İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Onlar-biz’ ayrımı, bir günlüğüne de olsa aşıldı

Çetin Altan

Hrant Dink’in cenaze töreninde yüz bin kişilik bir insan selinin, ellerinde “Hepimiz Ermeniyiz”, “Hepimiz Hrant Dink’iz” pankartlarıyla kilometrelerce yürümesi; bir türlü “gelişmiş”liğe terfi edemediği için, kendi ırk ve inancıyla övünüp durma avuntusunun kapalı çemberi içine hapsedilmiş bir İslam ülkesinde; hem rastlanmadık, hem de beklenmedik bir manzaraydı.
***
“Vatanı ve milletiyle devletin bölünmez bütünlüğü” türü dogmatik kalıpları; milli gelirin dağılışındaki uçurumlu bölünmüşlük ve Hazine’den geçinmeli kesimin, kendi saltanatıyla güvencesi için yaptığı harcamaları, sağlık örgütlenmesine yapılmış yatırımlarla kıyaslamada ortaya çıkan vahşi dengesizlikle karşılaştırma; mahkeme mahkeme süründürülmek için de yeterliydi, faili meçhul bir cinayet kurbanı olmaya davetiye çıkarmaya da…
***
Vazgeçtik dünya edebiyatını; kendi folkloru ile kendi edebiyatından 10 şairle, 10 yazarı dahi sıralayamayacak kişilerin; “vatan, millet, bayrak, devlet” sevgisini kendi tekellerinde tutarak, tabularla dogmaları çimdikleyen yazı adamlarını, “Türk düşmanı” ilan etmeleri işten değildi.
***
Böyle bir ülkede bir de Ermeni yazarı olmak ve Ermeni vatandaşlarla, çoğunluktaki Türk vatandaşları arasında eşit haklara sahip, demokratik bir platformun ırkçılıkla hançerlenmeyen diyaloglarını yaratmaya çalışmak…
***
Azınlıklara karşı her türlü küfür ve aşağılamanın mubah görüldüğü bir diyarda; Hrant Dink’in gösterdiği medeni cesaret, kolayından rastlanmayacak bir kalibredeydi.
Ve Türkiye’de Hrant’ı, “onlar-biz” ayrımını aşan bir düzeyde değerlendiren bir insan seli çıkmıştı ortaya.
Ne kadar isterdim Hrant Dink’in de, böyle bir mucizeyi sağlığında görmesini.
***
Gerek Can Dündar’ın, gerek Ahmet Hakan’ın, gerek Melih Meriç’in TV programlarında; enine boyuna objektif gözlemlerle ince eleklerden geçirilip incelendi, yeni kuşakların içine kaydığı psiko-sosyolojik ve patolojik durumlar.
***
Gerek Hrant’ın cenaze törenini, gerek TV’lerdeki tabu ve dogmaların üstüne çıkmış olan açık oturumları izleyenler arasında; acaba kimler:
– Vatan elden gidiyor, din elden gidiyor, diye diş gıcırdatıyorlardı?
***
O diş gıcırdatanların da, İttihatçılardan kalma koltuk değnekleriyle kendi ağırlıklarını göstermeye kalkmaları olası…
Ve mevcut “statüko”nun, 21. yüzyıl küreselleşme süreciyle boğaz boğaza gelmeye başlaması; Türkiye’yi de itebilir gitgide büyüyen bir çalkantılar dönemine…
***
Ülkedeki belalı bir kutuplaşmaya karşı, sağlıklı çareleri hayata geçirmenin yolları, kapanmış mıydı, kapanmamış mıydı?
Hrant’ın cenaze törenindeki insan seli, “onlar-biz” ayrımının aşılmakta olduğunu gösteren bir umut tablosuydu.
Ama Hrant’ı korumaya yetmemişti.
***
Bendeniz de iyi bilirim, oligarşik bir yapının kendisi için kalkan olarak kullandığı ve kutsallaştırdığı tabu ve dogmaları fiskelemeye kalkmış kalemlere, hangi cehennemlerin gösterildiğini…
***
Vaktiyle, Hüseyin Cahit’ten, Yahya Kemal’e kadar; görmüş geçirmiş yazı ve sanat adamları da beni kibarca uyarmaya çalışmışlardı:
– “Acılı dönemler geçmişte kaldı” saptamalarına pek kulak asma, buralarda fazla bir şey değişmez, diye…
Ve birden hükümet darbeleriyle idam sehpaları yeniden çıkıvermişti ortaya.
***
Geldik 2007 yılına…
“Vatan elden gidiyor, parçalanıyor”, diye, kendilerini emperyalizme karşı Milli Mücadele’ye adadıklarını söyleyen gençler; Cihangir’de de kapı kapı dolaşıyorlar evleri…
Sınır ötesi askeri operasyon konusu, Meclis gündeminde…
Ve kör kafalı bir gencin Hrant’a sıktığı kurşunlar…
***
Kutuplaşmalarla çalkantılı bir döneme kayılma olasılığı, gelişmiş beyinlere de takılmakta…
Bir de kuruyan göllerle, töre cinayetleri ve maganda tabancalarına sık sık hedef olanlar var…
***
Bütün bunlara karşın, “onlar-biz” ayrımını aşmış yüz binler de, yükseltiverdiler sesleriyle profillerini…
Medyada da, üst düzey bir kalite, “resmi tarih”le maskelenmiş gerçekleri ortaya çıkarmakta…
Örneğin Sakallı Nurettin Paşa’nın İzmir’i nasıl yaktığı ve kimleri linç ettirerek kendi heykellerini diktirmeye kalktığı, açıklanmaya başlamakta…
***
1866’daki Girit baş kaldırısı karşısında; Sadrazam Âli Paşa, Girit’e giderek, adaya muhtariyet vermişti.
Politik muhalifleri kendisini, vatanı satmakla suçlamaya başlamışlardı. O dönemin gençleri de, Sadaret binasının karşısında toplanmış bağırıyorlardı:
– Girit bizim canımız, feda olsun kanımız…
Âli Paşa, toplanmış slogan atan gençlerin askere alınmasını emretmişti. Bir tek genç kalmamıştı ortalıkta.
***
Bendeniz fakültedeyken de, gençler:
– Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır, kahrolsun komünistler, diye bağırırlardı.
***
Kendi siyasal geçmişimizi, şeffaflaştırmaktan ve “resmi tarih”in neleri pas geçtiğinin ortaya çıkmasından korkanlar ve korkmayanlar…
***
Kaba kuvvet gösterisine dayalı bir kahramanlık yerine; hiç değilse Hrant düzeyinde bir medeni cesaret sahibi olma yürekliliği benimsendiğinde; çok şaşırtıcı bir gelişmişlik çıkacaktır ortaya…
Hiç değilse İstanbul’da, böyle bir potansiyelin de bulunduğu devleşiverdi.
***
Siyasal kurnazlıklarla sloganlardan medet ummak yerine; tabu ve dogmaların kelepçelerini kırıp atmanın da; insan olmaya yakışan bir yüceliği yok mu?
Var diyenler, karartmasınlar enseyi…

Yorumlar kapatıldı.