İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kocayürek

 

Hrant Dink, bizleri acı ve utanç duyguları ile bırakıp gitti. (Fotoğraf, Anadolu Kültür’de bugün sona erecek olan sergiden alındı.)

İnsanların ‘birinci sınıf’ vatandaşlıklarını kaybetme, ‘öteki’ vatandaşlar ile eşit olma korkusu üzerinden yapılan siyasetin yaygınlaşması, faşist bir sürecin habercisidir

AYŞE KADIOĞLU 

Hrant Dink’i düşününce hep aklıma birkaç yıl önce gördüğüm filmin zihnime mıhlanan bir sahnesi gelir. Filmde (Meryl Streep ve Diana Keaton gibi) güçlü oyuncuların canlandırdığı iki kardeşten biri diğerine, “Sen yaşamın boyunca şanslıydın çünkü ailemiz seni hep çok sevdi” der. Diğer kardeş ise ona şöyle cevap verir: “Ben aslında sevilmiş olmaktan ziyade, onları bu kadar çok sevebilmiş olduğum için şanslıyım”. Evet, sevilmek çok ama çok önemli ve şüphesiz Hrant Dink de çok sevildi. Ama bence onu ayırt eden en önemli özelliği “sevmeyi” hem de “çok sevmeyi” bilen bir kocayürek olmasıydı. Samimiyeti, gülen gözleri insanı hayrete düşürecek kadar sahiciydi.
Çok değil, bundan en fazla beş yıl kadar önce bir büyük yuvarlak masa etrafında, bir toplantıda, birbirimizi önce sezgilerimizle fark etmiş, sonra da tanışmıştık. Ve sonra birdenbire, yıllardır tanışıyor gibi olduk. Çünkü Hrant Dink öyle birisiydi. Sezgilerini hemen her yerde devreye sokuyor, biz uzun uzadıya ölçüp biçmekle, tartmakla, hesap yapmakla uğraşırken, o bizim etrafında dolandığımız kelimeleri olanca içtenliği ve açıklığı ile söyleyiveriyordu. Etrafına o kadar çok pozitif enerji veriyordu ki, onunla birkaç saat geçirdikten sonra, insanın düz adımlar ile yürümeyi bırakıp bazen küçük çocukların yaptığı gibi neşe ile sıçraya sıçraya yürüyesi geliyordu. Heyecanı, haşarılığı, neşesi, kendisini eleştirebilmesi, dürüstlüğü ile eşine az rastlanır güzelliklerden birini yitirdik.
Başına gelen her şeye rağmen, Hrant Dink’in sevmeyi bu denli iyi bildiği ve becerebildiği için şanslı olduğunu düşünebilir miyiz yine de? Kesinlikle hayır. Çünkü yaşamayı istiyordu, yaşama tutku ile bağlıydı, daha verecek çok sevgisi vardı. Bizlerden ayrılmaya mecbur edildi. Bu memleketi sevmeyi kendi tekeline almaya çalışanlar, onun enerjisinden, coşkusundan, yapıcılığından, içtenliğinden rahatsız oldular. İlle de herkesin birbirine benzemesini şart koşan, tek dilli, tek dinli vatandaşlık anlayışından ve bölünme endişesinden beslenen bir dünya görüşü ile bu memleketin siyasetini korkulara kurban ettiler. Hrant Dink bu memleketin insanlarını oldukları gibi ve korkulara prim vermeden, farklılıkların yaşatılmasının getireceği zenginliği vurgulayarak, seviyordu. Onun gibi bir kocayürek daha gelecek mi bu topraklara? Bugünlerde buna olumlu cevap vermek çok ama çok zor. Bu ülke (devleti, hükümeti, basını, televizyonları, askeri ve sivili ile) çok değerli bir insanını yok etti ya da yok edilmesine seyirci kaldı. İşte bu yüzden bence artık uzun bir süre sevilmeyi hak etmiyor. Bu satırları yazarken, Hrant Dink’in bana itiraz ettiğini, “ama yapma şimdi” dediğini görür gibi oluyorum.
Kendi kendime yaptığım amatör psikolojik tahlillerde, sevmeyi becerebilen insanlara, çocukken sağlam birileri tarafından değer verilmiş olduğunu düşünmüşümdür. Hrant’ın çocukluğu ise malum acılar içinde geçmiş. Ama ne olmuşsa olmuş, belki hayran olduğu dedesi ya da diğer aile bireyleri, birlikte büyüdüğü eşi, dostları onu sevgiden mahrum bırakmamışlar ve o da kendi kişiliğini bunların yardımı ile şekillendirmiş. Hrant Dink coşkusu, neşesi ile hepimizi yıllardır sardı sarmaladı. O kendisini vuran ya da vurmaya azmettirilen kişiyi bundan vazgeçirebilecek kadar gerçek bir insandı. İnsana insan olduğunu hatırlatmak için bu dünyaya gelmiş gibiydi. Murat Aksoy’un Yeni Şafak’ta yazdığı gibi eğer katil onunla çok değil 5 ya da 10 dakika konuşsaydı onu vurmaktan vazgeçebilirdi (21 Ocak 2007).
Aklından geçenleri Hrant Dink kadar iyi dile getirebilen insan azdır. Bu durum gerek konuşurken gerekse de yazarken böyle idi. Kelimelerin etrafında dans etmeden yalın bir şekilde konuşur ancak acıklı olmanın kolaycılığına da prim vermezdi. Onun bulunduğu yerde sahicilik ile kuşatılırdı insan ve bu duyguyu çok özleyeceğimizi biliyorum. Kulaklarınızı bile tıkasanız, Hrant size meramını anlatmanın tatlı bir yolunu bulurdu. Onu dinlemek bir zevkti. Onu bir daha dinleyemeyecek olmak ne denli büyük bir kayıp!

Korku siyaseti ve faşizm
Şüphesiz, tekil seslerden başka ses duymak istemeyen, ulus ile devlet arasındaki bağın gevşemesinden huzursuzluk duyan “korku milliyetçileri” onun gibi köprüler kurmaya doğuştan yatkın bir kişilikten korktular. Hem de kendilerinden farklı kabul ettikleri kimliklerin milliyetçilerinden bile hiç korkmadıkları kadar… Bugün artık Türkiye’de “korku”dan beslenen tekil milliyetçilikler “tekillik” noktasında buluşurken, farklı kimlikleri muhafaza ederek aralarında iletişim kurmak isteyenler ile de çatışıyorlar. Farklılıklar ile birlikte yaşamaktan, kendi “birinci sınıf” vatandaşlıklarını yitirmekten korkanlar, tıpkı Eflatun’un ‘Devlet’te anlattığı gibi, mağaradan dışarı çıkmaktan korkan esirler gibiler. Onlar bu memleketin insanlarını korkulardan arındırmak yerine, korku ve endişeleri körüklüyor, onları yüceltirmiş gibi yaparken aslında küçültüyorlar. Korku iliklerine işlemiş. İnsanların “birinci sınıf” vatandaşlıklarını kaybetme, “öteki” vatandaşlar ile eşit olma korkusu üzerinden yapılan siyasetin yaygınlaşması, faşist bir sürecin habercisidir. Ayrıcalıkları kaybetme endişesi toplumları sonunda hakları kaybetmeye götürür.
Türkiye’de uzunca bir süredir korku siyaseti yapılıyor. Bu memleketin insanları nicedir, onları gündelik yaşamlarında ilgilendiren sağlığa, eğitime dair birçok konuyu, talep edilmeyi bekleyen haklarını ve gelir dağılımındaki eşitsizlikleri bir kenara bırakıp, “korku” üzerinden Cumhurbaşkanlığını, Kürt meselesini, Ermeni kimliğini düşünmeye sevkediliyor; en önemli meselelerin bunlar olduğunu düşünmeye itiliyorlar. Mağaradan çıkmaktan korkuyor, ışığa bakmaktan çekiniyorlar. Milli marşları “korkma” diye başlayan Türkler, ironik bir durum ama, her geçen gün yeni bir korkunun pençesinde kıvranmaya, endişe nöbetleri içinde yaşamaya itiliyorlar.
Hrant Dink, bizleri acı ve utanç duyguları ile bırakıp gitti. Ona kalsa o gitmeyi hiç istemezdi. Ona bu memleketi fazla görenler, aslında bu memleketi ne denli eksilttiklerini bilmiyorlar. Çöl olsun da bizim olsun der gibiler. Bizi susuzluğa, renksizliğe mahkum etmeye hazırlanıyorlar. Çeşitlilikten ürken, herkesin birbirine benzemesini iyi bir şey zanneden, vatanseverliği tekeline alan, çoraklık tellallığı yapan bir düşünce biçimi bu. Üstelik kendilerine benzemeyeni sevmeyi de bilmiyorlar.
Bıkıp usanmadan ve cömertçe verdiği sevgisi için Hrant Dink’e teşekkür borçluyuz. Onu yaşatamayan Türkiye utanmalı. Hrant ise biliyorum ki gitmek zorunda kaldığı yerden hâlâ bizi seviyor.

AYŞE KADIOĞLU: Sabancı Üni.

Yorumlar kapatıldı.