İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tükenişin bataklığında: CHP ve ötesi

Etyen Mahçupyan
 
Türkiye’nin yakın tarihini inceleyecek olanlar 12 Eylül’ün ona atfedilen anlamları dışında sembolik bir dönüm noktası olduğunu da farkedecekler. Çünkü darbe sonrasındaki yıllar tüm dünyada hem siyasete hem de zihniyete ilişkin açılımcı bir dönüşümün taşıyıcılığını yaparken, siyaseti tırpanlanmış Türkiye toplumunu da ister istemez etkisi altına aldı. Bu nedenle darbe eski dönemin sonunu ilan etmesine karşın, yeni dönemin karakterini belirleyemedi. Tüm dünyanın modernliğin yıpranmışlığını farkederek daha demokratik referanslara meylettiği bu süreçte, Türkiye yeni bir geleceği üretme arzusu ile Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte üstüne geçirilmiş olan devletçi kimlik arasında sıkışıp kaldı. Çare siyasetin yeniden tanımlanması ve alanının genişletilmesiydi… Ancak zamanın ruhu yeni doğan siyasi aktörlerin resmi ideolojinin hayal ettiği kimliklerin dışına çıkmasına, modernleşme sonucu kamusal alanın dışına itildiği sanılan hassasiyetlerin yeniden ve üstelik ‘meşru’ olarak siyasete girmesine neden oldu. Avrupa Birliği süreci ise söz konusu eğilimi daha da pekiştirdi: İlişkilerin yoğunlaşmasıyla birlikte bir yandan demokratik ilkelerin vazgeçilmezliği yerleşik bir anlayış haline gelirken, öte yandan ortaya özellikle dinsel duyarlılık üzerinden yükselen ve iktidara talip olan yeni bir siyasi aktörleşme çıktı. Bugün AKP’nin varlığı ve gücünü ‘dış mihraklar’la ilişkili olarak anlamaya çalışmak ne denli abes olsa da, bu partinin siyasi meşruiyetinin ‘AB süreci’ ile bağlantısını inkar etmek zordur.

Dolayısıyla 12 Eylül sonrası, hem darbe yapma meşruiyetinin giderek azaldığı, hem de devlet zihniyeti açısından darbe gereksiniminin giderek arttığı bir dönemdir… Çünkü eğer demokrasi modern anlamı içinde devam edecekse, Türkiye’nin muhafazakarları dışarda bırakan bir ‘seçilmiş’ yönetim altında idare edileceğini beklemek gerçekçi olmaz. Bunun pratik anlamı AKP veya benzeri bir partinin ya koalisyonla, ama muhtemelen tek başına iktidarda olduğu ve doğal olarak bürokratik atamaları istediği gibi yapabildiği bir siyasi ortamdır. Aynı siyasi ortamın er veya geç cumhurbaşkanlığını da belirleyeceğini tahmin etmek ise maharet gerektirmez. Ne var ki cumhurbaşkanlığı tam da 12 Eylül Anayasa’sı sayesinde hükümetin hareket alanını daraltmak üzere tanımlanan yetkilerle donatılmıştır. Diğer bir deyişle bu anayasaya göre cumhurbaşkanlığı hükümetin bürokratik kıskaç içinde kalmasını garanti eden bir sigorta hüviyetinde. O nedenle resmi ideolojinin benimseyemediği kimliksel hassasiyetler üzerinden siyaset yapan partilerin cumhurbaşkanını belirleyecek olması, pratik açıdan 12 Eylül rejiminin sonudur.

Ancak herkesin bildiği gibi iş bu noktada kalmayacak ve tek parti mirasının her yönüyle sorgulandığı yeni bir döneme doğru gidilecektir. Çünkü özgürlükleri kısıtlamaya yönelik yürürlükteki hukuk anlayışı ve yargının sergilediği tutum, Cumhuriyet tasavvurunun antidemokratik niteliğiyle doğrudan ilişkilidir. Bu muhtemel süreci önlemenin en uygun yolu muhakkak ki ‘demokrasi’ içinde üretilen bir siyaset yoluyla AB’den uzaklaşmak olurdu. Böylece hem ‘modern olma hali’ sürdürülebilir, hem de AKP’nin önü kesilebilirdi. Ancak tüm çabalara ve manipülasyonlara karşın Türkiye’nin toplumsal kesim ve aktörlerini bu mecraya sokmak mümkün olamadı. Böylece ortaya bir panik havası çıktı… Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP’nin sembolik açıdan yenilgiye uğratılması, Türkiye’deki laik elitin en önemli psikolojik ihtiyacı haline geldi…

Söz konusu ihtiyacın ‘psikolojik’ olması, yüzeysel veya geçici olduğunu ima etmiyor. Aksine bu ihtiyacın derinliğine vurgu yapıyor… Cumhuriyetin vatandaşlığın ayrılmaz parçası haline getirdiği, modernliği onunla tanımladığı otoriter laikliğin bizatihi bir siyasi kimlik olarak tezahür etmesinin nedeni de bu. Demokratik bir tanımlama altında modernliğin önkoşulu sayılabilecek laiklik, böylece otoriter tanımlama altında modernliğin kendisini kadük eden bir cemaatçi kimlik haline gelebilmekte. Böylesi bir sıkışmadan sonra laik elitin tek çıkış yolu siyaseti modern ‘öncesi’ noktaya çekmek oluyor… Öyle ki sanki AKP’nin engellenmesi, elimizden kaçmış olan modernliğin yeniden ele geçmesini ifade edecek. Bu anlayış AB’yi Cumhuriyet öncesindeki ‘emperyalist’ Batı ile özdeşleştiren ‘Sevr paranoyası’ ile de uyum içinde. Böylece AB hayalimizde hasım bir güce dönüşürken, AKP de pre modern bir irtica talebi olarak gayrı meşru kılınmaya çalışılıyor.

Türkiye’nin sosyolojik açıdan gerçekte nasıl dönüştüğü bu psikolojinin görme alanı içinde değil. Toplum genelinde yeni ve dipten gelen bir sekülerleşmenin yaşanmakta olması, Türkiye muhafazakarlığının belki de ilk kez modernleşme yolunda kendi ivmesini üretmesi, artan dindarlığın dinsel bağnazlığı desteklemek bir yana dinsel olanı ve dinsel alanı farklılaştırmakta olduğu, söz konusu psikolojinin içinde hapsolanlara hitap etmiyor. Çünkü onlar aslında tam da bu gelişmelerden ürküyor ve korkularını kendilerini bilinçli bir körlüğe sıkıştırarak izale etmeye çalışıyorlar. ‘Geri’ olan muhafazakar kesimi modernleştirmeyi misyon edinmiş olan ‘ilerici’ laik kimlik, demokrasi denen modern karar sistematiğinin şimdi karşısına hem modern hem muhafazakar bir kimlik çıkarmasını hazmedemiyor. Çünkü bu yeni kimlik laikliğin bizatihi modernlik anlamına gelmediğini, önemli olanın laikliği şekillendiren zihniyet olduğunu kanıtlamakta… Bu ise ‘modern’ laik kimliğin demokrat olmadığını; ve dolayısıyla günümüzün zihni dünyasında modern sayılamayacağını ima ediyor.

Kısacası arkasındaki toplumsal değişim dinamiği ile birlikte AKP’nin varlığı ve siyasette kalıcı olduğunun anlaşılması, laik elit ve son kertede Cumhuriyet ideolojisi açısından bir ‘yenilgi’ olarak yaşanmakta. Üstelik önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimi var ve burada AKP’nin iradesinin meşruiyet içinde tescili, tüm cumhuriyet sürecinin tarihsel açıdan etkisiz olduğunu kanıtlarken, ‘çağdaş ve laik vatandaşı’ da bir anlamda ‘tarih dışı’ bir aktör seviyesine indirgeyecek. Dolayısıyla AKP ile şu anki mücadeleyi salt siyasi terimlerle anlamak mümkün değil… Önümüzdeki dönemde yaşanacaklar Cumhuriyet’in laik vatandaşının kimlik kaybı olarak algılandığı için, mücadele de esas olarak ideolojik ve psikolojik bir hüviyet arzediyor.

Takdir edersiniz ki bu durum resmi ideolojinin kıstasları dikkate alındığında okkalı bir askeri darbeyi haketmekte. Ancak ‘ne yazık ki’ zamanımız ne uluslararası konjonktür ne de toplumsal eğilimler açısından böyle bir girişime izin verir nitelikte değil. Bu nedenle de hem AKP’nin her ne pahasına olursa olsun durdurulması, hem de bunun demokrasi içinde yapılabilmesi lazım. Böylece ideolojik yükümlülüğün kaçınılmaz olarak CHP’ye dönmesine şahit oluyoruz. Laik elit söz konusu misyonu üstlenmesini CHP’den bekliyor… Belki de tam vaktinde ortaya çıkmış bir beklenti bu. Çünkü CHP söyleyeceği söz kalmamış, kendisini ancak siyasi karşıtlıklar içinde ayakta tutan, tükenmiş bir parti. Bu nedenle Baykal’ın bu yeni misyona dört elle, hatta ‘şehvetle’ sarıldığını görüyoruz. Ne var ki herhalde kendinin de bildiği üzere yaşanacak çatışma süreci sonunda başarı şansı çok az ve bu süreç muhtemelen hem kendisi hem de partisi için sonun başlangıcı olacak…

O halde CHP’nin niçin bu yola girdiği, sine-i millet ve erken seçim tartışmaları içinde aşağılanmaya niçin razı geldiği sorulabilir. Ağzından çıkanları bir ay geçmeden reddetmek zorunda kalan, her fırsatı AKP’ye yüklenmek üzere kullanırken akıl, izan ve ahlak sınırlarını zorlayan; tüm bunları yaparken toplumsal sağduyu karşısında giderek anlamsızlaşan, hatta ruh sağlığı açısından soru işaretleri üreten böyle bir tavrın CHP’ye nasıl bir yararı olabilir? İlk bakışta söz konusu stratejinin gayet irrasyonel olduğu söylenebilir… Ama bu tavrın ardında biri kısa vadeli siyasi, öteki içgüdüsel ve psikolojik iki dürtünün olduğunu görmekte yarar var. Kısa vadeli ve siyasi olan dürtü tabii ki çatışma ortamını mümkün olduğunca ayakta tutarak CHP’yi AKP karşısındaki tek ‘ideolojik engel’ olarak tescil ettirmek ve belki Baykal’ı da bir Cumhuriyet kahramanı olarak tarihe yazdırmaktır. Bu arada CHP’nin Meclis’e girmesi de garanti edilmiş ve hatta belki üçüncü bir partinin barajı aşması engellenmiş olur. (Bu noktada CHP’nin saldırganlığının iki partili bir Meclis isteyen AKP için de hayli yararlı olduğuna dikkat çekmek lazım.) Ancak acaba Baykal bu hırçın siyasetini ta genel seçimlere kadar sürdürebilir mi? Bu yöntem giderek bayatlamaz, kabak tadı vermez mi? Aylar boyu bu şekilde davranan bir siyasetçiyi Türkiye toplumunun ciddiye alması, ona ‘siyasetçi’ muamelesi yapması mümkün müdür? İşte tam da bu nedenle Baykal genel seçimin cumhurbaşkanlığı seçimine yakınlaşmasını, yani erken seçim olmasını istiyor. Çünkü ideolojik ve psişik yakıtı fazla değil… Bu yakıtı bir an önce ve en ekonomik şekilde kullanmak istiyor. Ne var ki ‘dünün çocuğu’ olan AKP herkesin tahmininden çok daha akıllı çıkmış durumda. Hiçbir şey yapmadan, cumhurbaşkanı tartışmasına girmeden sırf bekleyerek CHP’yi çökertebileceklerini biliyorlar.

Baykal’ın kendi ürettiği bataklıkta adım adım gömülmesini ifade eden bu stratejide niçin ısrar ettiğini anlamak için ise, ikinci dürtüye yani işin içgüdüsel ve psikolojik yanına dönmek gerek: Baykal saldırganlığı bir siyaset olarak sürdürüyor, çünkü çevresinde olan bitenler onun kimliğini zedelemekte ve buharlaştırmakta. Hırçınlık gerçekte bu buharlaşan kimliğe asılmayı, ona tutunmayı da ifade ediyor. Unutmamak gerek ki CHP yıllardan beri gerçek bir siyasi parti olma hüviyetini kaybetmiş, toplumla bağı kopmuş, neredeyse hiçbir toplumsal meselede fikriyatı kalmamış bir parti. Diğer bir deyişle karşımızda kendi siyasi kimliğini yitirdiği için ideolojik kimlik siyasetine soyunan, bir yandan siyasette kalıcı bir yenilginin eşiğinde dururken, öte yandan sırtında tüm cumhuriyetin resmi söylemini bir sorumluluk ve yük olarak taşıyan bir parti var… Bu açıdan bakıldığında insan Baykal’ın halini anlıyor. Attığı intihar salvolarının ardında nasıl bir eziklik ve çaresizlik olduğunu görüyor…

Buna karşılık karşımızda bu tezgahtan defalarca geçmiş bir siyasetçi var. Zamanın neye müsaade edip etmeyeceğinin farkında. Bu nedenle de her fırsatta ‘anlamlı bir sessizlik içindeki’ toplumsal aktörleri göreve, gerekli duyarlılığa davet ediyor. Onların katılımı olmadığı takdirde muhtemelen kısa bir süre içinde ‘mahallenin delisi’ konumuna düşme ihtimalinden korkuyor. Vezir eden siyasetin rezil de edebileceğini ondan iyi kim bilebilir? Bugünlerde son çare olarak tutunduğu Anayasa Mahkemesi’ne gitme alternatifinin de ne denli boş bir çaba olduğunu tabii ki bilmekte. Ama burada önemli olan meşruiyet ve hukuk değil, mücadelenin aciliyeti ile ilgili bilincin doğru mihraklara aktarılması. Nitekim Baykal da Anayasa Mahkemesi’ni hazır olması için şimdiden uyarıyor. Bu hazır olma halinin sadece hangi hukuk yorumunun doğru olduğuna dair fikir geliştirmek değil, AKP’yi önlemeye yönelik psikolojik teçhizatın da hazırlanması olduğunu tahmin etmek zor değil. CHP başkanı “Hukuku Anayasa’yı dinlemem, keyfime göre oraya istediğimi getiririm’ anlayışı çağdaş hukuk anlayışı değidir” derken kulağa hoş gelen bir söyleme sahip olduğundan emin olabilir. Ne var ki hukuku davet ettiği pozisyon “Hukuku Anayasa’yı çarpıtırım, keyfime göre oraya istediğimi getirtmem” anlayışından başka bir şey değil.

Maalesef ‘laik ve çağdaş’ olma uğruna demokrat olmayı reddeden bir cumhuriyetin gelebileceği farklı bir son yok. Uzunca bir süre ‘istediğim yere istediğimi getiririm’ rejimini sürdürürseniz, eninde sonunda ‘istemediğim yere istemediğimi getirtmem’ noktasında tıkanır ve nihayette siyaset oyunundan düşersiniz. Türkiye’nin laik eliti ve CHP , modernliği bir görüntü olarak kavradıkları için olacak, karşılarında tehdit olarak AKP’yi görüyor ve bu partiyle her türlü mücadelenin demokrasinin gereği olduğunu sanıyorlar. Oysa laik elitin ve CHP’nin karşısındaki asıl tehdit demokrasinin kendisi… Demokrasiyi kendi rakibi haline getiren bir cumhuriyet ve siyaset anlayışının ise günümüzün Türkiye’si için artık hiçbir saygınlığı ve meşruiyeti yok…

http://www.gazetem.net/emahcupyan.asp?yaziid=301

Yorumlar kapatıldı.