İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermenice bilen tek Türk

Ermeni Soykırımı kavramıyla bu kadar yüzyüze gelen Türkiye’de Doğu Ermenice’yi bilen tek bir akademisyen olması ilginç değil mi? Doç. Birsen Karaca Aksiyon’a konuştu.

Bazı kitapları birkaç kişinin yazması muhtemel olsa bile aslında onu sadece bir kişi yazmalıdır veya yazabilir. O sebepledir ki, önemli görevlerde bulunmuş siyasilerin hatıralarını yazmasını bekleriz, çünkü yegâne tanık odur. Habere konu ettiğimiz kitap ve yazar bu çerçevede değerlendirilebilir. Doğu Ermeniceyi bilen tek Türk olsaydınız, yaklaşık 10 yıldır teorisi ve ‘edebiyatı’ ile meseleyle içli dışlı bulunsaydınız Sözde Ermeni Soykırımı Projesi (Say) kitabını da siz yazmış olurdunuz, yazdığınıza da değerdi. O şans Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Birsen Karaca’ya ait.

Ermenilerin soykırım tarihi olarak ilân ettikleri 24 Nisan 1915’in her yıl dönümünde pek çok ülkede gösterilen Anne (Henri Verneuil), Ağrı Dağı (Atom Egoyan) ve Sason’un Oğulları (Sarky Mouradian) filmlerine dayanarak toplumsal hafızanın nasıl inşa edildiğini konu ediyor. Karaca’nın büyük çoğunluğunu Ermeni kaynaklarından yararlanarak yazdığı kitap, ‘yeniden bellek inşa etme’ gibi teorik temel dayansa da Ermeni Meselesi ile ilgili en farklı ve çarpıcı çalışmalardan biri olmaya aday. Her gün bir ülkenin Ermeni soykırımını bilmem kaçıncı sefer kabul ettiği haberleriyle uyanan Türkiye’nin Ermeniceyi bilen ve tarihle meşgul uzmanlarından mahrum olması ayrıca düşündürücü bir durum. Karaca’nın konuya edebiyat ve sanat üzerinden yaklaşması, Ermenilerin kendi içlerinde sürdürdükleri tartışmaları yakından izleyebilmesi tarihî ve siyasî yaklaşımların ötesinde farklı bir çalışmayı doğuruyor. Birsen Karaca’nın on yıl önce başlayan Ermenice macerası ise kitap kadar önemli ve izlenmeye değer.

Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans öğrencisi iken gelen bir öneriyle Moskova Devlet Üniversitesi’nde Ermenice okuma fırsatı doğduğunda, işin yurtdışında gerçekleşiyor olması, ikinci dil fırsatı, Rusçayı ilerletme gibi nedenlerle bu maceraya atılır. Kafasında ne Ermeni Meselesi ile ilgili bir eksikliği kapatmak ne de Ermeniceye karşı eski bir merak söz konusudur. “İki sene önce Ermeniceyi öğreneceğim söylenseydi inanmazdım.” diyor. Birsen Karaca, Moskova’da eğitime başladığında sadece Türklerin değil Ermenilerin dışında diğer milletlerin de bu dile merak sarmadığını, son on yıl içinde Moskova Devlet Üniversitesi’ne Ermenice öğrenmek için başvuran tek öğrenci olduğunu fark ettiğinde daha iyi anlar.

Aksilikler de, sürprizler de Moskova’ya ayak bastığı anda başlar. Karşılayacak kişi gelmez, ama bir şekilde soluğu Türk büyükelçiliğinde almak suretiyle okul, yurt vs işlerini düzene sokar. Öğrencilik başlamıştır başlamasına da, kendisi için tayin edilen hoca uzun bir süre ortalıkta gözükmez. Derse gelmemek, telefonlara çıkmamak gibi birtakım direnmeler sonrasında Karaca’nın da ısrarıyla, dersin iptali için türlü yolu deneyen hoca ile gönülsüzce de olsa dersler başlar.

SANATA SİYASET BULAŞMASIN

Moskova’da bulunduğu 3 yıl içinde 5-6 hoca değiştirecek, bir kısmından düşmanlık bir kısmından da dostluk görecektir. İçlerinde Türkiye’ye karşı çok büyük sempati duyanlar da vardır. Kocasının çocuklarıyla birlikte yüzüstü bıraktığı bir Ermeni Hanım, bir Türk’e ders verdiği sebebiyle Ermeni Okulundan ‘işine son veririz’ tehdidi almasına rağmen derse devam eder, bir süre sonra tehdidin boş olmadığını görür. Bir başka işe son verme kararı ise uğradığı fizikî şiddet sonrasında üniversite yönetimince hoca aleyhine alınır. Hocasız kaldığı bir zamanda Moskova Ermeni Komitesi’ne başvurarak bütün inatçılığıyla ‘Ermenice öğretmek sizin göreviniz’ diyerek manevi baskı yapmaktan geri kalmaz. Üstelik bir şartı da vardır. “Hayata çok dar ve katı bakıyorlar. Lütfen 40 yaşının üstünde olmasın.”

Birsen Karaca hem Ermeniceyi hem de Rusçayı ‘intihal’ vakalarını tespit edecek kadar iyi beller. Ünlü bir Rus eleştirmeni ve edebiyatçısının Ermeniceden yaptığını söylediği çevirilerinin aslında Ermeni danışmanlarca gerçekleştirildiğini öğrendiğinde ve tezinde işlemek istediğinde onu seven bir Rus büyüğünce ‘insan durması gerektiği yeri de bilmeli ki, hayat devam etsin’ mealinde bir nasihat alır. Böyle bir skandalı Türk öğrencinin tespit etmesi kimsenin hoşuna gitmeyecektir zira.

Birsen Karaca’nın Ermeni sorunuyla tanışması, öğrenmesi, kendince bir tür savunma mekanizması geliştirmesi Moskova günlerinde gerçekleşir. Özenle işlediği ders notlarını tekrar incelediğinde ilk hocasının kendisine daha 3. derste diaspora sözcüğünü öğrettiğini görecektir. Üstelik bu hocasıyla hiçbir zaman siyasî ve tarihî bir Ermeni sorunu konuşması dahi olmamıştır. Türkiye’de kutlamadığı coşkunlukta ve sadelikte bütün 23 Nisan Çocuk ve Egemenlik Bayramları’nı kutlamayı ihmal etmez. Şöyle ki; bir gün hocası 24 Nisan’da ders yapılmayacağını çünkü o gün Türk Büyükelçiliği önünde Ermeni soykırımını protesto ediyor olacağını söyler. Karaca’nın sonraki yıllarda hiç atlamadan uygulayacağı tepkisi o anda gelişir. “Bizim de 23 Nisan bayramımız var, bir gün önce de ben yokum.”

Bu üç yıl böyle devam eder. Kaldığı yurttaki Ermeni komşusunun çocuklarına yedirmediğini kendisiyle paylaşması, yiyecek ihtiyacı hâsıl olduğunda kilometrelerce uzaklıktaki tek Türk markalı yiyeceklerin satıldığı Ermeni marketlerine gitmesi ayrıca hafızasında yer eder. Dolayısıyla Birsen Karaca’nın Ermenice öğrenme serüveninden geriye kalan tek bir Ermeni imajı yoktur. “Ben size sadece Moskova’da yaşadığım olayları tek taraflı anlatsaydım kafanızda Ermeni imgesi nasıl olurdu? Kitabımda sadece kötüleme ve yargı yoluna gitseydim okurun kafasında oluşacak Ermeni imgesi nasıl olurdu? O zaman koskocaman halkı haksız yere töhmet altında bırakıyorsunuz.” Bu bakış açısı önemli; çünkü Karaca sözde Ermeni soykırımının yanlışlıklarını anlatırken bilindik tartışmalar üzerinden bir anlatıma, karşı tarafı mahkûm eden, tahkir eden bir tartışmanın içine girmek istemiyor. Dolayısıyla kitabı okurken Gogol’un ‘Ölü Canlar’ına, Tolstoy’un karakterlerine ve canlılar âleminin ‘bellek’ sorunlarına kadar yayılan entelektüel bir tartışmanın içinde bulacaksınız kendinizi.

Rusya’da öğrenci arkadaşları, hocaları ile Ermeni tezleri üzerine bir hayli tartışmalı, korumalı bir hayat sürse de, Türkiye’ye dönüşünde Ermenice yayımlanan Agos gazetesi ekibiyle birlikte Ermeni Edebiyat Seçkisi hazırlar. Doğu Ermenice metinlerini kendisi, Batı Ermenice metinlerini de Agos çalışanları çevirir. Hatta iki hafta Agos’un Yayın Yönetmeni Hrank Dink’in evinde misafir olur. “Benim geldiğimde ilk iştir diyalog. O insanları tanımak. O insanlara yakın olmak. O insanların diliydi öğrendiğim, onların dilini öğretiyordum. O insanları tanımadan, o insanların dilini öğretmek tabii ki mümkün olmuyor.”

Ermenistan’dan getirttiği kitaplarda yardımcı olduğu için kitabının önsözünde Hrant Dink’e teşekkür eder. Dink de kitabını Agos gazetesinde tanıtır. “Şu anda bir diyalogum yok. Bir ihtiyaç da duymuyorum. Tabii ki Türkiye’de yaşayan Ermenileri ayrı bir kategoride değerlendirmek gerekiyor. Sorunun bir parçası olarak görmüyorum onları. Tam aksi, sorunun çözüme giden bir parçası olma yönünde son derece önemli etkilerinin olacağını düşünüyorum.”

Tarih ile sanat eseri arasında bir fark olmalıdır. Tarihî gerçekliği yansıttığı iddiasını taşıyan bir sinema eseri doğru bilgelere dayanmak zorundadır bu durumda. Ermenilerin propaganda filmlerine dönüşen Ağrı Dağı ve Anne’de maddi bilgi yanlışlıkları barizdir. Zira, Van’dan Ağrı Dağı görülebilmekte, Mayıs ayında Nar yenilmekte, güneye gidildikçe Ermenistan’a varılmaktadır. Birsen Karaca bellek oluşum çalışması yaparken cerrahlarla da zoologlarla da görüşür. Her canlının belleğinin nasıl çalıştığını öğrenmek ister. Yüzyıllık Ermeni Sorunu’nu ‘bellek inşası’ tezi ile anlatacaksa kavramın tüm yönlerini araştırma ihtiyacı hisseder.

Gerçekler deniliyorsa her şey gerçek olmalı değil mi? Nar ağacının mayısta çiçeğe durduğunu öğrenmesi için tarım il müdürlüğünden, Vanlı akademisyen arkadaşlarına, bölgede araştırma yapan coğrafyacı uzmanlara kadar birçok kişiyi devreye sokması icap eder. “Ben bir edebiyat metnini okurken yazarın düşüncelerini okuduğumu bilirim. Yazarın dünyayı nasıl algıladığını bilirim. Onun tarih yazdığını düşünmem. Ben yaratıcı zekânın peşindeyimdir. Hem dili beni ilgilendirir hem kurgusu… Bunları hesaba kattığınızda tarih o kadar geri planda kalır ki. Masal dinlerken masal dinlediğinizi bilirsiniz. Ama tarih derseniz o zaman bu gerçek olmalı.”

Birsen Karaca bir sanat eserinin siyasi bir mevzuya alet edilmesine karşı. Bu nedenle Türkiye’den karşı tezi işleyen film yapılmamasına seviniyor. “Türk sanatının siyasete bulaşmasını istemiyorum. Sinemanın etkili olduğunu biliyorum ama sanatın görevi insanlar arasında düşmanlık tohumu ekmek, toplumlar arasında uçurumlar açmak değildir. O hep birleştirici ve üst kimlik gibi olmalıdır.” Ünlü bir Rus eleştirmenin “Allah Allah Türkiye’de Ermeni edebiyatı daha çok gelişmiş.” demesinin sebebi Türkiye’deki Ermeni edebiyatının siyasetten uzak durmasıdır Birsen Karaca’ya göre.

Orhan Pamuk tartışmalarına girmek istemiyor, edebiyatın siyasete kurban gitmesine üzülüyor. “Türk edebiyatının siyasete bulaşması kadar beni rahatsız eden bir şey olamaz. Onun için de mümkün olduğu kadar siyasetin dışında çalışıyorum. Türk edebiyatında benim gördüğüm bir şey var, siyasetin güdümü yok. Bu çok hoşuma gidiyor. Her ne kadar yazarlar kendilerine yer edinmek için bazı girişimlerde bulunuyor olsalar da…” Ona göre siyasî akımlar sıklıkla değişir, bugünün siyaseti biter yarın bir başkası başlar, yazar ortada kalır. Ermeni edebiyatına hiç girmiyor, zira Ermeni Edebiyatında Türk İmgesi olarak başladığı çalışmasını, dostça yazılmış hiçbir metin görmediği için, sinema ile sınırlamak zorunda kalır.

Kitabında konu ettiği filmlerden biri olan 1908 yılında çekilen Sason’un Oğulları filmi 1915 öncesi Ermeni isyanlarını anlatır. Romantik geleneğe yaslanan filmin amacı Ermenilerin milliyetçilik duygularını harekete geçirmektir. Birsen Karaca’yı korkutan tarafı şiddeti teşvik ediyor olması. “Filmin ortak teması ASALA’yı, yöntemlerini ve daha doğrusu şiddeti onaylaması. Gördüğüm filmlerde beni kaygılandıran şey bu.” Şiddeti teşvik eden, tarihi saptıran filmlerin anılara ve gözyaşlarına dayanarak kamuoyu oluşturma gayretlerinin bir asır önceye dayandığı görülüyor ancak Karaca’ya göre Sözde Ermeni Soykırımı Projesi’nin bu kadar gündemde kalması sadece Türkiye için değil dünya için de büyük bir tehlikeye işaret ediyor. “Bu projenin hukuk sistemlerindeki açıklardan yararlanarak propaganda yaptığını düşünüyorum. Hukuk yapıcılar bazı şeyleri öngöremiyorlar sanıyorum. Örneğin konuşma özgürlüğü herkese aitti. Bunun böyle olmadığı görüldü. İkincisi bu konuda öğretilen imgeler insanları birleştirici boyutta değil. Kitapta kaynak olarak verdiğim yazarların büyük bir çoğunluğu da imge üreticilerinin ne kadar tehlikeli olduğuna işaret ediyorlar. Afrodit’i izlerken A veya B şahsa karşı kin tutmazsınız, sadece güzelliğini düşünürsünüz. Eğer bir sanat eseri, bir ulus hakkında düşmanlık yaratacak efsaneler üretmeye başlamışsa bence tehlike oluşmaya başlamış demektir.”

Yakın bir zamanda Doğu Ermeniceyi bilen tek Türk akademisyen unvanını kaybedecek Birsen Karaca. Çünkü 3. kur seviyesinde 20 öğrencisi var. Ve bu öğrenciler hem farklı ilgi alanlarına sahip hem de Ermeni meselesine aşina. Karaca’ya göre Türkiye’de Ermenice uzmanlarının yetişmesi için ille bir Ermeni sorununun olması gerekmiyor. Ermeni operasını, yeme içme kültürünü bilen, bir Afrika yerlisinin diline hâkim uzmanların olması gerekir, eğer büyük ülke isek.

Yorumlar kapatıldı.