İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hrant’a da, bu ülkeye de böyle cenaze yakışır

 
Neden hep üzülüp sonra doğrusunu yaparız? Yine öyle oldu… Vurulmuş yerde yatarken anladık sevgisini… Peki ya derdini anlatmak için hüngür hüngür ağlarken neredeydik? işte bu yüzden “Hrant burada!” diye cenazesinin arkasından haykırırken herkesin içinde bir acı vardı! Ve yüzbinlerin insanlığı yeniden keşfetmesinin umudu! Bir daha asla geç kalmamak için…

24.01.2007

İçimde bir sıkıntı… Nasıl olmasın? Hrant Dink göz göre göre ölmüş… Bu utana nasıl temizleriz? “Acaba kaç kişi cenazede olacak? Ne olur herkes orada olsun! Birkaç gün önce yaşadığım utanç bu kez onura dönüş-sün!” diyorum kendi kendime… “Bu ülkeye güven” diyor içimden bir ses… Ne doğru bir ses! Taksim’den Harbiye’ye geldiğimde, utancın yerini gurur alıyor. Bir insan denizi ki, tüm insanlığa ses veriyor! Hem de susarak.. Sessizliğin derin bir anlamı var… Yürekleri sızlatan “San Gelin”in namelerini dinliyor onbinler… Bazen Türkçe, bazen Ermenice… “Erzurum çarşı pazar… Leylim aman aman, leylim aman aman, leylim aman aman, san gelin…”

Hüzün satıyor herkesi… Agos’un önünden Şişli’ye, Nişantaşı’na, Elmadağ’a taşan bir kalabalık var… Sol örgütler dikkat çekiyor, her zamanki gibi, ama çoğunluk sade vatandaş…. Tam Türkiye’ye yaraşır cinsten, yürekten üzülen, yürekten sevinen, aynı masada içki içen, aynı cenazede saf tutan… Hani bazı politikacıların “Türkiye mozaiği” dediği şey, işte bugün tek yürek.. Ne yazık ki bu mozaiğin taşlarını bir araya getiren Hrant Dinkin kanı. Sanki kanı akıtanlara inat… Ve herkesin yüzünde o pişmanlık! Onun dediklerini anlamak, duymak istemeyenlere karşı, ona destek vermemenin pişmanlığı…

Melike Teyze haykırıyor: Niye güzellik varsa kötülük olsun!
San Gelin’in ezgilerine yavaş yavaş sloganlar karışıyor, ama çoğunluk onun vasiyetine saygılı; suskun… Önde Hrant Dink, arkada onbinler yürümeye başlıyor… Ağır, ağır! Harbiye’de bir apartmanın camına ‘CIA-MOSSAD Türkiye’nin yakasını bırak’ dövizini asmış alkışlıyorlar… Alkışlar susmak bilmiyor zaten… Kaldırımlardan, iş yerlerinden, evlerden… Kortejin başı sonu belli değil… Herkes arkadaşını arıyor… Eğer çeken bir cep telefonu çıkarsa “Neredesin?”sorusu Harbiye’den gidiyor, cevap “Tarlabaşı’nı geçtik.. Kortejin önünü göremiyorum” oluyor.

Artık mesleğimin gereğini yapma zamanı…
Duygularımı da yanıma alıp teybi açıyorum… Bitlisli Naif Yıldırım, ta Sultanbeyli’den kalkıp gelmiş. Sabahın 8’inde… “Neden buradasınız?” diye soruyorum. “Bitlisli’yim, Kürdüm… Haksızlık neredeyse, zulüm neredeyse orada olmaya çalışıyorum” diye başlıyor söze… Onun sözünü Barış Anneleri’nden Melike Kartal tamamlıyor: “Kürt, Türk, Ermeni, hepimiz tek bir yumruk olmazsak daha binlerce Hrant Dinkler öldürülür bu ülkede.”

“Peki ne hissediyorsun?” diye soruyorum. “Kendi kardeşim, evladım ölmüş gibi. Niye iyilik, güzellik varsa kötülük olsun? istediğimiz demokrasi ve barış… Bu ikisi olmazsa her-şey gelir başımıza!” diyor. “Peki barış nasıl sağlanır?” soruma ise yanıtı net oluyor Melike Teyze’nin: “Tek bir kaleme bakar barış. Son noktayı barış koymalı… Diyorlar ki, Adalet Bakanı istifa etmeli, içişleri Bakanı istifa etmeli!’ Elbette etmeli. Ama bu zihniyet meselesi… Zihniyet değişmeli. Yoksa Hasan gider, Haso gelir. Tek çözüm demokrasi.”

“Güvercin gibi yaşayanlar sadece Ermeniler değil!”
Kortej ilerliyor, ben de hızlanıyorum… Tak-sim’deyiz artık… Bir amca takılıyor gözüme, iki gözü iki çeşme! Üsküdar’dan gelmiş, adı Cemal Karataş… “îyi misin amca?” diye yanaşıyorum yanına, “iki oğlum ölmüş gibi acı içindeyim. Ben Sivaslıyım kızıyım, Aleviyim… Ben de yıllardır tıpkı bu delikanlı gibi güvercin te-dirgjnliğiyle yaşıyorum, sağıma soluma baka baka, korkuyla… Sadece Ermeniler değil bu ülkede güvercin gibi yaşayanlar” diyor ağlaya ağlaya… Sonra, “Allah o delikanlının mekanını cennet etsin” diye koyuyor son noktayı.

Tarlabaşı’ndayız… Kortejin ucu bucağı yok.. Bazı gruplar reklam sloganlarına başlıyor… Hem gereksiz, hem duygusuz! “Faşizme ölüm, halka hürriyet!” Yine azınlıklardan bir genç, ama azınlığı farklı, terbiyelice bir ‘gay’, “Neden birileri ölmeli? ister faşist, ister Ermeni… Biz bunun için mi yaşıyoruz?” diye soruyor. Bozuluyor slogancılar, neredeyse itip kakacaklar ki, bu kez insanlık ağır basıyor… Çevredekiler “Hayvan” diyen bir slogancıya hep bir ağızdan, “Burada hayvan yok Hepimiz insanlık için yürüyoruz” diye cevap veriyor. Slogan kesiliyor. Bu kortejde yasak olması gereken tek söz varsa o da ‘ölüm’…

Kaldırımda ellerinde Hrant Dink’in posteri 60-65 yaşlarında iki kadın… Biri başörtülü Türk, diğeri Rum… 25 yıllık komşular… Nurten Akyol ile Sofia Keçiciyan… “Ora kali” diye bağırıyorlar. “Ne diyorsunuz?” diyorum… “Güle güle” demekmiş. Öldürülen bir Ermeni gazetecinin ardından bir Türk ile bir Rum kadının Rumca, “Güle güle” diyebildiği başka bir ülke var mı bilmiyorum, ama bir cenazedeki bu ruh birliğinde, Türkiyeli olmaktan bir kez daha mutluu oluyorum, o acım içinde!

Sofia Teyze’nin rahmetli eşi Ermeni’ymiş. “Aynı öldürülen çocukcağıza, Hrant’a benzerdi, melek gibiydi” diyor… Eskileri soracak oluyorum, “Daha çok iyi insan vardı… Artık kötüler fazla” diyor. Devamını Nurten Teyze getiriyor; “Baksanıza çocuklarımızı yetiştiremiyoruz. 17 yaşında adam vuruyorlar…” Haliç Köprüsü’ndeyiz… Bir taraf Unkapanı’nı çoktan geçti, diğer uç Tarlabaşı’nda… “En az 200 bin insan vardır yürüyen… Acaba aralarında 25 bin Ermeni var mıdır?” diye soran bir amcaya yanaşıyorum. Erzincanlıymış Hüseyin Fırat… 65 yaşında, Anadoluhisarlı bir kasap… “Ben halk üniversitesinde okuyorum” diye başlıyor söze, ama devamında çoktan doktora yaptığını anlıyorum: “Diyarbakır’daki bir konuşmasında, ‘Ne Avrupa, ne Amerika! Türk, Kürt, Ermeni birlik olup güçlenmeliyiz’ demişti bu çocuk.. Arkadaşım Sarkis de ‘Madem 1.5 milyon Ermeni katledildi, o zaman ABD, Avrupa neredeydi?’diye soruyor… Eğer vatanını sevmek milliyetçilikse bu çocuk, Hrant hepimizden daha milliyetçiydi” diyor.

“Atalarım da böyle yürüdü ama zorla, yalınayak!”
Hâlâ bir Ermeni vatandaşla konuşamadım derken, tam da ezan vakti rastlıyorum 81 yaşındaki Ohanis Boğçacıoğlu’na… Nasıl rastlamam ki, 20 yaşındakiler Yenikapı’da çimlere yayılmışken, o sanki onca yolu yürümemiş gibi dimdik ayakta duruyor… ‘Amcacığım sen de biraz otur dinlen. Yorulmadın mı?” diyorum. “Neden yorulayım ki?” diye tersliyor beni… “Atalarım da böyle yürüdü. Ama zorla… Yalınayak.. Biz şimdi isteyerek yürüyoruz!”

“O günlerden içini acıtan bir hikaye var mı?” diye soruyorum. Konuşmak istemiyor… Çevredekiler “Hadi be amca, arkanda 200-300 bin insan var, korkma!” deyince, yine sinirleniyor: “Benim kimseden korkum yok. Delikanlı ölmekten korktu mu ki ben korkayım?”

“Bak ben Türküm, ben de utanıyorum be amca” diyorum… “Ne Türk’ü, ne Ermenisi! İnsan önemli… Benim Türkler’e bir sözüm yok ki, Türkleri kötülemiyorum ki, içlerinden çıkan şerefsizleri kötülüyorum. Türk demek, kötü demek değil ki! Bütün mesele insan olabilmekte… Sadece insan! Rahmetli babam Ankara’da asker. İnşaatlarda çalışıyor. Taş kırıp, yol yapıyorlar. Bir gün hepsini topluyorlar… ‘Ermeniler bir adım öne çıksın’ diyorlar. Bir topal imam geliyor. Diyor ki, ‘Gelin hak dinini kabul edin. Müslüman olun. Kurtulun. Yoksa bu yol bitince hepinizi kesecekler.’ Ses yok tabii… Hepsini Eskişehir’e kadar yürütüyorlar. Dereye indiriyorlar. Kesecekler… Ama insanoğlu insan bir binbaşıları var. Telgraf üstüne telgraf çekiyor padişaha… Babam hep, ‘Bizi o binbaşı kurtardı’ diye anlatırdı…”

Bir Ermeni vatandaşı kurtaran, bir Türk binbaşısı… Çünkü bu topraklar aslında nefret üretmeye müsait değil… Eğer yabana bir nifak tohumu yoksa… insanlık bu topraklara yakışıyor… Belki geç, Hrant artık yok, ama Osmanbey’de akan kan bu toprakta insanlığın yeniden, hem de taptaze canlanmasını sağlıyor… Son sözü yine kortej söylüyor: Çok yaşa Hrant! O Yedikule’ye son yolculuğuna çıkarken… Keşke cenazesini görebilseydi!

Yorumlar kapatıldı.