İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kökü dışarıda değil, tam içimizde

 

Üstte, İttihat Terakki önderleri, yanda Mustafa Suphi ve arkadaşları.

Trabzon’da yaşananları değerlendirirken ve Hrant Dink’in cinayetini anlamaya çalışırken, işsizlik, yoksulluk ve diğer unsurların yanı sıra tarihsel arka planla bunun üzerine özenle inşa edilen ve ‘devletin güvenlik algılaması’ diye şifrelenen derin projeleri de gözönünde bulundurmak gerekiyor

AYŞE HÜR

1908 Devrimi, bugün yaygın biçimde kabul gördüğü gibi, vatansever subayların hürriyet şiarıyla gerçekleştirdiği bir çeşit halk ayaklanması mıydı? Tarihçi Şükrü Hanioğlu’na göre 1905 sonbaharına kadar entelektüel niteliğini muhafaza eden Jön Türk hareketi, Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nâzım Beyler tarafından, Ermeni Daşnaktsutyun ve Makedon VMORO (Dahilî Örgüt) teşkilâtlanmaları taklit edilerek, yeniden örgütlendikten sonra iktidara yürümeye başlayan çeteci bir hareketti. Ancak esinlendiği örgütlerin devrimciliğine karşı bu hareket “muhafazakâr” bir karakter taşıyordu, çünkü esas amacı mevcut düzeni korumaktı. Bu hareket öyle katı bir hareketti ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (İTC) muhalefet etmek vatan hainliği ile eşdeğerdi. Hainlere gereken dersi, “fedailer” verirdi. Fedailer merkez heyeti tarafından mevcudiyeti vatan için tehlikeli olduğuna hükmedilen herkesi ortadan kaldırmaya yetkiliydiler. Gerektiğinde merkezin talimatlarını beklemeden eyleme geçme hakkına da sahiptiler.
Ama, sadece fedailer değil Cemiyet’in “millî taburlar” adını verdiği birlikler de askeri ayaklanmayla ilgisi olmayan eylemleri gerçekleştirmişlerdi. Örneğin Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa, Makedonya maceralarını anlatırken, “Osmanlı üniforması ile yapamayacağımı Yunan eşkıyası kıyafeti ile yapabiliyordum. Askerlerim arasında seçtiğim kırk kişiye Yunan eşkıyalarının Andart kıyafetini giydirip münasip gördüğüm gecelerde önemli bulduğum komite reislerini yakalayıp yok ediyor ve sonra yanına ‘bunu ben öldürdüm’ diye bıraktığım pusulayı Kaptan Aetos’un mühürü ile mühürlüyordum” der. Buraya kadar anlatılanlar, “hedefe ulaşmak için her yol mubahtır” diye düşünen “vatanseverler” için gurur vesilesi bile olabilir, ancak aynı Halil Paşa’nın, daha sonraki yıllarını anlatırken, “İstanbul hapishanelerinden dört bin kadar gönüllü seçtim, bunları Yıldız’daki Zuhaf Alayı Koğuşları’na yerleştirdim ve 45 günlük bir program tatbik ederek, silah kullanmak, bombalamak ve avcılık yapmayı öğrettim” diye devam etmesine ne demeli? Ancak Halil Paşagiller bunları anlatırken mahcup olmazlar çünkü amaçlarının kutsal olduğuna inanırlar. Çünkü “vatan hastadır”, “vatan tehlikededir” ve kendileri “sosyal tabipler” veya “Halaskâr Zabitler” olarak vatanı kurtarıyorlardır!

Çeteler
Balkan Savaşı sonrasında, 130 bin civarında Rum’un korkuyla Ege’yi terk etmesinde İTC’nin gizli istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın yönlendirdiği çetelerin tehdit ve saldırılarının büyük rolü olduğunu, bu olayı bizzat örgütleyen Celal Bayar’ın ‘Ben de Yazdım’ adlı anılarından biliriz. l. Dünya Savaşı sırasında ise çetecilik artık alenen yapılır. Mesela 26 Kasım 1914 tarihinde Emniyet-i Umum Müdürlüğü’nden, çeşitli il ve mutasarrıflıklara çekilen bir telgrafla, “Kafkasya’da çetecilikte istihdam olunmak üzere (.) adama lüzum vardır (.) Laz ve Çerkezlerden çeteciliğe elverişli ne kadar eşhası tedariki kabil olabilirse…” denir. Nitekim, Mütareke döneminde İttihatçılar aleyhine Ermeni Kırımından dolayı açılan Ana Davanın 7. oturumunda, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kafkas bölgesi sorumlularından, İTC Merkez Komitesi Üyesi Yusuf Rıza, tehcirdeki kanlı rollerine ilişkin belgelerin ağır suçlayıcı niteliği karşısında söyleyecek söz bulamayarak, İTC’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın cinayetlerdeki rolünü kabul etti.
Peki Cumhuriyet döneminde bu işler nasıl gelişti? Ömrü boyunca Mustafa Kemal’in en sadık arkadaşı olan Falih Rıfkı Atay, ‘Çankaya’ kitabında, “Savaş bitip de İngilizler ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni öldürüşçülüğünün hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katıldı” der. Hakikaten de, Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Barutçuzade Ahmet, Yenibahçeli Şükrü (Oğuz) Bey, (Deli) Halit Paşa, (Küçük) Kazım, Hilmi, Nail, Avni, Köprülü Hamdi beyler ile daha sonra Cumhuriyet hükümetlerinde bakanlık yapan Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda, Pirinççizade Arif Fevzi, Ali Cenani Bey, Tevfik Rüştü Aras gibi yüksek sınıftan beylerin Ermeni Tehcirinde vahim rolleri vardı. İsmail Canbulat, Pertev ve Cafer Tayyar beyler, Yüzbaşı Arap Nuri, Yüzbaşı Hüsamettin, Ahmet Rıfat, Yüzbaşı Tahir, Kara Kemal, Halis Turgut ise Ege’deki Rumları kaçırtma işinde çalışmışlardı. İpsiz Recep, Dayı Mesut, Kara Aslan, Kel Oğlan, Yahya Kaptan, Giritli Şevki, Giritli Caferaki, Serezli Parti Pehlivan gibi kabadayılar ise hem Ermenilere hem de Rumlara yönelik katliamlarda yer almışlardı. Ancak, bu suçlular ordusu yetmemiş olmalı ki yenileri de istihdam edildi. Milli Mücadele’nin önemli figürlerinden, Teşkilat-ı Mahsusa’nın rahle-i tedrisinden geçmiş Çerkes Ethem, hatıralarında şöyle der: “Kütahya ve buraya bağlı yerlerde bulunan hapishanelerde yatan mahkûmların bir hayli yekûn tuttuğunu mutasarrıfla konuşurken öğrenmiştim. (.) Bunlardan dört yüz kadar cürüm sahibini ertesi gün serbest bıraktırdım. Hepsini Kütahya’da topladım. Kendilerine silah, cephane, verdim (.) Bunlara vaadim düşmanla fedakârane savaştıkları takdirde en yakın ve müsait zamanda geri kalan mahkûmiyet müddetlerini af ettirmekti.”
Nitekim, Milli Mücadele’nin Ege’deki mutemet adamı Demirci Mehmet Efe’nin yörede işlenmedik suç bırakmadığı için dağa çıkan bir eşkıya olduğunu, Milli Mücadele’de yer almak suretiyle suçlamalardan kurtulduğunu biliyoruz. Efe’nin yöredeki Rumları Yunan ordularına karşı rehin tutmaya kalkışmasına itiraz eden ahaliye kızıp Denizli’yi ateşe vermesini olayları soruşturmak üzere Ankara’dan gönderilen Asliye Hukuk Hakimi Sındırgılı Süreyya (Örge Evren) Bey’in anılarından biliriz. (Efe’nin suçlu olduğu anlaşılmış ama Ankara tarafından affedildi). Karadeniz bölgesindeki Rum ve Ermenileri mağaralara, gemi kazanlarına doldurup yakan ve adeta ödül olarak Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanlığı’na atanan Giresunlu Topal Osman’ın hikâyesini daha önce anlatmıştık. (22 Ocak 2006, Radikal İki) Şimdi de bir başka çeteciyi, Trabzonlu kayıkçı kahyası Yahya’nın korkunç marifetini analım.

Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı
Bilinen hikâyedir, TKP’li Mustafa Suphi, karısı ve bazı yoldaşları, Mustafa Kemal’le yaptıkları yazışmalardan aldıkları cesaretle Moskova’dan Türkiye’ye gelmeye karar verirler. 28 Aralık 1920’de Kars’a varırlar ama gruptan iki kişi (Mehmet Emin ve Süleyman Sami) “propaganda yaptıkları” gerekçesi ile tutuklanınca Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’le konuşmak üzere Ankara’ya gitmeye karar verir. (Aslında bu iki kişi polis ajanıdır.) Ama kafilenin güvenliğini sağlamakla yükümlü olan Kazım Karabekir Paşa, bunu yapmak yerine güzergahtaki mülki amirlere imalı telgraflar çeker. Satır aralarını okuyan “vatansever güçler” ellerinden geleni artlarına koymazlar ve kafileyi Erzurum’a sokmazlar. Grup bu sefer Trabzon’a gitmeye karar verir ancak Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti başkanı ve eski Teşkilat-ı Mahsusacı Barutçuzade Ahmet Bey’in oğlu Faik Bey’in gazetesi İstikbal’in kışkırtıcı yayınları sayesinde Trabzon’da halk çoktan galeyana gelmiştir. Çünkü 15 komünistin bile vatanı tehlikeye sokmasından korkarlar! Can güvenliklerinin olmadığını nihayet anlayan grup Bakü’ye dönmeye karar verir. Trabzon’daki Sovyet Konsolosu Bagirof’un araya girmesi ile yetkililer Suphileri 28-29 Ocak 1921 gecesi, kayıkçılar kahyası Yahya’nın temin ettiği motora bindirir. Ama motor Bakü’ye hiç gitmez. Yahya’nın adamlarından Faik Reis ve şürekası Sürmene açıklarında Suphilere yetişir ve hepsini boğarak denize atar. Cinayetin görgü tanığı Abdülkadir Yoldaş’ın başka şahitlerce doğrulanan ifadesine göre, Yahya Kahya, Suphi’nin eşini önce kapatması yapar, sonra eşraftan Nemlizade Ragıp Bey’e devreder, ardından da Rizeli kabadayılara hediye eder. Zavallı kadın, bir alem sırasında hayatını kaybeder.
Suikast haberinin duyulması üzerine Sovyet Dışişleri Komiserliği olay hakkında bilgi ister, Ankara olayı “deniz kazası” olarak gösterir, ancak Kazım Karabekir gibi Doğu cephesi komutanları “öldürme” olayını kabul ederler. Mete Tunçay’a göre, öldürme işinden Ankara’nın haberdar olduğunu kestirmek zordur ancak kararın Kazım Karabekir’den çıktığı kesin gibidir. Peki Sovyet Hükümeti’nin tavrı ne oldu? Elbette Sovyet Rusya’nın “alî çıkarları uğruna” olay sineye çekildi.
Ancak hikâye burada bitmez. Bir süre sonra, Yahya Kahya’nın Mustafa Kemal’in ezeli rakibi Enver Paşa ile temasa geçtiğinin duyulması Ankara’da rahatsızlık yaratır. Uzun takiplerden sonra ele geçen Yahya Kahya 12 Ocak 1922’de yargılanmak üzere Sivas’a gönderilir. Araya “hatırlı” birilerinin girmesi ile serbest bırakılır ve Trabzon’a döner. Ancak, Suphilerin öldürülmeleri meselesini ima ederek sağda solda “Sanki bütün işlerde ben tek başıma mı idim? Daha üstüme varırlarsa her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim” diye tehditler savurması üzerine defterinin dürülmesi farz olur. 3 Temmuz 1922’de, Ankara’da kimliği bilinmeyen kişilerce öldürülünce Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’in bu olayı kendi üzerine yıkmaya çalıştığını iddia ederek, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’i tahkikata memur eder. Ali Şükrü Bey raporunda Yahya’nın Giresunlu Topal Osman ve adamlarınca öldürüldüğünü ileri sürer ancak olay hiçbir zaman açıklığa kavuşmaz. Topal Osman’ın akibeti ise Meclis’te Mustafa Kemal’in tepesini attıran Ali Şükrü Bey’i öldürdükten sonra müsademede öldürülmek olacaktır.

Çetecilik geleneği
Yerimiz bittiği için geçen hafta Rize’de büyük infiale neden olan bir başka namlı çeteci “Emice” İpsiz Recep’in siciline değinemedik. Ama bu kadarı bile, Trabzon ve havalisinin İTC’den devraldığımız, Milli Mücadele’de beslediğimiz, daha sonra da iyice semirttiğimiz gayrimüslim düşmanı çetecilik geleneğinin tarihsel merkez üslerinden biri olduğunu göstermeye yeter. Nitekim, 26 Şubat 2006’da, Trabzon Türk Ocağı toplantısında bir konuşma yapan ASAM’ın kurucularından Prof. Dr. Ümit Özdağ “Trabzon tarihine uygun bir direniş merkezidir. Trabzon ve bölge, Türkiye’nin güvenliği için hayati öneme sahiptir (.) 15 yıl önce Türk Devleti’nin güvenlik birimleri bana başvurarak Karadeniz Bölgesi’nde psikolojik operasyonlara karşı konferanslar verilmesini istedi. Bu bölge devletin güvenlik algılaması içine girdi” (Karadeniz’den Güne Bakış, 17.03.2006) derken veya Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir “Trabzon halkında bayrak ve vatan sevgisi, Tanrı sevgisi kadar kutsaldır. PKK bu yörelere gelememişse bunun nedenlerinden biri, bu insanların silah sevgisidir. Bu insanlar kırsalda da olsa hepsi silah taşıyor. Biz isteyene ruhsat veriyoruz. Tabii şartları taşıyanlara. Kayıtlı silahtan korkmamak lazım.” (Hürriyet, 11 Şubat 2006) diye içimizi ferahlatırken (!) bu geleneğe atıfta bulunuyorlardı. Yani son zamanlarda Trabzon’da yaşananları değerlendirirken hele de Hrant Dink’in cinayetini anlamaya çalışırken, işsizlik, yoksulluk, “Nataşa faktörü”, “Trabzon halkının doğanın da etkisi ile çabuk sinirlenmesi” gibi unsurların yanısıra bu tarihsel arka planla bunun üzerine özenle inşa edilen ve “devletin güvenlik algılaması” diye şifrelenen derin projeleri de gözönünde bulundurmak faydalı olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.