İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

MAJAK BEYCİĞİM VE CENK ABİNİN “SEVGİYLE EL ELE” BULUŞMASI

 

Hakan Eren ve ben, salonun en hakim yerine yerleştirilmiş protokol masasında yan yana oturuyorduk. Hemen yanımızda sırasıyla Mehmet Teoman, Cenk Taşkan ve Nükhet Duru vardı. Onlar yemeğin şeref konuklarıydı, bense sadece misafir. Tüm gözler oturduğumuz masadaydı. “Bir gün bu üçlüyle yan yana oturup yemek yiyeceğimizi söyleseler inanır mıydın?” diye sordu Hakan bana dönüp. “Mümkün mü? Ben şu anda bile inanamıyorum ki,” dedim gülerek. Galiba ne kadar profesyonel olursak olalım bu duygudan kurtulamayacaktık. “Bir Nefes Gibi” albümünün o çok göz alıcı kapağında Nükhet Duru, Mehmet Teoman ve Cenk Taşkan’ın çalışırmış gibi yaparken çekilmiş stüdyo fotoğraflarına az bakmamış, az iç geçirmemiştim. Onlar hiç tanışmadığım ve muhtemelen hiç tanışmayacağım ama hep kalben tanış bileceğim insanlardı. Kendileri bunu bilmiyor olsa da, o şarkıları benim için yazmış, çizmiş, söylemişlerdi. O çok gıpta ederek gözlerimi alamadığım resmin içine gün olup girivermek demek “Alis Harikalar Diyarında” masalının gerçeğe dönüşmesi demekti benim için.

Cenk Taşkan’la ilk kez tanışmam, onun Türkiye’ye geri döndüğü günlere dayanır. Yağmurlu bir güne denk geldiği için epeyce talihsiz geçen bir Rumelihisarı konserinde, Nükhet Duru’nun o günlerdeki asistanı tarafından tanıştırılmıştık. Çok heyecanlanmıştım. Konser boyunca bir gözüm sahnedeyse, diğer gözüm seyirci sıralarında oturmakta olan Cenk Taşkan’da kalmıştı. Türk pop müziğinin en önemli bestecilerinden biriydi ama benim bunun da ötesinde onun şarkılarıyla duygusal bir bağım vardı ve ben bu adamı çok merak ediyordum. Ne yer ne içer, ne düşünür, ne konuşur, nasıl yaşardı? Hepsini öğrenecektim, ama aradan bir hayli zaman geçtikten sonra.

Kınalıada’da doğmuş, ilk kez 1964 yılında gitarist olarak müziğe başlamıştı. 1966 yılında Erol Büyükburç Orkestrası’na katılmış, askere gidene dek aynı orkestrada gitar çalmış, ilk bestelerini askerliğini sırasında yapmış ve Mehmet Teoman’la yollarının kesiştiği gün, ikisinin de hayatında dönüm noktası olmuştu. Çok geçmeden, o günlerde gazinolarda uvertür solistlik yapan gencecik bir kızı, Nükhet Duru’yu da aralarına alacak ve üçü bir, Türk popunun can damarlarından biri olacaklardı. Benim ve benim gibi kim bilir kaç insanın hayatına sinecek bütün o şarkılar, o yıllarda bu ekip tarafından ardı ardına üretildi, yazıldı, çizildi ve söylendi. “Bir Nefes Gibi”, “Al Beni de Yanına”, “Beni Benimle Bırak”, “Cambaz”, “Canım Yandı”, “Gerisi Vız Gelir”, “Anılar” ve daha niceleri…

Üçlü o günlerde hem sahne hem de televizyon dünyasında daha önce görülmemiş işlere imza attı. “Yaşa Sevgili Dünya” adlı kabare, Ali Poyrazoğlu, Korhan Abay ve Nükhet Duru üçlüsünün muhteşem performansıyla Türk sahnelerine alışılmadık bir müzikal gösteri olarak adeta bomba gibi düştü. Gösterinin bütün müzikleri Cenk Taşkan, bütün şarkı sözleri de Mehmet Teoman imzası taşıyordu.

Tek kanallı siyah-beyaz televizyonda yayınlanan “Kamera 1” adlı program ise o günlerde Türkiye’de çok ilgi gören Rafaella Carra’lı İtalyan televizyon şovlarının yerli versiyonuydu ve o yılların televizyonculuk anlayışı düşünüldüğünde adeta bir devrimdi. Üstelik Cenk Taşkan ve Mehmet Teoman bu programın her bölümü için iki yeni şarkı yazıyor ve böylece Nükhet Duru her bölümde, daha önce yayınlanmamış iki şarkıyla dinleyici önüne çıkıyordu. Üçlünün bir çok unutulmaz şarkısı da bu süreçte ortaya çıkacaktı zaten.

Cenk Taşkan’ın gerçek isminin Majak Toşikyan olduğunu 1999 yılında “Yedi Kocalı Hürmüz” müzikaline şarkı sözü yazmam söz konusu olduğunda öğrenmiştim. Yukarıda bahsi geçen resmin içine ilk girişim o günlerdedir. Kendimi bir anda Cenk Taşkan’ın Ulus’taki evinde müzikal için hazırlanan şarkıların çalışması içinde buluvermiştim. Bir yanımda Nükhet Duru, bir yanımda Cenk Taşkan. Alis harikalar diyarındaydı işte o dakika. Rüya gibi bir şeydi. Buna ne kadar inanamasam yeriydi. Ama oldu ve tüm o süreç boyunca ben her ikisini de çok yakından tanımak şansını böyle yakaladım.

Birlikte yenilen yemekler, saatler süren sohbetler ve o çok keyifli çalışmalar esnasında Taşkan’ın eşi Talin Hanım da hep yanımızdaydı. Kariyerinin ta en başından beri Cenk Taşkan’a hep destek olmuş, omuz vermiş Talin Hanım, nezaketi, güzelliği ve asaletiyle tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Ve benim sürekli siyah kıyafetler içinde gördüğüm için hep çok bohem, çok uçuk, hatta biraz da kibirli olduğunu zannettiğim Cenk Taşkan da tam bir İstanbul beyefendisi. Bu kadar temiz, bu kadar insancıl ve bu kadar iyi yürekli kalmayı nasıl başarmışlardı içinde yaşadığımız şu dünyada bilinmez. Birbirlerine bu kadar yakışan, bu kadar sevgi ve saygı dolu bir beraberliği bunca yıl sürdürmeyi başaran bir başka çift daha var mıydı bilmiyorum. Tanıştığım ilk günden beri benim için hep örnek alınacak bir çift oldular ve hala da öyleler.

İlk kez oyunun gala gecesi tanıştığım Güzin Hanım (Nükhet Duru’nun annesi), Cenk Taşkan’ı “Majak Beyciğim” diye çağırıyordu. Evet, o aslında Majak Toşikyan’dı. Şarkıları TRT denetimine takılmasın diye uydurulmuş bir isimdi Cenk Taşkan. Türkiye’nin o çok renkli, çok desenli mozaiğinde vazgeçilmez bir yer tutan Ermeni kökenli Türk vatandaşlarından biriydi. Her şeye, her kışkırtmaya, her politik hesaba, her çıkar oyununa karşın yüzyıllardır iç içe yaşamış farklı kökendeki insanın, artık birbirinden ayrılmaz bir biçimde karışmış renk skalasında bu ülkenin, bu toprakların müziğini üreten Ermeni asıllı bir Türk vatandaşı. Tıpkı Garo Mafyan ve Onno Tunç gibi. Türk popunun neredeyse yarısı bu isimlerin elinden çıkmıştı ve biz o şarkıları dinler, sever, ezber eder ve yıllar boyu dilimizden düşürmezken, notalarını kaleme alanların etnik kökenlerini değil, duygularını ve duyarlılıklarını önemsemiştik hep. Ben bile bunca ilgime rağmen çok uzun yıllar sonra öğreniyordum Cenk Taşkan’ın aslında Majak Toşikyan olduğunu, Güzin Hanım’ın o alabildiğine koket, şirin mi şirin, şahane “Majak Beyciğim” hitabından.

Şimdi tekrar 2005 yılına, yazının başında bahsi geçen yemeğin yapıldığı geceye dönmek istiyorum. Gecenin şeref konuğu olarak bir konuşma yapması için kendisine mikrofon uzatılan Nükhet Duru, çok içten dile getirdiği birkaç cümleyle herkesi duygulandırmıştı o gece: “Cenk ve Talin benim annem, babam, ağabeyim, ablam, kardeşim, her şeyim oldular yıllar yılı. Daha o ilk günlerde Levent’teki o evde, Cenklerin yatak odasında çalışıyorduk hep beraber. Çünkü müzik aletleri o odadaydı. Cenk yaptığı şarkıları bana öğretmek için kadın tonundan söyler, defalarca tekrar ederdi. Cenk’in annesi her çalışmadan sonra ‘Kızım gene çok şarkı söyledin, çok yoruldun, akşam nasıl sahneye çıkacaksın,’ der, şarkı söyleyen Cenk’i ben zannederdi. Biz de güler, bozuntuya vermezdik. O günleri hayatım boyunca unutamam. Talin’in hazırladığı nefis yiyecekler, bize gösterdiği sabır ve özen… Gün gelip Cenk ve Talin Kanada’ya gittiğinde neye uğradığımı şaşırdım. Öksüz kalmış gibi hissettim kendimi. Hatta öyle oldu ki Mehmet’le birbirimize tahammül bile edemedik Cenk olmayınca.”

Mehmet Teoman ve Cenk Taşkan, Nükhet Duru’yla yollarını ayırdıktan sonra Neco, Hümeyra, Pakize Suda, Nilüfer, Tanju Okan ve Coşkun Demir gibi isimlerle çalışmaya devam etmişler ve tüm bu çalışmalar 1981 yılına dek sürmüştü. 1979 yılında piyasaya çıkan “Nükhet Duru IV” adlı albümde Cenk Taşkan’ın besteleri Alimoğlu, Nükhet Duru, Ülkü Aker ve Korhan Abay’ın şarkı sözleriyle yer alacak, “Nükhet Duru 1981” albümünde bu isimlere Aytül Akal da eklenecekti. Sözleri Mehmet Teoman tarafından yazılmış Cenk Taşkan şarkıları ise başka isimler tarafından okunuyordu artık ama gelin görün ki hemen her şarkı Nükhet Duru için yazılmış havası taşımaktan kurtulamıyordu.

Cenk Taşkan – Mehmet Teoman çalışmalarının en ilginç ürünü ise hiç kuşkusuz 1978 yılında yayınlanan “Hastane / Yorgun ve Mutlu” 45’liği idi. Mehmet Teoman, bu plakta iki Cenk Taşkan bestesini üzerine yazdığı şiirli sözleri seslendirirken, o günlerde evlendiği ve henüz kimselerin tanımadığı Ayşegül Aldinç de ona vokal yapıyordu. Bu plak o günlerde çok fazla ses getirmese de sürekli yeni bir şeyler yapma arayışında olan Sezen Aksu’nun dikkatinden kaçmayacaktı. Henüz Cenk Taşkan’ın bile haberi yokken Sezen Aksu, bestesini çok beğendiği “Hastane”nin üzerine şarkı formatında sözler yazmıştı bile. Cenk Taşkan bu hikayeyi şöyle anlatmıştı bana: “Sezen şarkıyı çok beğenmiş, oturmuş sözler yazmış. Bir gün beni aradı. ‘Ben böyle bir şey yaptım,’ dedi. Çok şaşırdım. İlk defa birisi benim besteme haberim olmadan söz yazıyordu. Bu kişi Sezen Aksu olunca doğrusu gururlandım da. Sezen beni biraz zor ikna etti ama sonunda ne yaptı etti, şarkıyı söyledi.”

Söz konusu şarkı 1981 yılında piyasaya çıkan “Sevgilerimle” adlı Sezen Aksu albümünün açılışında yer alacaktı. Şarkının adı “Dört Günlük Bir Şey”di.

Eurovision Şarkı Yarışması’nın Türkiye’de ortalığı kasıp kavurduğu yıllarda Cenk Taşkan da bu furyadan nasibini alacaktı. Onun adı ilk kez 1978 yılı Türkiye finallerinde yer aldı. O yılın şartnamesi gereği ilk elemede yarı finale kalan oniki şarkı arasında Cenk Taşkan – Mehmet Teoman – Nükhet Duru üçlüsünün ortaya çıkardığı “Anılar” adlı şarkı da vardı. Ancak nedendir bilinmez, daha sonra Türk popunun klasiklerinden biri haline gelecek bu şarkı, Seçici Kurul tarafından finalde yarışmak üzere belirlenen ilk altı şarkı arasına giremedi. Nükhet Duru aynı yarışmanın Türkiye finalinde bir Ali Kocatepe bestesi olan “Dostluğa Davet”i Modern Folk Üçlüsü ile beraber seslendirecek, ancak herkesin birinci olmasına kesin gözüyle baktığı ekip, biraz da şaibeli bir şekilde, final gecesi üçüncülükle yetinmek zorunda kalacaktı.

1979 yılında yapılan yarışmada ise ilk elemeyi geçen şarkılar arasında yine bir Cenk Taşkan bestesi vardı. Sözleri Halit Çelikoğlu tarafından yazılan “Yaşa Sen de” adlı bu şarkıyı Beyaz Kelebekler topluluğu seslendiriyordu. Çok ritmik ve çok akılda kalıcı bu şarkı, içerdiği Türk motifleri ile de göze çarpıyordu ancak Cenk Taşkan bu şarkıyla da yarı finali geçemedi. Beyaz Kelebekler’in son dönemine denk gelen bu şarkı, topluluğun o dönemde yeni bir plak yapmaması sebebiyle olsa gerek, yayınlanmamış Cenk Taşkan bestelerinden biri olarak müzik tarihine gömüldü.

1980 yılında TRT yönetimi yarışmaya Ajda Pekkan’ı gönderme kararı alınca, Pekkan’a beste yapmak üzere beş besteci görevlendirilecek, bunlardan biri de Cenk Taşkan olacaktı. Turhan Yükseler, Melih Kibar, Atilla Özdemiroğlu, Şerif Yüzbaşıoğlu ve Cenk Taşkan tarafından hazırlanan bu beş beste, ön elemeden geçirildi ve Türkiye finalinde Ajda’nın söyleyeceği üç şarkı belirlendi. Cenk Taşkan, Ajda Pekkan için tam da onun sesine ve stiline uyacak özel bir şarkı bestelemiş, bundadır ki şarkının sözlerini yazması için de Fikret Şeneş’le anlaşmıştı. Nitekim “Bir Dünya Ver Bana” adı verilmiş bu şarkı, günün modası disco ritmlerini de ihtiva eden, Ajda’nın yorumculuk gücü kadar Batılı imajını da ortaya koyabileceği nitelikte, dört dörtlük bir çalışma olarak dikkatleri üzerine çekecekti. Ön eleme için yapılan ilk kayıtlarda Ajda Pekkan yorumcu olarak yer almak istememiş, bunun üzerine şarkılar bestecilerin seçtiği “dublör” şarkıcılar tarafından seslendirilmişti. “Bir Dünya Ver Bana”nın “dublör” şarkıcısı Ayşegül Aldinç’ti. Eurovision Şarkı Yarışmalarının Türkiye tarihi üzerine yazdığım kitap nedeniyle onunla röportaj yaptığım gün Cenk Taşkan’ın evinin arka odasındaki arşivinden bu kaydı bulup çıkarması ve bir kopyasını bana vermesi ise hayatta karşılaştığım en büyük ve en güzel sürprizlerden biri olacaktı.

(Şarkıların sözleri için üstteki resimden besteci resimlerine tıklamalısınız.)
“Bir Dünya Ver Bana”, Türkiye finalinde Ajda Pekkan tarafından seslendirildi ancak, birinciliği “Petrol”e kaptırdı. Oysa Ajda’nın kimseye haber vermeden gizlice şarkıları gönderdiği rahmetli Arif Mardin bile “Bir Dünya Ver Bana”nın yarışmada şansı olabileceğini söylemiş, Ajda da açıkça ifade edemese bile hep bu şarkının birinci olmasını dilemişti. Yarışmadan sonra Ajda Pekkan bir süreliğine müziğe küsüp Amerika’ya yerleşince, Ajda için yazılmış ve buram buram Ajda kokan bu şarkı bir kenarda kaldı ve ne yeniden seslendirildi, ne de yayınlandı. Yıllardır Ajda hayranlarının arasında elden ele dolaşan ve bir fenomene dönüşen bu şarkı hala yeniden gün ışığına kavuşmayı bekliyor.

1981 yılı Eurovision Şarkı Yarışması ise hala çözülememiş sırlı bir hikayeyle yazılacaktı Cenk Taşkan kariyerine. O yıl yarışma için bir şarkı hazırlamaya koyulduklarında, 1980 yılı finalinde Hollanda’yı temsil eden Maggie McNeal’ın “Amsterdam Amsterdam” adlı şarkısından esinlenmeyle olsa gerek, Nükhet Duru’nun aklına “İstanbul İstanbul” adlı bir şarkı yapmak fikri gelmişti. Nitekim Cenk Taşkan’ın yaptığı beste, Ülkü Aker’in sözleriyle birleşince ortaya tam da istenildiği gibi bir şarkı çıkmıştı. Ne var ki ön elemeye gönderilecek ilk kayıtta yine Ayşegül Aldinç’in okuduğu şarkı, şarkıcı seçimleri esnasında Nükhet Duru ve Mazhar-Fuat-Özkan tarafından yeniden yorumlansa da, jüri tarafından seçilen şarkıcı Ayşegül Aldinç olacak, Nükhet Duru ise gönderilen bandın bozuk olduğu gerekçesiyle elenecekti. “Bozuk Bandın Esrarı”nı merak edenler kitap yayınlandığı zaman okuyacaklar, burada yinelemeyeceğim. Ancak bu hikaye hem Cenk Taşkan’ı, hem de Nükhet Duru’yu çok üzecek, “İstanbul İstanbul”u Türkiye finalinde Modern Folk Üçlüsü ile birlikte seslendiren Ayşegül Aldinç ise üçüncülükle yetinmek zorunda kalacak, ancak aynı ekip bir başka şarkıyla, bir Ali Kocatepe bestesi olan “Dönme Dolap”la Türkiye’yi temsil etmek üzere seçilecekti. “İstanbul İstanbul”, Nükhet Duru’nun 1981 yılında yayınlanan albümünde yer aldı ve zamanla Nükhet Duru klasiklerinden biri haline dönüştü.

Sonra bir gün ansızın, Cenk Taşkan Kanada’ya yerleşmeye karar verdi… Bu gidiş epeyce uzun bir gidiş olacak, Taşkan’ın tekrar Türkiye’ye dönüp çalışmalarına başlaması için takvimlerin 1997 yılını göstermesi gerekecekti. Elbette Kanada’da bulunduğu süre içinde bestelerine ve müzik çalışmalarına devam etmiş ve orada da adından söz ettirmişti ama tamamı Ermenice yapılmış bu bestelerin biri hariç hiç biri Türk müzik piyasasına yansımayacaktı.

“Bir Nefes Gibi” uzunçalarının kapağındaki o resimler tam 20 yıl sonra, 1997 yılında tekrar çekilecek ve muhteşem üçlü “Mühür” adı verilmiş yeni bir albümle bir kez daha bir araya gelecekti. O günlerde beklentilerimin aksine, yavan bulduğum “Mühür” albümünün şarkılarını bugünlerde tekrar dinlediğimde çok duygulanıyorum. Yirmi yılın hesabı, acısı, tatlısı, özlemi, yokluğu, yeniden bir araya gelmenin heyecanı ve hatta telaşı nasıl da sinmiş oysa o şarkılara ve ben bunu nasıl da görememişim o günlerde.

“Mühür” albümünün hemen ardından “Cahide” müzikali ve Nükhet Duru’nun ilk ve tek “unplugged” albümü “Bir Nefes Gibiler” geldi. Ben de tam o günlerde Nükhet Duru’yla iyiden iyiye ahbap olmuş, Nişantaşı’ndaki ofise gidip gelmelerim esnasında Cenk Taşkan’la da sohbet eder bulmuştum kendimi. Sandığımın aksine ne bohem ne de ukalaydı. Bütün mütevazılığı ve cana yakınlığıyla katılıyordu sohbetlere ve Nükhet Duru’nun onu ne derece gönülden sevip saydığı da gördüğü her şeyin ardını da sezme gayretindeki gözlerimden asla ve kat’a kaçmıyordu.

Sonrasında ne olmuşsa olmuş, Mehmet Teoman’la yollar bir kez daha ayrılmıştı. Nükhet Duru’nun o günlerde piyasaya çıkan “maxi-single”ında yine Cenk Taşkan besteleri var ama bu defa Mehmet Teoman sözleri yoktu. Bu çalışma aslında Taşkan için bir devrim niteliğindeydi. O güne dek Cenk Taşkan’ın bestelerinde hep daha snop, daha ağır bir portesi vardı Nükhet Duru’nun. Oysa bu defa sahnedeki o şen şakrak, eğlenceli kadından da izler sürülmüştü şarkılara. Gelmiş geçmiş en güzel Cenk Taşkan bestelerinden biri olan “Sesini Duyur” bir yana, diğer şarkıların hepsi onun bestelerinde hiç alışık olmadığımız kadar hareketliydi. Nitekim peşi sıra gelen “Yedi Kocalı Hürmüz” müzikali de gösterecekti ki, Cenk Taşkan sadece Batı armonisine değil, alaturka makamlara da ziyadesiyle hakimdi ve belki çok severek ve isteyerek değil ama şartlar gereği, böylesi şarkılarda da ustalığını gösteriyordu. Anlıyordum ki onun Garo Mafyan ya da Onno Tunç kadar aranan bir besteci olmamasının ardında yatan gerçek de buydu. Kariyerinin başından beri piyasa teamülü işlere meyletmemiş, bu yolu bilerek ve isteyerek seçmişti. İstese pekala yapabileceğini de şimdi gösteriyordu işte.

“Cahide” ve “Yedi Kocalı Hürmüz” müzikalleri Cenk Taşkan’ın müzikal besteciliği kariyerinin de kilometre taşları oldu. İkibinli yıllarda sahnelenecek “Sarıpınar 1914”, “Kamelyalı Kadın” ve “Kazablanka” gibi müzikallere de besteci olarak imza atacaktı. Bir yandan Nükhet Duru’yla çalışmalar sürüyor, onun sahne programlarında da yer alıyordu. 2001 yılında piyasaya çıkan “Bana Rağmen” adlı Nükhet Duru albümünde yine Mehmet Teoman yoktu ama Cenk Taşkan yedi bestesiyle albüme ağırlığını koymuştu.

Albümün kayıtlarının yapıldığı İmaj Stüdyoları’na birkaç kez gidip gelmiş, bazı şarkıların okumalarında bulunmuş ve yine heyecandan elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmıştım. Stüdyodaki herkes çok heyecanlıydı. Nükhet Duru yıllar sonra ilk kez büyük bir firmanın prodüktörlüğünde albüm yapmaya soyunmuş, albümün finansmanını üstlenmek gibi bir sıkıntısı olmadığı için de istediği her şeyi yapabilecek gücü kendisinde bulmuştu. Çok iyi biliyorum ki çok emek harcandı o albüm için. Her şeyin kusursuz olması için çok ince elendi, sık dokundu. Eski Nükhet şarkılarını sevenlere hitap edecek şarkılar kadar, günün modasına uygun, ritmik ve akılda kalıcı besteler de yapmıştı Cenk Taşkan. Neredeyse doğduğundan beri her dakikası müzikle geçmiş bir büyük besteci, biraz da kırgındı o günlerde. Açıkça bunu ifade etmese de, isminin hak ettiği yerde olmadığını düşünüyordu belki de. Ya da en azından ben öyle düşünüyordum. Başka bir ülkede olsa, ülke müziğine bu kadar çok sayıda klasikleşmiş eser bırakan bir besteci el üstünde tutulur, bunun maddi ve manevi tatminini ise ömrünün sonuna dek yaşardı. Oysa burada, ikibinli yıllarda Türkiye’de, onun bestecilik gücüne bir değil, birkaç numara birden küçük gelecek popüler şarkılar bestelemek zorunda kalıyordu. Keza Nükhet Duru da böylesi şarkıları albümüne dahil ederek günün trendini yakalamaya çalışıyordu. Buna gerek var mıydı, yok muydu tartışması çok uzun sürer kuşkusuz. Bir yanda benim gibi acımasız hayranlar, bir yanda hızla değişmekte ve her şeyi devasa bir değirmen misali çarçabuk öğütmekte olan ve hiç mi hiç geriye dönüp bakmayan, hatır, gönül, kıymet nedir bilmeyen bir müzik piyasası ve bu yaptıkları iş onların mesleği olduğu için, geçimlerini böyle sağladıkları için, bu işten para da kazanmak zorunda olan onlar…

Ne var ki büyük bir iyi niyet ve heyecanla emek verilen “Bana Rağmen” de beklenen patlamayı yapmadı. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Cenk Taşkan’ı sahnede bu defa Nükhet Duru ve Cenk Eren’e eşlik ederken gördük. “Muhteşem İkili” gerek sahne, gerekse televizyon programlarıyla büyük ilgi gördü, bu beraberlik hem Nükhet Duru’ya, hem de Cenk Eren’e iyi geldi. Yine “Muhteşem İkili” adı verilmiş “maxi-single”da ise Cenk Taşkan’ın yeni bir bestesi “Özürle Gidiyorum” yer alıyordu ve bu şarkı eski Nükhet şarkılarını andıran havasıyla beğeni toplayacaktı.

2005 yılında piyasaya çıkan “Ayna” adlı Yeşim Salkım albümünde dört tane Cenk Taşkan bestesi yer alıyordu. Dördü de Nükhet Duru’ya çok yakışacak bu şarkıları neden Yeşim Salkım’ın söylediğini ise kısa bir süre sonra anlayacaktık. Nükhet Duru ve Cenk Taşkan yollarını bir kez daha ayırmışlardı. Nitekim 2006 yılında piyasaya çıkan “Gece Saat Oniki” adlı Nükhet Duru albümünde bu defa bir Cenk Taşkan bestesi yer almıyordu. Ancak ondan birkaç ay önce piyasaya sürülen “Kiraz Mevsimi” adlı Cenk Eren albümünde bir Cenk Taşkan bestesi vardı ki, onun hepi topu yedi tane notayı yan yana getirerek neler yapılabileceğini herkese bir ders gibi öğrettiği şarkılarından biri olarak müzik tarihine yazılacaktı. Sebahattin Ali’nin dizelerinden bestelenmiş “Gurbet Hapishanesi”, yıllar önce bestelenmiş olsa tam bir Nükhet Duru şarkısı olurdu kuşkusuz. “Melankoli”ye, “Ben Sana Vurgunum”a hayat vermiş bir sese de çok ama çok yakışırdı. Ne var ki Nükhet Duru başka bir yola çıkmış, bu şarkı Cenk Eren’e kalmış ve doğrusu bu ya ortaya çıkan sonuç da kimsenin ummadığı bir şekilde olağanüstü olmuştu. Cenk Taşkan’ın şimdilik yayınlanan son şarkısı olan “Gurbet Hapishanesi”, Türk popunun ikibinli yıllarından geriye kalan en kayda değer işlerden biri olarak anılacak ileride, buna şüphe yok.

Cenk Taşkan, Mehmet Teoman ve Nükhet Duru onuruna verilen yemekten birkaç gün önce Atatürk Kültür Merkezi’nde “Sevgiyle El Ele” konserindeydik. Surp Vartanants Korosu, Feriköy İlköğretim Okulu’nun öğrenci korosu, koca orkestra, Nükhet Duru’nun yanı sıra Ermeni müziğinin saygın isimlerinden Bartev Garyan ve misafir solist olarak birer şarkı seslendiren Sibil Pektorosoğlu ile Lusi Kahvecioğlu… Yani neresinden baksanız yüz küsur insanın emeği vardı o konserde. Ama gecenin asıl yıldızı bütün bu kadroyu muazzam bir uyumla bir araya getiren ve yöneten Cenk Taşkan’dı. Onun ellerinden, duygularından, hayatından dökülen notalardı gece boyunca salondaki her izleyicinin yüreğini sarıp sarmalayan. İster Türkçe, ister Ermenice… İster çöplüğe atılmış o yalnız kadının hikayesi, ister savaşla, acıyla sürülmüş o toprağın… Bazen bir kardeşlik türküsü, bazen kim bilir ne vakit göçülüp gidilmiş bir yurdun özlemi, tutkusu… O gece o salonda göz yaşı dökmeyen kimse var mıydı bilmiyorum, ama ben epeyce döktüm… Yanımda oturan Zeynep Göktürk, mecburen erken ayrılmak zorunda olmasaydı, yanımda oturduğu sürece içime akıttığım göz yaşlarımı nereye kadar tutabilecektim bilmiyorum, her konserde ağlamayı adet edinmiş ve bir de utanmadan bunu her yazısında itiraf etmiş “hisli” müzik yazarı kimliğime rağmen.

Nerede, ne vakit, ne kadar sohbet ettiysek hep aynı şeyi hissediyordum. Başka biri Cenk Taşkan’ın o güne dek yaptığı bestelerden birini bile yapmış olsa, özgüven saçıp savurmalarından yanına yöresine varılmaz olurdu herhalde. Oysa onu hep bir amatör heyecan ve hevesiyle karşımda buluyor ve şaşkınlığa uğruyordum her defasında. O gece de kuliste yanına gittiğimde bana “Nasıldı,” diye soruşunda aynı heyecanı hissetmemek mümkün değildi. Sanki “Kötüydü Cenk Ağabey,” desem oracıkta kırılacak, hevesi sönüverecekti. O derece önemliydi benden ya da orada onu tebrik etmek üzere bekleyen herhangi birinden duyacağı birkaç iyi söz. Nitekim her sarf edilen beğeni cümlesine ne denli mutlu olduğuna, onurlandığına şahit olacaktım orda. Az buz değildi. Konser sonunda salonda onu ve sahnedeki herkesi ayakta alkışlayan kalabalık, aslında sadece o iki saatlik konseri değil, Cenk Taşkan’ın bütün kariyerini alkışlıyor ve selamlıyordu. Bunu kuşkusuz o da biliyor, ama her sanatçı gibi o da içindeki beğenilme duygusunun biraz daha okşanmasına ihtiyaç duyuyordu. Şimdilerde çerden çöpten şişiveren kocaman egolara inat, Cenk Taşkan ve onun gibilerin “Nasıldı,”ları hiç bitmeyecekti bu yüzden, üzerinden ne kadar yıl ve ne kadar başarı geçerse geçsin…

1999 yılı Kasım ayında “Yedi Kocalı Hürmüz” müzikalinin basına tanıtıldığı gece, gösteriden sonra Yayla Sanat Merkezi’nin üst katındaki restoranda davetlilere ve basın mensuplarına verilen kokteyl epeyce renkli geçmişti. Kameralar ve fotoğraf makineleri o günlerde var olduğu sanılan Nilgün Belgün ve Levent Özdilek beraberliğini bir kareyle olsun görüntülemeye çalışır, Müjdat Gezen yıllardır birlikte mesai yaptığı basın mensuplarının müzikali haber bültenlerine taşıması için ne malzeme lazımsa, şakaysa şaka, espriyse espri, onu üreterek onca emek verdiği eserin mümkün olduğunca çok seyirciye ulaşması uğruna olanca gücünü sarf eder ve hep tanış olmak isteyip de bir türlü fırsatını bulamadığım Perran Kutman ve Atilla Özdemiroğlu, yanlarındakilerle sohbet halindeyken burnumun dibinden geçip giderlerken, günün heyecanı ve telaşıyla yorgun düşüp, Cenk Taşkan’ın oturduğu masada bir sandalyeye ilişmiştim. Orda en yakınlarım yine Cenk Abi ve Talin Hanım’dı zira.

O curcunası bol kalabalığın uğultusunda Cenk Taşkan kulağıma eğilmiş ve şöyle demişti: “Biliyor musun Hakan, bu müzikal yirmi sene önce sahneleniyor olsaydı, oyunun söz yazarı ve bestecisi olarak bütün kameralar seni ve beni çekiyor olurdu. Oysa şimdi dikkatlerini çekebilmek için bilmem ne yapmamız lazım.” Doğru söze ne denirdi. Sadece gülümsedim ve sustum.

İlk kez yine bu sitede yayınlanan “Küçük Bir Herkesin Başından Geçen” başlıklı Zuhal Olcay yazımı okuyan Mehmet Teoman bir gün bana bir posta göndermiş ve yazdıklarımı çok beğendiğini söylemişti. Bütün hayatımı yazdıklarını beğenmek ne kelime, adeta hayat dersi bellediğim birinin günün birinde bana böylesi bir posta göndermesi, hayatın bir armağanı olmalıydı bana. Nükhet Duru’nun ofisine gidip gelmelerim esnasında ayak üstü tanışıp pek de uzun boylu konuşmadığım Mehmet Teoman’la asıl ahbaplığımız ise bir gece Ayşegül Aldinç’in evinde bir araya geldiğimizde hasıl olmuştu. En az Cenk Taşkan kadar merak ettiğim biriydi o da. Hayata bakışı, yaşam tarzı, düşündükleri ve söyledikleriyle insanı kolayca etki altına alan, biraz bohem, biraz frankofon ama en çok da kelimenin hakkıyla “uçuk” bir adamdı. Başından beri müzik piyasasında hizayı bozuyor olması da bu yüzdendi kuşkusuz. Seksenli yılların Müjde Ar’lı Türk filmlerinde epeyce kez şablonu çizilmiş “entelektüel” ya da o dönemin moda tabiriyle “entel” tiplemesine birebir oturtabilir, hatta o filmlerdeki tiplerin ondan ilham alınarak canlandırıldığını bile düşünebilirdiniz ilk ağızda. O gece ben lafı dönüp dolaştırıp Mehmet Teoman – Cenk Taşkan – Nükhet Duru fenomenine getirmeye çalıştıkça, o kafasında çoktan şekillendirdiği Ayşegül Aldinç – Zuhal Olcay gösterisine çeviriyordu sohbetin yönünü. Bence olmazdı. Ama Mehmet Teoman inanmıştı bir kere. Tıpkı Cenk Taşkan gibi o da aradan geçen bunca yıla ve bunca başarıya rağmen aynı heyecan ve hevesi duyuyordu her yeni işin başında. O geceden bana kalan da yine aynı ders oluyordu. Cenk Taşkan ve Mehmet Teoman, hayat boyu bende hükmünü sürmüş o şarkıları benim için yazmamışlardı, artık orası kesindi ama her şeyden çok inanç, coşku, heyecan, heves ve samimiyet vardı ikisinin her bir ürettiğinde. Bundandır çıkmamışlardı benim ve benim gibi kim bilir kaç kişinin hayatından yıllar boyu.

“Sevgiyle El Ele” konseri ilk kez 19 Eylül 2005 gecesi yapıldı. Gösterilen yoğun ilgi üzerine 3 Ekim gecesi bir kez daha tekrarlandı. Benim gibi ikinci konsere gidebilenleri ise Atatürk Kültür Merkezi’nin fuayesinde bir sürpriz bekliyordu. Fuayedeki standlardan ilk gecenin DVD formatındaki kaydını edinebilmek mümkündü. Takdir edersiniz ki tereddütsüz edindi ben kulunuz. Eve gider gitmez birkaç kez üst üste izledim, uzunca bir süre de her televizyon karşısına geçişimde tekrar döndürdüm. Beni en çok etkileyen, yıllardır arayıp da bulamadığım Nükhet Duru’ydu kuşkusuz. Saç modelini bile eskisi gibi yaptırmış, eminim ki bunu özellikle tercih etmişti. Aslında onu yıllardır sevmekten bıkmayanların, ona hep bu şarkıları yakıştıranların ne istediğini bal gibi biliyordu. Kim bilir belki söyleyeceği en güzel şarkılar da yine Cenk Taşkan’ın ve hatta Mehmet Teoman’ın elinden çıkacaktı. Ama ne zaman ve nasıl, işte onu kimse bilmiyordu ne yazık.

Şükür ki Hakan Eren yine imkansızın peşinde koştu, uğraştı, didindi ve binbir zorluğun üstesinden gelip “Sevgiyle El Ele” konserinin ses kaydını bir albüm halinde yayınlamayı başardı. O iki geceye de gitme imkanı bulamamış herkesin, en azından bu ses kayıtlarını dinleme ve arşivinde saklama şansı var artık. İki diskten oluşan bu albüm, geçtiğimiz günlerde Ossi Müzik etiketiyle yayınlandı.

Albümde toplam yirmidört şarkı var. Bunlardan onüç tanesi Nükhet Duru tarafından seslendiriliyor. Duru’ya bir çok şarkıda Surp Vartanants korosu da eşlik ediyor. Hemen herkesin aşina olduğu, Nükhet Duru hayranlarının ise tamamını ezbere bildiği şarkılar, bu defa bildik hallerinden çok daha farklı bir şekilde çıkıyorlar karşımıza. Cenk Taşkan’ın orkestra ve koro eşliği için yeniden yaptığı düzenlemeler olağanüstü. Her bir pop şarkısından çok ihtişamlı birer senfonik eser ortaya çıkmış bu yeni düzenlemelerle. Özellikle “Harp ve Sulh” ve “Beni Benimle Bırak”ta Nükhet Duru’ya eşlik eden koro çok etkileyici. “Harp ve Sulh” ve “Cambaz”da koroya Feriköy İlköğretim Okulunun öğrenci korosu da katılıyor ki her iki şarkının anlattığı hikayeler, çocukların cıvıl cıvıl sesleriyle çok ama çok daha anlamlı ve çarpıcı hale geliyor.

“Harp ve Sulh”un Türk popunun en önemli isimleri tarafından hep birlikte söylenmesi projem çocukluğumdan beri benden başka kimsenin bilmediği, bilse de önemsemediği projelerim arasında birinci sırada yer alırdı. Hele hele yaban ellerinde “We Are The World” yapıldığında, ciddi ciddi benim projemi çaldıklarını bile düşünmüştüm bütün safdilliğimle. Bu müthiş şarkının öyle bir versiyonu ne yazık ki yapılmadı ve biz “Harp ve Sulh”un yanında epeyce “soft” kalan “Savaşa Hiç Gerek Yok”la yetinmek zorunda kaldık şu ana dek. Bu konser kaydında karşımıza çıkan “Harp ve Sulh” ise orkestra ve koro eşliğinde Nükhet Duru’nun ilk seslendirdiğinden bu yana epeyce demlenmiş sesi ve yorumuyla insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.

Söz Nükhet Duru’nun yorumundan açılmışken, bu albümün değerini katlayan hususlardan birini daha söylemeliyim. Biz hayranları hep şikayet etmişizdir bundan. Nükhet sahnede devleşir, gerek teknik, gerekse ruh ve his bakımından kusursuz bir şarkıcı izlersiniz her defasında. Bir düğünde de söylese değişmez bu, bir açık hava konserinde de. Bilen bilir. Ülkenin görüp göreceği en iyi “performer”larden biridir Nükhet Duru (bunu da en az bin kez yazmışımdır bıkmadan usanmadan, çünkü gerçek). Ancak gelin görün ki bu muazzam yorum stüdyo albümlerine bir türlü yansımaz. Ne olursa olur ve daha ekonomik, daha küçük şarkı söyleyen biri çıkar her albümde karşımıza. Yer yer kırmıştır bunu Nükhet, 1994 albümü buna bir örnektir, ya da “Mühür”ün açılışında adamı darmadağın eden “Yaşamak” misali tek tük örnekler vardır ama hepsi bu kadar. İşte ilk albümünden neredeyse otuz yıl sonra ilk kez şöyle doya doya sahnedeki Nükhet’i dinleme şansını veriyor bu albüm bize. Sahnede devleşen “artist”, albümde de devleşiyor bu kez. Doğrusu, bu albümün beni en mutlu eden taraflarından biri de bu oldu bu yüzden.

Nükhet Duru’nun söyledikleri dışında kalan onbir şarkının bir tanesi orkestra tarafından icra edilen enstrümantal bir beste. Dört şarkı ise konserin konuk sanatçıları tarafından seslendiriliyor. Albümde yer alan Ermenice şarkılardan birisi, Sibil Pektorosoğlu’nun seslendirdiği “Hisus” adlı şarkı, sıkı Nükhet Duru hayranlarına tanıdık gelecek. Bu şarkı Taşkan’ın Kanada’da yaşadığı günlerde yaptığı bir besteydi ve Nükhet Duru’nun epey uzun süren assolistlik ve alaturka macerasından sonra pop müziğe dönüşünü müjdeleyen “Çek Halatı Gönlüm” adlı albümünde yer almıştı. Tabi oldukça farklı bir düzenleme ve Aysel Gürel tarafından yazılmış Türkçe sözlerle. O albümde “Bir Kadın” adıyla yer alan bu şarkı, bu albümde çok ama çok büyümüş, senfonik düzenlemesi ve Pektorosoğlu’nun muhteşem yorumuyla adeta şahlanmış olarak çıkıyor karşımıza.

Konserin diğer konuk sanatçıları olan Bartev Garyan ve Luis Kahvecioğlu da etkileyici yorumlarıyla albüme değer katıyorlar. Özellikle Kahvecioğlu’nun seslendirdiği “Yerevan” adlı şarkı, sözlerinin ne anlattığını bilmeseniz bile dağlıyor yüreğinizi ve müziğin dillerüstü gücüne bir kez daha şahit oluyorsunuz.

Geçmişi ta yetmiş yıl öncesine dek uzanan yetmiş kişilik Surp Vartanants korosunu oluşturanların bir çoğunun profesyonel müzisyen olmadığına inanmak oldukça güç geliyor insana. Şarkılara o derece kusursuz eşlik ediyor ki koro, bu işe ne denli gönül vermiş, ne denli emek harcamış oldukları tartışmasız bir şekilde ortaya çıkıyor.

Cenk Taşkan’ın özellikle yetmişlerde yaptığı Türkçe şarkılarda genellikle batı armonileri ağırlıkta iken, Ermenice şarkılarında daha yerel motifleri kullandığını, geleneksel Ermeni müziğinden yola çıkarak, evrensel bir tat yakaladığını görüyoruz.

Albüm yakın tarihli bir Cenk Taşkan bestesiyle kapanıyor. Cenk Taşkan’ın Kanada günlerinde yaşadığı yurt hasretine göndermelerle dolu bir iç döküş şarkısı olan “Biz Göçmüşüz”. Nükhet Duru albümün, daha doğrusu konserin sonunda bir sürpriz yapıyor ve bu şarkının bir kısmını Ermenice olarak seslendiriyor. “Biz Göçmüşüz”ü dinlerken, göçmek fiilinin sadece yer değiştirmek anlamına gelmediğini, bazen insanların ya da toplumların durdukları yerde de göç edebileceklerini düşünüyorum bir kez daha. Yer değiştirmekten ibaret göçün geri dönüşü her zaman var. Tıpkı Cenk Taşkan’ın yaptığı gibi. Ya değerlerinden, inançlarından, duygularından, duyarlılıklarından, kısaca kendinden göç etmenin?..

Yazdıklarını okumaktan her zaman büyük keyif aldığım Gülşen Uslu, albüm kartonetindeki yazısında çocukluğunun Şehremini’sindeki komşuları Leon Amca’dan bahsediyor. Duygulanarak okudum o satırları. Hepimizin bir yerlerde mutlaka bir Leon Amca’sı, bir Artin Amca’sı, bir Anik’i, bir Ara’sı, Ohannes’i, Majak’ı olmadı mı hayatta? Ya bir komşu, ya bir ahbap, ya alışveriş ettiğimiz dükkanın sahibi, ya eserlerini tutkuyla sevdiğimiz bir sanatçı… Biz hep bir arada yaşamadık, “Sevgiyle El Ele” olmadık mı? Gerisi vız gelmiyor mu şimdi yapay husumetleri, tarihi utandıran küçük hesapları okudukça, gördükçe, duydukça? Bana geliyor.

Cenk Taşkan kariyerinin en önemli eserleri bu albüm sayesinde bir kez daha karşımıza çıkarken, gelelim daha fazlasını istemekten hiç mi hiç çekinmeyen bu satırların yazarının Cenk Taşkan’dan daha neler beklediğine. Gülmeyin… Bu sitede, bu köşede yazdığım nice temenni gerçeğe dönüştü bir bir, belki bunlar da oluverir bir gün diyerek sıralıyorum temennilerimi.

Öncelikle Cenk Taşkan – Mehmet Teoman ikilisinden yeni şarkılar. Varsın popüler müzik R&B’den, hip-hop’tan, rap’ten medet umsun, bar şarkıcıları bar bar bağırmaya devam etsin, o marş armonisi senin, bu dillere sakız söz benim formülüne sırtını yaslayarak… Varsın her manken gör bak neler edeceği, nasıl da saçını başını yolacağı sevgililere yazılmış otuz yıllık Ajda Pekkan cümlelerini savurup dursun bol bacak, bol göğüs dekolteli kliplerinde, ortalık geçilmesin nihavend-rock’dan hatta “Vak The Rock” tan (çocuksu rock, beyaz rock mealinde)… Ne olur yeni klasikler yazsa gene onlar, eskimeyen, eskimeyecek şarkılar, hayata bakışımızı değiştirecek şarkı sözleri, dokunaklı melodiler duysak gene.

İkincisi, zamanında Nükhet Duru tarafından seslendirilmemiş Cenk Taşkan – Mehmet Teoman şarkılarının yeni yorumları: “Cenk Taşkan – Mehmet Teoman Şarkılarıyla Nükhet Duru” albümü. “Bize Kalan Nedir”le başlayan, “Ben Geçmişim Bu Yollardan”la devam eden hatta Mehmet Teoman’ın sitem şarkısı “Bir Artist” ve o çok sert feminist “Biz Kadınlar”ın bile yer aldığı yeni bir Nükhet Duru albümü. O da olmadı Ossi Müzik, “Söz: Mehmet Teoman – Müzik: Cenk Taşkan” adı verilmiş bir toplamayla, orijinal versiyonlarıyla karşımıza çıkarabilir bu şarkıları. Hakan Eren için “imkansız” diye bir şeyin olmadığına artık neredeyse emin değil miyiz nasılsa?

Ya “Yaşa Sevgili Dünya”dan başlayarak “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Cahide” ve sonrasındaki tüm Cenk Taşkan müzikallerinin cd formatında baskılarına, ya da en azından bir toplamasına ne dersiniz? Ben hayır demem doğrusu.

…Ve olmaz ya, hani bir ihtimal, Ajda Pekkan bugün de çok popüler olan disco tarzındaki “Bir Dünya Ver Bana”yı yeniden söylese… Tamam kabul ediyorum, fazla “uçtum”!.. O zaman şöyle yapalım, Ajda Pekkan izin verse de “Bir Dünya Ver Bana”nın hiç yayınlanmamış orijinal versiyonu bir gün bir toplama albümde, ya da altmışlardan bu yana Ajda Pekkan diskografisini bugünlere taşıyacak bir seride tekrar karşımıza çıksa.

İstemeler, dilemeler bir yana, şimdilik elimizdekiyle yetineceksek şayet, kulak verelim bir kez daha “Sevgiyle El Ele”ye. Majak Toşikyan ve Cenk Taşkan kırk yıl sonra ilk kez bu albümde bir araya geldi. Ne var ki ilk ağızda kulağa çok benzer gelse de, bu hikayenin Dr. Jekyll ve Mister Hide’dan epeyce büyük bir farkı vardı. Majak ve Cenk birbirinden zerre kadar farklı değildi, hiç olmadı. Her ikisi de müziğe sevdalıydı, her ikisi eşi benzeri az bulunur bir incelik, zarafet ve nezaket taşıyorlardı yüreklerinde. İster “Cenk Abi” diye hitap edin, ister “Majak Beyciğim”… İster Türkçe şarkıları dağlamış olsun kalbinizi, ister Ermenice…

Bir albüm bu kadar mı çok şey düşündürür ve söyletir insana. Söyledim gitti. Gerisini okuyan düşünsün, bir de dinleyen…

HAKAN TOK 

http://www.birzamanlar.net/yazarlar/hakantok/27/index.php3

Yorumlar kapatıldı.