İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye ‘Martin Luther’ini yitirdi!

 

Milliyetçilik ve Türk milliyetçiliği üzerine üstünkörü çalışanların en sevdiği tespitlerden birisi ‘Türkiye’de ırkçılığın olmadığı’ tezidir. Oysa…

ORHANGAZİ ERTEKİN

Türkiye “Martin Luther King’ini” kaybetti. O ki, derin bir vukufiyetle baktığı bu topraklardaki köklerine her zaman büyük bir özen ve dikkatle yaklaşıyor, tevazû ve dervişan sabrı ile yaydığı umutlar muarızlarını dahi bağlayan bir barış hayaline dönüşüyordu. Türkler, Ermeniler, Kürtler ve tüm diğer halkların zengin “florası”ndan beslenen ve çorak toprakları yeşillendirecek bir barış hayaliydi bu. Bir aktivist ile pasifist arasındaki büyük mesafeleri bu hayalle aşmayı başardı ve özgürlük, eşitlik, yurttaşlık, Türklük, Ermenilik vb. gibi her zaman zorlandığımız meseleleri daha kolay anlamamızın koşullarını hazırlamanın ağır yükünü omuzlandı. O da yetmedi. Yeni ve daha eşit ve özgür bir dünyanın vicdanını ararken kendi bedenini eski çorak dünyanın barbar ellerine teslim etti.
Hrant Dink cinayeti, tıpkı Martin Luther King cinayeti gibi, hepimizin hayatının içinde örgütlenmiş bir cinayettir. Hepimiz Roma arenasına biletli girmiş seyircilerin kirli beklentileri içinde yerimize oturduk ve zaten olacakların olmasını bekledik. Belki yapabileceğimiz bir şey yoktu ve belki de 16 yaşındaki gencecik insanların tüm masumiyetlerini, iffetlerini teslim ettiği, mutlu aile babalarının içine yutulduğu bir ırkçılık heyulasının bütün bir toplumu saran ağırlığından irkildik. Belki içimize yerleşen, her gün gördüğümüz ama bir türlü yüzünü seçemediğimiz karanlık kukuletaları yırtıp atma cesareti gösteremediğimiz için kirlendik. Belki de hepimizi ortağına dönüştüren karanlık bir Ku Klux Klan ayinini yaşadık ve hep olduğu gibi aldığı ile yetineceğini düşündük. Irkçılığın derinden gelen kibri her şeyi ağır çekimde içine çekerken hiçbir şeyin farkına varmadık ve “aslında hiçbir zaman ırkçı olmadığımız” saçma düşüncesi ile avunduk durduk. Oysa Türk ırkçılığının Sabahattin Ali-Nihal Atsız Hakaret Davası’ndan bugün internet sitelerindeki Ku Klux Klan ayinlerine kadar geldiği önemli aşamayı mutlaka fark etmeliydik. En azından “barış hayali”mizin canlı kalması için ırkçılık tehlikesini görmeye ve mücadele etmeye başlamalıyız. Ben Türk ırkçılığı meselesinden başlayarak iki öğretici örnek olayla bugüne gelmek istiyorum.

Irkçılık
Milliyetçilik ve Türk milliyetçiliği üzerine üstünkörü çalışanların en sevdiği tespitlerden birisi “Türkiye’de ırkçılığın olmadığı” tezidir. Hatta Gündüz Aktan bu tezden hareketle soykırım suçunun da işlenemeyeceğini ispatlamaya uğraşıyor. Oysa Türk milliyetçiliğinde ırkçılık Süleyman Paşa ve Mustafa Celalettin Paşa gibi ilk Türkçülerden itibaren gizil biçimde varoldu ve kendi mübarek sonuna kadar da var kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Türk milliyetçiliği “ırkçı”, “dil-kültürcü”, “dinsel” ve “anayasal” görüntülerinin birarada olduğu özgün bir politik raksetme düzenine sahiptir. Sahip olduğu bu çeşitli “yüzler”i bazı dönemlerde devletin politik selahiyattarlığında somut birer güç olarak ortaya çıkartır ve hükmünü yürütür. Cihat ve Tehcir Kararı, 3 Mayıs 1944 nümayişleri, 6-7 Eylül 1955 olayları ve en son Akın Birdal suikasti ile Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetleri bu zeminin ırkçı yüzünden doğdu. Tüm bunlar bundan sonra da artarak, yaygınlaşarak, geçmişten bu yana gelen çeşitli örgütlere yeni biçimlerde eklemlenerek, seyrek örgütlenmiş yerel birimlere ve onların duygu dünyalarına yerleşerek hepimize hazırladığı bir toplumsal hayat tasavvurunu dayatmaya çalışacak. Onların şurada ve burada ve internet sitelerinde düzenledikleri Ku Klux Klan ayinlerinin iyice içimize işleyen toplumsal-siyasal damarlarının kendi karanlık serüvenlerince zehirlenmesini sağlamadıkça bu oyunun süreceğini bilmeliyiz.

Sabahattin Ali-Atsız davası
Rahip Santoro ve Hrant Dink gibi bu topraklara ait değerlerin katledilmesine götüren süreci aslında çok daha erken dönemlerden başlatmak gerekmekle beraber özellikle içerde bir “linç kültürü”nün ve kitlesel bir güruhun her zaman hazır ve nazır edilmesi açısından 1944 yılına özel bir önem vermek gerekiyor. Türkiye’de ırkçılığın ayrı bir politik zatiyet haline dönüşmesinin başlangıcı ilginç bir tesadüftür ki 3 Mayıs 1944’teki Sabahattin Ali-Nihal Atsız Hakaret Davası ve bunun arkasından gelişen gösterilerle olmuştu. Sabahattin Ali’yi, İsmet İnönü için yazdığı bir şiiri nedeniyle “vatan haini” olarak suçlayan Atsız’ın duruşmasında, gençlik, S. Ali’ye hakaretler yağdırmış, kitaplarını yakmış ve Ankara Ulus meydanına kadar sloganlarla yürümüştü. Bu davada Atsız’ın avukatı H. Şevket İnce, S. Ali’nin “vatan hainliği”ni ispatlama hakkının kendilerine verilmesini dahi istemişti. Yargı, hakaretler altında yürütülen duruşmalara seyirci kaldı. S. Ali’ye yapılan sözlü ve fiziki saldırılar çoğalarak büyüdü ve bu eylem 6-7 Eylül Olaylarının ilk büyük provası olarak Türk ırkçılığının tarihine geçti. Atsız, bu günü, Türk ırkçılığının bayramı ilan etmiş, “vatan hainleri”ne karşı yürütülen bu başkaldırının hep hatırlanmasını istemişti. S. Ali bu olaydan birkaç yıl sonra ölü olarak bulundu. Türkiye’de politik bir zatiyet olarak ırkçı yıkıcılığın ilk girişimi buradan başlar ve 1990’lara ve hatta bugüne kadar gelen süreçte toplumsal-siyasal yaşam ortamlarımıza kadar yayılan etkileri açısından öğretici bir örnek olarak önemini korur.

Akın Birdal suikasti
Türk ırkçılığının yıkıcılık kültürü açısından ikinci önemli öğretici örneği ve Santoro ve Dink cinayetlerine giden yolun gerçek başlangıcını Akın Birdal’a yapılan suikastten itibaren takip etmek gerekir. Toplum, bu suikaste varan süreçleri ve onun yeni bilgisini hâlâ edinebilmiş değil. Ama bu dönemden itibaren yaygın, esnek örgütlenmelerle işleyen, uyumsuz ve huzursuz devlet memurları veya emeklilerinin, asker ve polisler arasında ve devlet katı dışındaki yeni eylemsel derinliklerin ortaya çıkmış olduğu bir yeni silahlı eylem haritasının çıkartılması zaruridir. Danıştay olayında bunu biraz hissettik. Ama tam olarak göremedik. 1990’lı yıllara kadar öğrendiğimiz ırkçı hareketin geleneksel bilgisine Akın Birdal suikastinden sonra çok şeyler eklenmelidir. Artık süreç şu ya da bu parti veya örgütün siyasal hacminden çıktı. Başa çıkılabilir olanın sonunun geldiği bir andır bu suikast anı ve maalesef bunu hâlâ fark edebilmiş değiliz.

Ve bugün
Akın Birdal’a yönelik suikastten sonra öğrendiğimiz şey, şurada ya da burada büyük örgütlenmelerin parçaları olmaktan çok esaslı bir duygu ve ona ait şiddet hisleriyle büyüyen yeni organizmaların, geleneksel konumları kaybetmenin yarattığı öfke haliyle ayakta kalan yepyeni yerel toplanmalar, ayinler ve bunlara ait takip edilmesi zor bir şiddet alanının doğduğuydu. Seyrek ve yerel birimler ve bunların duygu buluşmaları tıpkı Ku Klux Klan’da olduğu gibi mutlu aile babalarının çabucak “kurt adam” haline geldiği, gencecik çocukların orman ayinlerinde kendini kaybettiği ve internetin karanlığında yeni Ku Klux Klan ayinlerinin yapıldığı bir yeni dönemin başladığıydı. Bugün bu sürecin her açıdan en olgun dönemlerini yaşıyoruz. Yalnızca ırkçı hareketler, ırkçı bir kültür, ırkçı bir refleks ve sayısız ırkçı bağlamın her bir sorunu çepeçevre saran ürkütücü iklimi açısından değil. Ama, Hrant Dink’in katliyle kendi sonunu hazırlayan bir yeni adalet ve vicdani hareketin imkanları açısından da. Hrant Dink’in bize öğrettiği şey de, zaten, işte buydu ve tıpkı M. L. King gibi geride kalanlara tutunacağı haklı, adil, somut, güçlü ve takip edilebilir ırkçılık karşıtı hayaller bırakmasıydı. Ama yine Martin Luther gibi Dink de mücadelenin, savaşımın çoğunu zaten kendi bedeninde sonuçlandırmış olarak aramızdan ayrıldı. Nur içinde yatsın. Fakat, bundan sonra ırkçılığın siyasal-hukuksal kurumlaşmalarımızda ve toplumsal derinliklerdeki beslenmesini fark edip durdurmadıkça ırkçılığa karşı tam bir zafer kazanmış sayılamayacağız.

ORHANGAZİ ERTEKİN: Yargıç, Yerköy-Yozgat

Yorumlar kapatıldı.