İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hrant: İnsan selinin arasından yükselen “Ararat Zirvesi”…

Cengiz ÇANDAR

Saat 11’e doğru dışarıdan yükselen alkışlardan anladım Hrant’ın tabutunu taşıyan arabanın Agos’un önüne geldiğini. Pencereye ilerledim. İşte oradaydı. Dört gün önce vurulduğu yerin birkaç metre ötesinde.

Kaldırımın üzerine uzanmış, üzerine örtülmüş bir kağıt, altı delik sağ ayakkabısıyla yatar vaziyette değil. Bir “Ararat Zirvesi” gibi. Yücelik duygusu verircesine.

Evet. “Ararat Zirvesi” gibi. Simsiyah, lake kunt tabutun üzerinde bembeyaz karanfiller, kenarlarında çiçeğin beyazının her türü bezenmiş, karşımda duruyordu. Gördüğüm her seferinde bakmaya doyamadığım, dorukları, yamaçları her daim karla kapla bir Ağrı Dağı gibi.

Hrant, eskilerin “dağ gibi” dediği bir adamdı fizik özellikleriyle. Uzun boylu, iri kemikli, enine boyuna yapılı. Tam ayırdedemedim, Ermeni geleneksel, bir cin kaval olan dudukla mı çalınıyordu, yoksa başka bir enstrümanla mı “Yiğidim Arslanım Burda Yatıyor”un nağmeleri. O anda, topluluk içindeyken günlerdir kendime hakim olarak engellediğim, ancak tek başına, Hrant’la başbaşa kaldığımda, ara ara gözlerimden dökülmesine izin verdiğim göz yaşlarıma hükmedemedim. Yiğidim, arslanım orada yatıyordu, bir “Ararat Zirvesi” gibi…

İnsan selinin nereye taştığını görmek imkansızdı. Osmanbey’den Şişli’ye her yer insanla kaplanmıştı. Hrant’ın arkasından yürürken farkettik ki, Osmanbey-Taksim arası da onbinlerle kaplıydı. Yarım yüzyılı aşan ömrümde, 1993’teki Turgut Özal’ın cenaze töreni bir yana, galiba İstanbul’un gördüğü, yaşadığı en görkemli cenaze töreninde yürüyorduk.

Hrant Dink’in cenaze töreninde. Bir Ermeni. Hiçbir resmi sıfatı yok. Hatta boynuna asılmış Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesinden mahkumiyet kararları ve bitip tükeneceğe benzemeyen soruşturmalar.

İstanbul’un tüm ana arterleri onun için açılmıştı. Şişli-Taksim arası, Taksim-Yenikapı arası, Sahilyolu. Onu Şişli adliyesinin önünde her türlü linç ve hakaret girişiminde, ölüme döşenen yolunda yalnız bırakan güvenlik güçleri, ona yol açmışlar, onbinlerce, belki de yüzbinlerce kişinin onun ardından yürümesi için güvenli bir megapol oluşturmuşlardı.

İstanbul, Türkiye’nin göz bebeği İstanbul, Hrant’ın büyük aşkı İstanbul, 47 yıl kendisine tutkuyla bağlı olan ve kendisini toprağına emanet eden Hrant’ı yanlız bırakmadı. Onu yüzbinlerle uğurladı. Sessizce ve vakarla.

Ne Turgut Özal’da olduğu gibi Salat-ı ümmiye ile ne de mühim şahsiyetlerin tabutunun ardından yürüyen bandonun çaldığı Chopin’in Ölüm Marşı ile. Sarı Gelin’le. İstanbul, Anadolu’nun kendisine gönderdiği evladını, Anadolu’nun ölümsüz “Sarı Gelin”inin nağmeleriyle Hrant’ın arkasına yüzbinlerle düşüp uğurladı.

Bu Hrant mahvetti beni. Aynı anda bir insana, bunca insana, yüzbinlerce insana, ekran başındaki milyonlarca insana bu kadar birbirine zıt duygu yaşatılır mı hiç. Bir yandan gözyaşı dökerken, eşsiz olduğunu şimdi daha da iyi anladığı, bir daha geri gelmeyeceğini bildiği altın yürekli dostunu yitirmenin acısının yüreğini deldiği insan, bir yandan bu kadar da mutluluk duyar mı?

İnsan, bir arkadaşında bu kadar mı kıskançlık duygusu uyandırır? Kıskançlık duygusuna neden olmak, bir arkadaşın diğerine kıskançlık duyması arkadaşlığa sığar mı? Allah herkese böyle uğurlanmak nasip etsin duygusu içimi yalıyor. Bir dava uğruna ömkünü harcayan bir insan için bundan daha güzel bir uğurlanma olabilir mi? Ne kadar şanslıymış Hrant. İnsanın içinden, “Keşke şu an Hrant’ın tabutunun içinde ben olsaydım” diye egoist duygular geçiyor. Bir yandan kıskanıyorum Hrant’ı, bir yandan da arkadaşım olduğu için onun adına çok mutlu oluyorum.

Amerikan Büyükelçisi Ross Wilson ile kıyafetinden solcu bir Türk olduğu izlenimini veren delikanlı birkaç metre arayla, Avrupa Parlamentosu’nun İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Fransız ile, Hollandalı Joost Lagendijk, Alman Claudia Roth, Cem Özdemir, Vural Öger, aralarında, önlerinde, arkalarında yaşlı kadınlar, esnaftan isimsizler, işten kıran memurlar, öğrencilerle birarada yürüyorlar. Bu ne mükemmel bir insan harmanı. En önde Hrant gidiyor. Biz, arkasından.

Bu harmanın içine, bırakın Başbakan’ı, bakanlarımızın, parti genel başkanlarının, milletvekillerinin, belediye başkanının, valinin vs. katılmaması bile mutluluğumu bozamıyor. Onların, Kilise’ye son dakikalarda gelip, protokolde yerlerini, bir kokteyle gitme disiplini içinde yerlerini almalarını bile ırgalamıyorum. Acıyla mutluluğun içimdeki kokteylinde…

Evet; ya Kilise’deki tören. Ya o insanın içine işleyen Ermenice ilahiler. Hrant, Kilise’nin koridorunda, bir kol uzaklığında önümde duruyor. Bir “Ararat Zirvesi” gibi. İlahiler içime işlerken, yine kıskançlığın girdabında kıvranıyorum. İnsana, keşke “Ermeni olarak ölseydim, böyle vakarla, olağanüstü güzel ilahilerle dostlarım çevremi kuşatsaydı” duygusunu yaşatıyor.

Bu satırları yazdığım sırada “Türk” olmaktan fevkalade memnun olduğumu da hissediyorum. Hrant’ı böylesine kucaklayan bir topluluğun mensubu olmak duygusu iyi geliyor bana. Hrant için bu kadar görkemli, vakar içinde, sessizliğin sanki bir cehennemi gürültü gibi tüm dünyada yankılanarak uğurlanması bizim eserimizdi. Bizlerin, Türklerin ve bu ülkenin ayrılmaz, ayrılamaz beşeri parçası olan Ermenilerimizin.

Hrant, tam da bunu istedi. Bunun için ömrünü tüketti.

Böyle bir günün ardından, Hrant’ın ne yapacağını adım gibi biliyorum. Uzun kollarını iki yana kocaman açıp, “Hadi” derdi önümüze düşüp, “Telemak’a gidiyoruz, Asmalımescit’e…” Hrant’tan taşan insan sıcaklığına direnip erimemek mümkün olamazdı.

Hrant olsaydı, dün akşam kesinlikle Telemak’a giderdik. O, İstanbul toprağına düşüp, “Ararat Zirvesi” gibi yükselmeyi yeğledi…

Yorumlar kapatıldı.