İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ohannes’i andım yine…

Osman Tanburacı 

22.01.2007
Bugün yüreğimden taşan duyguları size aktaracağım…
Kulüplerarası kardeşliği bile kavrayamamış olmanın üzüntüsü içinde…
Lütfen dilinizden sevgi sözcüğünü eksik etmeyin, sevin ve kardeşçe yaşayın…
Dünya sizi kışkırtsa da…

* * *
En güzel günlerim çocukluk yıllarımda geçti… 3B’de yaşadım ben; Bakırköy, Büyükdere, Beyoğlu…
6-7 Eylül’e şahit oldum, bir bayram sabahıydı sanırım, ufacık bir çocuk olarak babamın elinde giderken Rumlara yapılanları gördüm. Meşatlıkta kırılan putları gördüm… Kasap Yorgi’nin çengele asılı danasının sokaklarda nasıl çekildiğini gördüm… Yani’nin deri fabrikasının talan edildiğini, Vasil’in kuyumcu dükkanının nasıl yağmalandığını gördüm…
İçim titredi çocuk yaşımda…
O zamanlar Bakırköy’de oturuyorduk. Ermeni ve Rum mezarlıkları hemen evimizin yanındaydı. Tayyareci Hayrettin Sokak’ta… Eski cumartesi pazarının başında…
Sabahtan akşama Vasil, Eleni, Patra ile “dekman oynardık” leylaklarla donanmış Rum mezarlığında. O zaman başka oyunlar yoktu, oyuncaklar da yoktu… Bir çocuğu hunharlığa alıştıracak kurgu filimler, uzay savaşları, alnından vurdun mu duvarlara saçılan kanlı filmler falan da yoktu… Efendi efendi, kardeş kardeş oynardık Rum çocuklarıyla…
Annemin genç yaşta geçirdiği bir rahatsızlıkta bana günlerce karşı komşumuz Madam Anna bakmış bir dediğimi iki etmemişti. 6-7 Eylül hadisesinden sonra onlar ailece Türkiye’yi terk ederken peşlerinden günlerce ağlamıştık… Bakırköy birden bire boşalmıştı… Bizim de yüreğimiz…
Yaz tatillerinde Büyükdere’de oturan anneanneme giderdik… Üç ay orada kalır Allah’ın günü elimde kamış, Rum çocuklarıyla beraber sahilde balık tutardım… O zamanlar oralarda istavrit de vardı, lapin de… Sevgi de vardı kardeşlik de… Sonra hepsi bitti…
Denizleri kirlettiğimiz gibi insanlığa da büyük lekeler düşürdük…

Sonra Galatasaray Lisesi’ne gittim, orada da Moiz’i tanıdım… İlyas’ı, Albert’i tanıdım… Bir gün çocuk aklı işte, top oynarken pasomu kaybettim ve Albert’in pasosunu alıp Taksim-Bakırkö y otobüsüne bindim. Aklım sıra 40 krş olan otobüs biletinden kurtulacağım. Çocukluk işte, hafta sonu sinema biletine ek yapacağım!… Tam Bakırköy’e geliyorduk ki, İncirli’den “kondüktör” bindi ve kapının önünde ilk ben duruyordum;
– Paso, bilet dedi?
Albert’in pasosonu gösteriverdim. Adam bir bana bir resme baktı. Bileğimden tuttu Meydan’da indirdi, doğru karakola götürdü. İfadeler verdim, utancımdan yüzüm kızardı kendime yediremedim, bacaklarım zangır zangır titriyordu… 14 yaşlarında falandım… Orta iki, ya da son… Sonra birkaç kez de mahkemeye çıktım…
O gün anlayışsız yöneticilere isyan ettim! Suçum sadece çocukluğun verdiği bir kandırmacaydı…
Tamam ben kabahatliydim ama suçun cezasını bile bilemeyecek bir ufacık çocuğa verilecek ders karakola götürmekten çok daha başka bir yaklaşımla da olabilirdi. Sevgi gibi… Kulağını çekip bir daha yapmamasını dilemek gibi. Affetmek gibi. Tam bilet aldırmak gibi…Eğitimli bir insana böyle bir kandırmacanın asla yakışmayacağını söylemek gibi…
Beni korumayan devlet görevlisine son derece kızmıştım. Resmen beni güçsüz bulmuş tepeme binmişti. Söz hakkı bile vermemişti… Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecekken her seferinde beni aşağılamış, susturmuştu. Çevredekiler beni sahiplenerek “Bırak çocuğu daha çok küçük. bir hata etmiş, affet” demelerine rağmen o inadını sürdürmüş ve ısrarla “ben görevimi yapıyorum” demişti…
Tıpkı bugün 301 kaldırılmalı diyenlere karşı devletin takındığı tavır gibi…
Hiç unutmam o günü…

Sonra Ohannes’le okudum yıllarca… Çok tonton, çok şeker, çok yuvarlak, yusyuvarlak tombul bir çocuktu Ohannes Filiposoğlu…
Ohannes Ermeniydi… Bir insan bu kadar mı hoşgörülü olur, bu kadar mı güler yüzlü olur, bu kadar mı eli açık olur…
Her öğlen bütün arkadaşlar hep beraber o zamanın meşhur “tatlı yiyelim, tatlı konuşalım Sakarya’da buluşalım” diye radyo reklamları veren “Sakarya” pastanesine gider tıka basa tatlı yerdik. Bir ara adet olmuştu… Teker teker hepimiz bir bahane ile masayı terk eder hesabı son kalan Ohannes’e ödetirdik. Çünkü Ohannes 16-17 yaşında bile yüz kiloya yakın olduğu için bizim gibi birden sekip ortadan kaybolamazdı. Ohannes her seferinde hesabı öder, gıkını çıkartmaz tam tersine okulda gördüğümüzde karşıdan bize gülerek yaklaşır, Ermeni şivesiyle; “Oğlum bu ne re’zalet! Ben senin babanım?…” diyerek hepimizi güldürürdü. Ohannes hiç de zengin bir ailenin çocuğu değildi… Sonraları İsviçre’de taksi şoförlüğü yaptığını duydum ve bir gün de ölümünü…
İşte o an içim yandı. Ohannes, ölüm ona yakışmayacak kadar arkadaş canlısı. yürekli, mert, paraya değer vermeyen, hep gülmek ve iyilik yapmak için yaşayan bir Ermeni çocuğu idi…

Hrant Dink’in menfur saldırı sonucu ölümünde de içim yandı!
Ne diyordu Hrant;
“301’den dolayı ceza alırsam bir gün bile durmam giderim.”
Evet Hrant sözünde durdu ve gitti!
Bir daha geri dönmemek üzere…

İşin garibi;
Yasalar cezasını vermedi…
Bireysel yasayla infaza uğradı Hrant!
Ogün karar verdi,
Ertesi gün vurdu!…
Bu kadar mı kolay!

Hem 301’den kulp takıp insanları dünyaya tellal edecek, hedef göstereceksin, hem idam cezasını kaldırdım deyip sonu ölüm olmayan en ağır suçlara çanak tutacaksın.
Kim korkar hain kurttan!

Varsın dünya idam cezasını kaldırsın,
Ogün bugün kötülük yapanın da suçu varsın yanına kar kalsın, dersen olmaz!

Hiç şüphesiz;
Devletime canım feda…
Ama bu canı da devlet koruyacak…
Cumhuriyet tarihinde vurulan 62. gazeteciymiş Hrant. Daha öncekiler de Ahmet, Mehmet, Çetin, Uğur…

Ohannes’i andım yine…
“Oğlum re’zalet. Ben senin babanım?” deyişi kulaklarımda yankılandı…
Evet; Ohannes hiç birimizin babası değildi ama bir baba şefkatiyle karşılardı bizi o devlet gibi bedeniyle…
Ve onu hiç unutmadık

Yorumlar kapatıldı.