse sahip olduğu
kitlesel desteği koruyabilir.

Yükselen ırkçılık ve milliyetçilik konusunda bir başka noktanın
daha altının özel olarak çizilmesi gerekiyor: Söz konusu olan Milliyetçi
yükselme, ekstremist (aşırı) bir hareketin iktidarı dışardan kuşatması değildir.
Almanya’da, Faşizmin iş başına gelişi açıklanırken kullanılan “Merkezin
aşırılaşması” diye bilinen bir olgudan söz etmek daha doğru olur. Almanya’da
Nazizm, radikal bir çevrenin merkezi kuşatması ile değil, merkezin kendisinin de
radikalleştirmesi ve ‘aşırılaştırması’ ile iktidara geldi. Bugün Türkiye’de de
olan budur. Merkez, açık milliyetçi tercihlerle, toplumu radikalleştirme
stratejisi uyguluyor. Yani çevrenin radikalleşmesi değil, merkezin kendisini
radikalleştirerek, gerekirse, kitleleri sokağa dökmeyi göze aldığı bir
stratejinin sonuçlarını yaşıyoruz. Çeşitli şehirlerde yaşanan linç girişimleri,
bombalama eylemleri, Danıştay Baskını, Hrant Dink suikasti böylesi bir merkezi
otoritenin toplumu radikalleştirmesi siyasetinin unsurları olarak görülmelidir.
Orhan Pamuk, Elif Şafak ve Hrant Dink aleyhine açılan 301. madde davalarında
izlenen strateji de buydu.

Merkezin, toplumu radikalleştirmesi stratejisinde en önemli
görevi merkez basın yerine getirdi. Örneğin, Orhan Pamuk yargılamaları
sırasında, Türkiye’nin en çok satan günlük gazetesinin baş yazarı, Orhan
Pamuk’un mahkemeye gelirken arabasına saldıranların yanlış yaptıklarını
söylerken, onlarla aynı duyguları paylaştığını yazmayı ihmal etmedi. Ona göre,
Orhan Pamuk’a yönelen bu öfke haklı bir öfkeydi, çünkü, Avrupa’dan da açıkça
desteklenen, bir ulusa karşı yapılmakta olan büyük bir haksız saldırı vardı ve
bu ulusun kendi varlık hakkını savunmasından daha doğal birşey olamazdı. Hrant
Dink’in “Türklüğü aşağılaması” konusunda da bezeri yazılar yazıldı çizildi ve
özellikle Batı’nın Türkiye’yi, Ermeni sorunu meselesi nedeniyle sıkıştırması,
bir ulusun varlık gerekçesi ile oynamak saygısızlığı olarak yorumlandı, hala da
öyle görülüyor.

“Asılsız Ermeni Soykırımı İddiaları”na karşı ulusal ve
uluslararası planda başlatılan büyük seferberlik ancak bu “radikalleşme”
stratejisi çerçevesinde anlaşılabilir. Bugüne kadar az görülen saldırgan bir dil
ve radikallikle içerde ve dışarda Türkler mobilize ediliyor: “ulusumuza yönelik
büyük saldırı” karşısında ulusal seferberlik halindeyiz. “Talat Paşa harekatı”
bu konuda önemli bir örnek teşkil eder. Girişimin organize komitesinde hemen her
partiden yüksek düzeyde siyasi temsilciler vardır. Yaklaşık bir–iki yıldır
Türkiye toplumu, 1915 ekseninde radikalleşmeye teşvik edilmektedir.  

Özetle, 1915 Ermeni tehciri ve Kürt sorunu Türklerin
varlık–yokluk kavgalarının sembolü haline getirilmiştir. Gündüz Aktan’ın, “Aynı
PKK terörizmi gibi, Ermeni soykırım iddialarına da tahammülümüz azalıyor”,
sözleri, bugüne kadar ayrı ayrı kulvarlarda akıyor görünen Kürt ve Ermeni
damarlarını birleştirmesi bakımından önemlidir. Kürt ve Ermeni meselesi, “Türk
sabrının” tükenme noktasıdır.
“Tarihin asıl kurbanı biz Türkleriz”,
“sabrımızı taşırmayın”, “onurumuzla oynamayın” sloganları bir tek gazete köşe
yazarlarında değil, bazı şehirlerde bildiri dağıtanlara, çadır açanlara karşı
linç eylemlerinde ve Hrant Dink’e sıkılan kurşunda ifadesini buldu.

Söylemek istediğim özetle şudur: Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği
sürecinde geldiği nokta itibarıyla, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana en ciddi,
iktidar değişimi ve zihniyet hesaplaşması sürecine girdi. Ve sivil-asker
bürokrasi kendi egemenliğini ve İttihatçı zihniyetini değiştirmek anlamına
gelecek hiç bir değişikliğe yer vermeyeceğini açık olarak ilan etti. Söz konusu
olan, 1915’lerde egemen olan ve Avrupa’da faşizmi işbaşına getiren, bizde
İttihatçı zihniyet olarak adlandırdığım, zaten sürekli iktidarda var olan bir
ruh halinin Türkiye’de şahlanmasıdır; daha doğrusu asker–sivil bürokratik elit
ve merkez medya eliyle şahlandırılmasıdır.

Hükümet bu noktada Hrant Dink’in cenaze törenini doğru okumak
zorundadır. Eğer yükselen bir şeyden söz etmek gerekirse o da askeri- bürokratik
elitin merkez medya eliyle kışkırttığı milliyetçi radikallik değil, demokratik
bir ortamda huzur içinde yaşamak isteyen bir çoğunluğun son derece sağduyulu
tepkisidir. Eğer Hükümet, tartışmaya egemen olan dilin, bügüne kadar yaptığı
gibi, asker-bürokratik elite egemen İttihatçı zihniyet tarafından belirlenmesine
müsade ederse; “milliyetçi yükseliş var” söyleminin arkasına saklanır ve
İttihatçı merkez yapı ile açık hesaplaşmaz ise kendi sonunu da hazırlayacaktır.
Çünkü başarısı; a) yönetici elit değişikliği, b) zihniyet değişikliği, c) tarih
ile yüzleşmenin toplumsal kimliğin önemli bir parçası haline gelmesi ile
mümkündür. Hrant’ın ölümüne göz yaşı döküp, 1915’e ilişkin İttihatçı katillerin
tezlerini tekrar etmek, Hrantın niçin öldürüldüğünü anlamamaktır.

Yorumlar kapatıldı.