İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türk ulusal kimliği

 
Ulusal kimliği tanımlamak, öncelikle tarihe bakmayı bilmeyi gerektiriyor 

ESRA ERCAN BİLGİÇ 

Geçtiğimiz günlerde Radikal’de yayınlanan “Sivil toplum örgütleri
‘Türklük’ tanımında tıkandı” başlıklı haber dikkat çekiciydi. Habere göre, Türk Ceza Kanunu’nun ‘Türklüğe hakaret’ suçunu düzenleyen 301. maddesinin değiştirilmesini isteyen 11 sivil toplum örgütü, Başbakan’ın istediği değişiklik önerisi üstünde 23 gün çalışmış, ancak ‘Türklük’ tanımı üzerinde anlaşamamıştı.
Bir tanımlama sorununun varlığı Neşe Düzel’in Radikal’de yayınlanan röportajlarında da son haftalarda göze çarpıyor. Cemil Koçak, “1925’e kadar Atatürk’ün Türk tanımı yoktu. Kanunlarda da Türk tanımı yoktu, çoğu zaman ‘Türk halkı’ diye geçiyordu…” diyor ve Türk milleti tanımlamasının 1925’teki Şeyh Sait isyanından sonra ortaya çıktığını söylüyor. Koçak’ın sözlerindeki en dikkat çekici nokta, Türk tanımlamasının belli tarihsel koşullarda ‘imal’ edilmiş olduğu gerçeğinin vurgulanması. Niyazi Öktem ise, Düzel’in “Türk kimdir?” sorusunu, “Türk benim… Anadolu Türkü, Orta Asya’dan gelen insanların Anadolu’daki ahaliyle (Rum ve Ermeniler) karışarak yepyeni bir etnik grup oluşturmasıdır. Türk yepyeni bir etnik ve kültürel kimliktir” diye yanıtlıyor. Demek ki Öktem’e göre Türklük tanımlanırken Anadolu geçmişine vurgu yapmak, ırka ya da etnisiteye dayalı bir tanımdan uzaklaşmak gerekiyor. Kemal Karpat ise “Türk milleti dediğimiz Osmanlı’nın son 20 yılında oluşmaya başlayan ve Osmalı’nın tecrübesini, Osmanlı kimliğini koruyarak Türkleşen bir toplumdur… Türk kimliğine gelince… Osmanlı’nın tarihini, tecrübelerini, siyasi kültürünü almış, Türk diliyle konuşan bugünkü kimliktir bu. Türk kimliğinin içinde Müslümanlık vardır. Çünkü Müslüman olmayan ayrıldı gitti Osmanlı’dan. Bulgar oldu, Rumen oldu…” diyor. Bu durumda Karpat, Türklerin millet bilincinin Osmanlı’nın son yıllarında, yine belli tarihsel koşullar çerçevesinde ‘sonradan oluştuğunu’, Müslümanlığın, Osmanlı geçmişinin ve Türk dilini konuşmanın Türk ulusal kimliğinin unsurları olduğunu vurguluyor. Kısacası Düzel’in Pazartesi röportajlarını okuyan sıradan bir gazete okuru, daha önce ulusal kimlik tanımı üzerine hiç düşünmemiş olsa bile, ezelden beri millet bilinciyle yaşayan bir Türk ulusundan bahsedilemeyeceğini fark etmiş olmalı.

Tarihsel aşama ürünü
Günlük hayatımızda pek çok farklı mecrada, pek çok farklı Türk tarifiyle karşılaştığımız bir gerçek. Türk vatandaşları olarak bir tanımlama sorunu yaşıyor, bu sorunu çözmekte zorlanıyoruz. Türk’ü tanımlamaya çalışırken tıkanıyoruz çünkü ulusal bilincin tarihsel bir aşamanın ‘ürünü’ olduğunu, ulusal kimlik tanımının da tıpkı tarih gibi ‘yazıldığı’ gerçeğini, çoğu zaman gözardı ediyoruz. Ulusal kimlik tanımına farklı tarihsel ve siyasal koşullarda nasıl farklı çerçeveler çizildiğini görmek gerekiyor oysa. Bu nedenle Türk ulusal kimliğini tanımlamaya çalışırken öncelikle bugünden geriye dönüp tarihe bakmakta yarar var. Bu çerçevede öncelikle tek parti dönemine ve Kemalist kurucu kadronun toplumla ve bireyle kurduğu ilişkinin niteliğine bakmak gerekiyor. Tanımlama sorununun nedeni Türk ulusal kimliğinin, Türk ulus devletinin kuruluşu paralelinde “kurgulanmış” olmasında yatıyor.
Tek parti döneminde çizilen kimlik çerçevesinin önemli bir yönünün, farklılıkları törpüleme eğilimi olduğu göze çarpıyor. Cumhuriyetin üniter yapısı bir yandan tarihsel, dini ve coğrafi kaynaklı uzun yıllara dayanan, diğer yandan da çağdaşlaşma sonucu toplumsal tabakada meydana gelen farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Tanıl Bora’nın da altını çizdiği gibi, Osmanlının kozmopolit geçmişinin yarattığı dağılma korkusu karşısında ‘devletin bekası’ önceliği, Cumhuriyetin kurucu elitinin temel kaygısı haline gelmiş, Cumhuriyetin resmi söylemi ‘milli birlik ve bütünlük’ kavramları temelinde gelişmişti .
Kurucu kadro, birlik ve bütünlüğü sağlamak için monolitik bir ulusal kimlik kurgulamaya çalışmış, bu süreçte pek çok kurumu devreye sokmuştu. Özellikle Türk Tarih Kurumu 1930’lar boyunca, “Türk ırkının bütün medeniyetlerin kurucusu olduğu” düşüncesine dayanan Türk Tarih Tezi’ni geliştirerek ulusal bir kendine güven duygusu yaratmaya çalıştı. 1932’den itibaren ulusal kimliğin temel taşı olarak dil birliğinin vurgulanması doğrultusunda çalışan Türk Dil Kurumu, “Türk ırkının dünyadaki en eski ırk olduğu” yönündeki Türk Tarih Tezi paralelinde Güneş Dil Teorisi’ni geliştirdi. Cumhuriyetin bu kurumlarının ortak işlevleri, Türk ulusal kimliğini oluşturmak, pekiştirmekti.
Sonraki dönemlerde Kemalizm tarafından önerilen etnik tarih bakışından uzaklaşılarak özellikle Türk kimliğinin dinle yeniden tanımlandığını, Etienne Copeaux’nun ‘Tarih Ders Kitaplarında Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine’ (1931-1993) adlı çalışmasına dayanarak hatırlamakta yarar var. Copeaux çalışmasında “Türk tarih söyleminin en büyük özgünlüğü, üç ayrı coğrafi uzamın geçmişini anlatması, böylelikle her Türk yurttaşına üç ayrı geçmiş vermesidir” diyordu. Copeaux’nun tarih kitaplarından yola çıkarak gözlemlediğine göre bu geçmişler, Orta Asya geçmişi, İslamiyet geçmişi ve Anadolu geçmişiydi. Türk ulusal kimliğinin tanımı, farklı dönemlerde tarih kitaplarında bu üç farklı geçmişten hangisinin ön plana çıkarıldığına göre değişiyordu.
Öyleyse ulusal kimliği tanımlamak, öncelikle tarihe bakmayı bilmeyi gerektiriyor. Sosyal bilimler, ulusal kimliğin ortak düşünce, kavram ve algı şemaları bütünü olduğunu, farklılık, ayrıcalık ve biriciklik söylemleri üzerinden “inşa” edildiğini, tek bir ulusal kimlik tanımı yapılamayacağını, farklı bağlamlarda farklı ulusal kimlik tanımları yapılabileceğini söylüyor bize. Farklı bağlamlarda tarihin farklı yazılabildiği gerçeğini de görebilirsek, tanımlama sorununda çözüme doğru bir adım atmış sayabiliriz kendimizi.
ESRA ERCAN BİLGİÇ: İstanbul Bilgi Üni., öğretim gör. 

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6511

Yorumlar kapatıldı.