İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

”Beyinlerine sıkacaksın, şerrefsizler…”

 
Off, Dink bu aralar biraz fazla gücenik bir üslupla yazıyor diye düşünüyorum, inşallah başına bir şey gelmez. Yok yok gelmez…Tezimin başına oturuyorum

İPEK SEZGİN 

İstanbul, 19 Ocak 2007, saat 17.00
Telefon çalıyor. Tezimle uğraşmayı bırakıp telefona koşuyorum. Arayan kocam, Ali. Sesi sıkkın geliyor. Yorulmuş herhalde diye düşünerek, “Ne oldu nasılsın?” diye soruyorum. Bana boğuk bir sesle İpek sana kötü bir haberim var diyor. İçim sıkışıyor, “Birine bir şey mi oldu” diye yavaşça soruyorum. Hayır cevabını duymayı umarak bekliyorum. “Evet, Hrant Dink’i öldürmüşler” diyor. Kulaklarım uğuldamaya başlıyor. Televizyonu açıp haberleri izlemeye başladığımda da hayatımda ilk defa ciğerim yanıyor. ‘Ciğerim yanıyor’ bir deyim zannediyordum, değilmiş. Kalbim ve akciğerim nefes alıp verirken yanıyor gibi hissediyorum. Kız kardeşimi arayıp haber vermek için telefona uzandığımda onun bana mesaj attığını görüyorum: Hrant Dink öldürülmüş. Önce, nedense, kız kardeşimin ve kocamın böyle bir ölüm haberini vermek zorunda bırakılmasına çok içerliyorum. Bir anda, hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. Hrant Dink’e ağlıyorum. Ne kadar tatlı dilli, yumuşak, sevecen, bir insandı. Nasıl kıyarlar? Aklımdan binbir türlü şey geçiyor. Korku ve isyan. Korku ve inkar. Korku ve unutkanlık.

İstanbul, yılbaşı gecesi, 2007
Sabah bayramı kutladık, gece ailece yeni yıla girdik, şimdi de Ali ve ben Taksim’e arkadaşlarımızla buluşmaya gidiyoruz. Bostancı’da bindiğimiz dolmuş son iki yolcusunu da aldı. Belli ki epeyce içmişler. 20’li yaşların ortalarındalar. Bizimle ön koltukta oturan, dolmuş fiyatlarına gelen zamdan konuya girerek AKP hükümetine verip veriştiriyor. Her cümlesinin sonunda da “Hayır, benim için önemli değil, öderim ne olacak, ama vatandaş ne yapsın” diyor. O kadar bağırarak konuşuyor ki, kendi düşüncelerimizi duyamıyoruz. Olsun, dinliyoruz. Konu dönüp dolaşıp, Avrupa Birliği’ne geliyor. AB’ye girilmesi gerektiğini söylüyor. Türkiye’nin ekonomisi için, kalkınmak için. “Ben bir mağazanın müdürüyüm, biliyorum bu işleri” diyor. “Yanlış anlamayın ben milliyetçiyimdir aslında” diye de ekliyor. İstanbul’da bir ilçenin MHP gençlik kolları eski başkanıymış. Ama şimdilerde yumuşamış, daha bir demokrat olmuş, hatta küpe takıyormuş. Dolmuş şoförünün mülayim tavrının da etkisiyle gergin başlayan tirat böylece biraz yumuşayarak bitiyor diye biraz rahatlıyorum, kocamla sohbet etmeye başlıyorum. Gözünü sevdiğim AB demeye kalmadan, arkadaki arkadaşı sazı alıyor eline. “R”lerin üzerine basa basa “Bu ülkeyi yönetenler “şerrefsizdir” diyor. Sonra yoksulluğa kızıyor, sonra da solcu olan yoksullara. “Yoksulluğu kullanan solculara alet oluyorlar” diyor. Ne demekse. Hemen açıklıyor. “Solcuların hepsi Ermenidir, Alevidir, şerrefsizdir.” Ben gerilmeye başlıyorum. Dönüp sorasım var, hayatında yakından kaç Ermeni tanıdın, kaç Alevi? Hakaret etmek için kullandığı sıfatlara bak. O devam ediyor “Solcular ateisttir, zengindir, askerlik yapmaz, ben iki yıl askerlik yaptım Doğuda” diyor. Dönüp solcu, agnostik, Amerika’da doktora ve asistanlık yaptığı için bir ay askerlik yapmış kocama bakıyorum. Özellikler tutuyor. Bir eksiği var yalnız, zengin değil. Ülkesinden uzakta yaşayamadığı için yıllık yüz bin dolar maaşlık işleri reddedip yerine Türkiye’de akademisyen maaşına talim ediyor. Her ayın sonunu nasıl getireceğiz diye uykusu kaçıyor. Ali elimi sıkıp beni uyarıyor, “Bırak adam sarhoş.” İyi ki de uyarıyor. Boğaz köprüsünün üzerinden geçerken “milliyetçi delikanlı” iyice celalleniyor: “Bu Ermenilerin, Alevilerin, solcuların hepsinin kafasına sıkacaksın. Şerrefsizler”. “Eğer bu dolmuşta solcu varsa beynine sıkarım onun, dolmuştan atarım.” İçimi ilk defa bir dehşet duygusu kaplıyor. Ama şaşırtıcı bir şekilde özgürleştirici bir isyan ve kendine güven duygusu da hemen takip ediyor. Bu arada delikanlı, solcu, Alevi ve Ermenilerin işini bitiriyor, İslamcılara saldırmaya başlıyor. “Vatan hainleri, kara böcekler, asacaksın bunları…” Gözümün önüne tez için görüşürken benim gibi, onun gibi, Aleviler gibi, Ermeniler gibi, herkes gibi gülen, kızan, ağlayan, sevinen, endişelenen İslamcılar, çocukları, eşleri geliyor. Bugün televizyonda biri, “Tetikçisi, Hrant’ı tanısa hayatta ona bu yaptığını yapamazdı” dedi… Delikanlılar, arkada oturan dolmuş müşterilerinden birine kartlarını verip, “Bak aramazsan şerrefsizsin” diyerek Gümüşsuyu’nda iniyorlar. Bütün dolmuş rahat bir nefes alıyoruz. Sonraki üç gün Ali ile birbirimize “sıkarım kafana, şerrefsiz” diye milliyetçi “delikanlıların” taklidini yaparak, kendimize ve basımızdan geçenlere gülerek rahatlamaya, unutmaya çalışıyoruz…

Paris, Nisan 2006
Fransa’da doktora yapan bir grup öğrencinin Paris-Abant toplantısına Türkiye’den katılan gazeteci ve akademisyenlerle yaptığı heyecanlı konuşmalar… Biralar içiliyor, sohbetler ediliyor. Biz öğrenciler, o sıralarda Fransa’da çıkan ve yoğun eylemlerle protesto edilen yeni iş yasasını toplantı sırasında savunan bazı konuşmacıları ve toplantıda oluşan neoliberal ve milliyetçi havayı eleştiriyoruz. Bir ara Fehmi Koru da oturduğumuz kafeye uğruyor. Yıllar önce televizyonda gösterilen, kendisinin Hikmet Çetinkaya ile yaptığı tartışmanın, daha doğrusu Çetinkaya’nın kendisiyle tartışamamasının benim bireysel siyasi tarihimde önemli bir dönüm noktası olduğunu söylüyorum. Kendisi için de öyleymiş. Nezaketen yanımızda bir süre oturup kalkıyor. Hrant Dink de hemen yanımda oturuyor. Diğer öğrencilerle hararetli bir sohbet içinde. O sıralarda 301. maddeden görülen davası hâlâ Yargıtay’da. Yazısını daha mahkemelere düşmeden önce okumuş, ne güzel yazmış, milliyetçiliği ne güzel eleştirmiş diye düşünmüştüm. Milliyetçiler kendilerini “ötekinin” düşmanlığı ile zehirliyordu. Aklımda Amerika veya Fransa’da yaşamayı daha rahat bir yaşam için, kariyeri için veya ailevi nedenlerle seçmiş bir dolu arkadaşım, sormaktan kendimi alamıyorum: “Hrant bey, sorduğum için bağışlayın ama tüm bunlara niye katlanıyorsunuz, çekip gitmek gelmiyor mu içinizden?” (Bu salakça soruyu Filistinli ve muhalif İsrailli arkadaşlarıma da sormuştum.) O gözleri bir çocuk gibi parlayarak “Valla ben yabancı ülkelerde üç gün bile yaşayamıyorum, hemen dönmek istiyorum. Bak iki gündür Paris’teyim, Türkiye’yi şimdiden özledim” diye cevap veriyor. Bir yandan dinliyorum, bir yandan da kendisine onu gördüğüm ilk andan beri aklımdan geçen asıl şeyi söyleyip söylememeyi tartıyorum. “Size baba diyebilir miyim?” Yıllar önce vefat eden rahmetli babama ikizi gibi benziyor. Gülümsemesi, boyu posu, hali tavrı bile aynı. Sonuçta hiçbir şey söylemiyorum, önce gülme geliyor, sonra boğazım düğümleniyor. Kaderin bir cilvesi işte…

İstanbul, 19 Ocak 2007, saat 10.30
Sabah gazeteleri okuyorum. Behiç Aşçı’nın 290. günü. Hrant Dink’in Birgün’deki köşesinin bugünkü başlığı “Tarihin cilvesi”. Yazının son cümlesinin, sonradan ölüm haberini televizyonda izlerken, AGOS’un yeni sayısının manşeti olduğunu göreceğim: “Emin misiniz? Son kararınız mı?” Off, Dink bu aralar biraz fazla gücenik bir üslupla yazıyor diye düşünüyorum, inşallah başına bir şey gelmez. Yok yok gelmez…Tezimin başına oturuyorum.

Yorumlar kapatıldı.